Cumartesi akşam 9’a sözleşmiştik. Tam zamanında bilgisayarımın başındaydım. Onun da online olmasını beklemeye başladım. 5 dakika geçti… 10 dakika geçti… Ünlülerin/”Entel dantel” tayfasının moda icabı geç kalma huyundan Cem Şancı’da da var herhalde dedim içimden. 15 dakika… 20 dakika… Kimse hobi olsun diye bu kadar geç kalmazdı. Gün ve saat konusunda bir anlaşmazlık olmuş olmasından veya başına bir iş gelmiş olmasından korkmaya başladım. Meşguldür diye aramaya çekindiğim için bir mesaj attım neden gelmediğini soran. Hemen telefon açtı. Gayet nazik bir ses vardı hattın diğer ucunda. Sabahtan bana mail attığını, dergideki işleri yüzünden sabahlamak zorunda kaldığını ve bu yüzden çok yorgun olduğunu söyleyen, bir de üstüne özür dileyen bir ses… Ukalalıktan geç kaldığını düşündüğüm için utandım kendimden.  Neyse genciz daha, olur böyle şeyler.

 

Ertesi gün aynı saat için yeniden sözleştik. Bu kez tam zamanında online oldu. Bir kaç teknik aksaklığı hallettikten sonra heyecanla ilk sorumu sordum. İlk sorumun ve sonraki her sorumun cevabını almak için ortalama yarım saat beklemem gerekti. Sorulara yeterince net ve kapsamlı cevaplar verebilmek için, bir de mümkün olduğunca imla hatasız yazabilmek için cömertçe kullanıyordu bu süreyi.  

 

Baktım olacak gibi değil, Sonsuz’a (Hasan) şikayet ettim bu durumu inceden. Cevaplar gayet güzeldi ama bu kadar beklemek zor geliyordu bana. “Yarım saatte geliyor bir cevap, sabır taşına döndüm burada” dedim. Sonsuz güldü hayıflanmama. “Tam bir başak burcu…” diye cevap verdi. Gerçekten de aşırı titizliği ve detaycılığıyla tam bir başak burcuydu Cem Şancı…

 

İlk romanını 1996’da yayınlamış. O günden bu güne geçen süre 9 sene. Dile kolay. Ve yayınladığı roman sayısı 7. 8. ve 9. da yolda.

 

Romanlarının mizah türünde olduğunu söylüyor. Genelde mizah diyince içi boş şeyler gelir aklımıza nedense. Oysa Şancı’nın romanları akıcı, komik ve içeriğini gündelik hayattan alan romanlar.”Bize bizi anlatıyor” dedikleri türden. Her şeyden önce insan ilişkilerini işliyor Cem Şancı. Bazen göz göre göre abartarak, bazen ciddi görünüp bıyık altından kıs kıs gülerek kafasında kurduğu komik insanların başından geçen komik olayları anlatıyor. Genç kızları anlatıyor; sgenç erkekleri, orta yaş bunalımının eşiğindeki erkekleri, öğrencileri, yazarları, mankenleri, çöpçüleri…

 

Ancak yarattığı karakterler fazla gerçekçi olsa gerek, onların söylediği bazı sözler okuyucular tarafından büyük tepki görebiliyor. Bir karakterin ağzından bir konunun yorumu olarak çıkan herhangi bir laf Cem Şancı’ya atfediliyor genelde. Kendisi de oldukça şikayetçi bu durumdan. Okuyucuların kurguyla gerçeği ayıramadığını söylüyor. Haklı da aslında. 10 yıldır aynı konularda hesap vermekten bıkmış. Kim bıkmazdı ki?

 

Biz Cem Şancı ile kitapları, geçmiş, gelecek ve aşk hakkında konuştuk. Keyifle okumanız dileğiyle…

 

Elif: Lise yıllarınızdan başlamak istiyorum ben. Romanlarınızın bir kısmı liseliler arasında geçiyor. Hala lise son sınıfta olan bir genç olarak sizin  lise hayatınızın nasıl geçtiğini merak ediyorum…

 
Cem Şancı:
Liseli kahramanların yer aldığı romanlarımdaki hikayelerin aksine, haylazlık peşinde koşturduğum bir lise hayatım olmadı. Daha çok, bulduğum boş vakitlerde kitap veya o zamanlar Türkiye’de bulmanın pek kolay olmadığı yabancı dergileri okuyarak zaman geçirirdim. Elbette, her lise öğrencisi gibi, arkadaşlarım, sinema, gezme-tozma, flört hayatımın önemli unsurlarıydı ama mesela ilk romanımdaki baş karakter gibi, “şimdi nasıl bir haylazlık yapıp ortalığı karıştırır da eğlenirim,” diye düşünen bir çocuk değildim. Ortalığı karıştırdığım, yaramaz, haylaz öğrenci olarak okul yöneticilerinin karşısına çıktığım anlar olurdu elbette ancak tamamen hayatın doğal akışı içinde gelişivermiş olaylardır bunlar.

 

Elif: Liseden sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’ne girdiniz ve sanırım burada okurken yazdınız ilk romanınızı… Sizi yazmaya iten neydi? Yani nerden esti bu tür bir roman yazmak?

 

Cem Şancı: İlk romanımı yazmaya başladığımda 19 yaşındaydım. Zaten roman yazmak hedefiyle yola çıkmamıştım. Üniversitede 3. sınıfta,  final sınavlarıma çalışırken evden çıkmamı engelleyecek bir uğraşa ihtiyacım olduğu için, küçük bir hikaye yazmaya karar vermiştim. O sıralar, İstiklal caddesinde şimdilerde halen satıldığını gördüğüm, Çevre gazetesini kurmuştuk, küçük dergilere de yazılar yazıyordum. Yazmak beni dinlendiren bir uğraştı. Yazı yazarak dinlenir, deşarj olurdum.   Derslerden yoruldukça klavyenin başına oturup yazacağım küçük bir hikaye 12 dersin finaline hazırlanmak için mantıklı bir çözümdü. Ancak, sınavlar bitip, arkadaşlarım hikayeyi okuduklarında çok beğenildi, devamını yazmam için ısrar oluştu. Ve O hikaye, “Eyvah! Galiba Feministim…”  gelişip roman halini aldı. Altın Kitaplar, dosyayı görüp beğendi ve yayınlamaya karar verdi. Yayınlarken, o dönem pek popüler olan feminist yazarların kitaplarıyla karışmaması ve bir mizah romanı olduğunu anlatabilmek için adını “Eyvah! Yine Kızlar Kazandı”ya çevirdik. Lakin, bu sefer de isim sanki kadınların, kızların kazanmasını istemeyen, onların kaybetmesi gerektiğini düşünen bir kadın düşmanının yazdığı “kişisel gelişim kitabı” havası yarattı. Uzun süre insanlar kitabın ismini duyduklarında, roman olduğuna inanamadılar. Hatta bir radyo ropörtajında programın yapımcısı, kitabı eline aldığında romanla karşılaşacağını düşünmediğini söylemişti, hala durur o kayıt.

 

Hikaye, bir lisede kız arkadaşları ile çatışan yaramaz bir erkek öğrencinin kendini ve  karşı cinsi tanımaya başlarken, kadın-erkek ilişkisinde sorun haline gelen pürüzleri biraz alaycı, biraz mizahi bir üslupla yorumlayışını dile getiriyordu. İlk romanımın hikayesi ve lise yıllarındaki kahramanları konu edinmesinin nedeni budur ancak ardından gelen romanımı da özellikle lise yıllarındaki kahramanların üzerine kurdum. Çünkü artık bir yayınevi ile çalışıyordum ve yazdıklarım Türkiye’ye dağılıyordu. Yaşıma baktım, 21, 22… O yaşta, aşk üzerine romantik bir hikayeyi konu edinemezdim, daha aşkın ne olduğunu bilmiyordum. Evli, yetişkin kahramanlar üzerine bir konu işleyemezdim, daha ben yetişkin değildim. Bütün hayatım öğrencilikle ve öğrencilerle geçmişti. Kaldı ki, belki öğrencilik dışında bir konu hakkında yazardım ama kim okurdu? Otuzlarındaki kırklarındaki okurlar neden daha bu kadar genç bir insanın hiç bilmediği bir hayat hakkında “atıp-tuttuğu” bir hikayeyi okumak istesin? O değerlendirme süreci benim için çok sert olmuştu. Genç insanlar kendilerini yetersiz görmeyi pek sevmezler. Dünyayla başa çıkabileceklerini, herkesi alt edebileceklerini düşünürler. O yüzden mesela genç erkeklere “delikanlı” derler ya… Benim de “delikanlı” yanım kendimi bu şekilde küçümsememin yanlış olduğunu söylüyordu, aşk romanları yaz, ihanet romanları yaz, polisiye yaz, siyasi komplolar yaz diyordu ama diğer yanım, sakin, sessiz, tedbirli yanım bu işin üniversite kantininde karşıt görüşleri savunan arkadaşlarımla ders aralarını doldurmak için tartışmak olmadığını söylüyordu.

 

Dolayısıyla kendi kendime bir değerlendirme yaptım. Lise yıllarımdan beri dergilere yazı yazıyor, harçlığımı çıkartıyordum. Hatta üniversitede satışları o zamanın önemli gazeteleri ile yarışan, “Çevre” gazetesini beş arkadaşımızla birlikte kurmuştuk ve yazılarımla gazetenin büyük bir kısmını dolduruyordum ama daha çok teknik bilgiye dayalı gazete makaleleriyle edebiyat farklı bir kulvardı ve kendimi geliştirmem gerektiğinin farkındaydım. Roman, yetenek ve yaratıcılık yanında, tecrübe isteyen bir edebiyat dalıydı.

 

Bir anda parlayıp sansasyon yaratacak ama kısa sürede sönecek bir balon olmaktansa, sevdiği, gönül verdiği işi hakkıyla yapıp okuyucularının beğenisini kazanacak bir yazar olabilmem için her yaşımı, her dönemimi sindirerek, yaşayarak, öğrenerek geçirmem gerektiğine karar verdim ve ikinci romanı da liseli kahramanlar üzerine kurdum. Hababam Sınıfı’nı anımsatan bir hikaye ile gençlerin yaşadıkları hikayeleri mizahi bir dille kaleme aldım.
 

 

Elif: İlk romandan beri aşağı yukarı aynı konsept üzerine yazdığınız görülüyor. Bir erkek kahraman vardır. Erkek kahramana ihanet eden kız veya kızlar vardır. Olaylar gelişir… Bunu yaşınıza ve tecrübenize bağlamışsınız ama aradan 10 yıl geçmiş durumda şu an. Kendinizi tekrar ettiğinizi düşündüğünüz oluyor mu hiç? İleriki romanlarınızda bambaşka bir konuyu ele alma düşünceniz var mı örneğin?

 

Cem Şancı: Hikayelerimi daha çok bir erkek ve onun başından geçen olaylar, diye değil, kadın-erkek ilişkisindeki açmazları, çıkmazları konu alan metinler olarak görüyorum. İlk iki roman haylaz hatta çapkın bir erkek kahramanın karşı cinsle ilişkisine odaklanıyordu ama üçüncü romanım, intihar etmeye meyilli ve hatta intihar da etmiş, ölmüş ama hayata geri döndürülmüş bir insanın istediği zaman ölüp kurtulabileceğinin farkına vararak yaşamı ve sorunları küçük görmeye başlamasıyla gelişen bir hikayeyi konu alıyordu. Burada kadınlar, ilişkiler, aşk sadece hayatın içindeki bir başka sorun kaynağıydı ve kahramanın onu değerlendirişini aktarmak için kurguda yer alıyordu. Üstelik kahramanlar da, çalışan, iş güç sahibi yetişkin insanlardı. Dördüncü romanım, Aşkatür, tatlı bir aşk hikayesini konu alıyordu.  Adından da anlaşılacağı gibi, aşkı yazıyla karikatürize etmeye çalışıyordum. Kitap, bir dergide yazan iki yazarın, bir erkek ve kadının arasındaki tatlı çekişme ve sonrasında doğan yakınlaşmayı, dostluğa dönüşen bir duygusal ilişkiyi mizah penceresinden okuyucuya aktarıyordu. Beşinci romanım, liseli genç bir kızın, küçük bir kızdan olgun bir genç kıza dönüşmeye çalışmasını anlatıyordu ki, burada erkek kahramana ihanet eden kızlar değil, genç kızı kullanmaya çalışan kötü, bencil erkek çocuklar vardır.

 

Yedinci romanım, “Centilmenler için adım adım kötü kızlarla flört rehberi”, bir zamanlar çok okunan ünlü bir yazarın, ellili yaşlarında yazıya okuyucularına, hayata küsüp çekildiği köşesinde onu geri dönmeye, yeniden yazmaya zorlayan öğrencileriyle ilişkisini anlatıyor. Genç öğrenciler, yazarın on sene önce yazıp da yayınlatmaktan vazgeçip bir köşeye attığı mizahi rehberi de bulunca yayınlanmamış hatta yer yer eksik de kalmış rehberi tamamlamaya çalışıyorlar. Böylece hocaları gibi yazar olmaya çalışan bir grup gencin yaşlı bir adamı yeniden hayata ve yazmaya bağlamaya çalışmaları anlatılıyor ki aşk veya ihanet burada sadece genç öğrencilerin anlamaya, öğrenmeye çalıştıkları hayatın bir bileşeni olarak ortaya çıkıyor

 

Sevgili Hasan’ın “(Sonsuz) da okuduğu ve bugünlerde yayınevinde yayına hazırlanan sekizinci kitabım “B.A.Y”da (ki ismin erkek anlamına gelen “Bay” ile ilişkisi yoktur)  mesleğinden, hayatından bıkmış, yaşamını sorgulayan orta yaşlı bir erkeğin kendisini suçlamaya başlamasıyla gelişen psikolojik bir roman var. Bir kaç gün içinde bitirmeyi umduğum son romanımda ise birbirini unutamamış iki eski aşığın yeniden karşılaşmalarıyla bir dönem Türkiye’sinde onları ayrılığa zorlayan dini ve sosyal baskının sorgulandığı romantik bir hikaye konu ediliyor. Dolayısıyla, kitaplarımda, bir erkek kahraman ve onu aldatan kız veya kızların hikayelerinin tekrarlandığını hiç düşünmemiştim. Ama bir de bu bakış açısından oturup hepsini baştan okuyacağım.

 

 

Elif: Peki şimdi şu kadın düşmanlığı mevzusuna gelelim biraz… Romanlardaki kadın karakterler genelde şeytani, doyumsuz, ne istediğini bilmeyen, yüzeysel insanlar olarak tasvir ediliyor. Bu yüzden de ‘kadın düşmanı’ olarak tanınmaya başladınız. Bu konuyu netleştirmek istiyorum ben. Gerçekten bir tür düşmanlığınız var mı kadınlara karşı?

 

Cem Şancı: İlk iki romanımda çapkın, serseri, maço karakterleri işlemiş olduğum için, üzerimde böyle bir damga kaldı. Bu ay derki için yazdığım, Yeni Türk Edebiyatı Manifestosu’nda da açıklamaya çalıştığım gibi, henüz roman okumayı öğrenebilmiş bir toplum değiliz. “Roman” ile kişisel gelişim kitaplarını, anı ve düşünce yazılarını birbirine karıştırıyoruz. Roman bir kurgu üzerinde gelişir. Kurgudur. Yani, hayal ürünüdür. Hayal gücünün mahsulüdür. Konu alınan hikaye, kahramanlar, anlatılanlar, diyaloglar gerçek değildir, kurgudur. Hikayenin gidişatı, kurgunun izi, yazarın planı gereği şekillenir ve gelişirler. Maço bir erkeğin hayatından bir kesit anlattığınız bir romanda “aman okuyucularım beni kadın düşmanı sanmasın,” diye o maço karaktere kadınlara, insanlara saygılı bir kimlik yaratamazsınız. O zaman ortaya çıkan maço bir karakterin değil, insanlara saygılı, efendi bir adamcağızın hikayesi olur. Ama Türk okuyucusu bu farkı bir türlü anlayamıyor. Yine de şükrediyorum, ilk romanımda insanları katleden, karınlarını deşen, boğazlarını kesen bir katilin hikayesini anlatan polisiye-gerilim yazsaymışım adım sapık katile çıkacakmış demek, ucuz kurtulmuşum.

 

Şaka bir yana, zaten okuduğunu anlamayan, ne okuduğunun farkında olmayan, romanı, kurguyu, yazarın ideolojisini yayma aracı zanneden okuyucular için yazmıyorum. Kadın düşmanısın diyenlere de, şu sıralar, büyüyünce başbakan olacağım bütün kadınları köle yapacağım diyorum. Cıyaklayarak ve ellerini kaldırıp havada sallayarak, sağa sola koşturup kaçmaya başlıyorlar.

 

 

Elif: Toplumumuzda zaten kurguyla gerçeği ayırt edememe sorunu özellikle son dönemde kendini iyiden iyiye belli ediyor. Dizi karakterleri ölünce onların adına ölüm ilanları vermek, çocuğu bile olmayan bir oyuncuya rolünden dolayı yılın annesi ödülü vermek vb. örnekler giderek çoğalıyor. Bu tartışmasız. Yine de spesifik olarak sizin romanlarınızı ele aldığımızda kadınlara karşı kötü bir duruşu inkar etmek mümkün değil. Her ne kadar kurgu da olsa yine de bu sizin bir parçanız, bu kadar sert olmasa bile sizin hayata bakış açınızla ilgili bir kesit diye düşünmeden duramıyor insan…. Bu yüzden “Hayır benim bu yazınlanlarla hiç alakam yok.” demeniz biraz değişik bir duruş.

 

Cem Şancı: İnsanların kurguyla gerçeği karıştırdığını yıllardır her fırsatta söylüyordum ama okumak fiilinden uzak olduğumuz için, kitap popüler bir mecra olmadığı için, ancak dizi filmlerdeki karakterler ölmeye başlayınca ele alınmaya başladı bu sorun. Kadın düşmanı olmadığımı çevrem, yakınlarım, iş arkadaşlarım çok iyi biliyor ama ağa dizilerini, mafya dizilerini seyreden, dizideki ağayı, kiralık katili yolda görünce ellerine sarılan, karakterler ölünce başsağlığı ilanı veren insanlarla bana kadın düşmanı diyen insanların profilleri çok farklı değil. Dolayısıyla onlarla tartışmaya girmenin, edebiyatı, romanı anlatmanın faydası olmuyor. Belki gelecekte, toplumun eğitim düzeyi  yükseldiğinde, kurgunun ne demek olduğu anlaşıldığında yazarlar, sanatçılar biraz daha rahat edecekler ama bugün bu sorunları yaşamak zorunda olduğumuzun farkındayım. Üstesinden gelmenin bir yolunu da bulamadım on senedir. Hayatımı, sağa sola koşup, ben kadın düşmanı değilim diye bağırmakla da geçiremeyeceğim için, bu insanları yok sayıyor ve yaşamıma, yaratmaya, yazmaya devam ediyorum. Başka ne yapılabilir ki? Diyorum ya, iyi ki ilk romanlarımı polisiye-gerilim üzerine yazmamışım.

 

 

Elif: Son bir şey daha sormak istiyorum bununla ilgili.. Bu konuda en çok yapılan yorum “Kesin bir kadın çok kötü kırmış kalbini zamanında…” oluyor. Bu tür bir tecrübe sizi kadın erkek ilişkilerini bu boyutta ele almaya itmiş olabilir mi, haklılık payı var mı bu yorumun yani?

 

Cem Şancı: On yıldır bu soruya cevap vermekten o kadar bıktım ki… Biliyorum, romanlarımı okuyanların haklı olarak merak ediyorlar ve sormak istiyorlar ama bu da, insanlarımızın romanı, kurguyu anlamayışının bir başka delili. Hayatımı, yaşadıklarımı yazan bir yazar değilim Geçen aylarda bir dergide, bir röportaj okudum. Adamın biri ICQ tavladığı kızlarla yaşadığı yatak maceralarını yazmış, kitap yazmış. Yaşadıklarınızdan yola çıkarak, kadınlardan yediği darbeler yüzünden yazıyor, dendiğinde o ICQ aşklarını yazan adamla aynı kefeye konduğumu düşünüp, sinirlendiğim de oluyor. Edebi kimliğimin içine özel yaşamımı karıştırmak istemediğim, kitaplarım, romanlarım, yarattığım karakterler, kurgular yerine yaşadıklarım konuşulsun istemediğim için bunu hiç dile getirmedim ama ben hiç bir zaman ilişkilerinde acı çeken, terk eden sevgilisinin peşinde koşup ağlayan, sızlayan sonra ellerini göğe doğru açıp, “Tanrım! Kadınlardan nefret ediyorum!” diye bağıran dramatik bir karakter olmadım ki. Elbete ilişkilerimde terk edildiğim, beğenilmediğim, istenmediğim zamanlar oldu ama bu nedenle giden birinin ardından koşmayı anlamlı bulmadım. Demek ki, terk edilebilecek kadar birinin hayatında önemsiz bir yer kaplamışım ki, bensiz olmaya cesaret edebilmiş, bensiz yaşamaya karar verebilmiş. Değer görmediğim o ilişkinin peşinden koşmanın anlamı olmaz, diye düşündüm her zaman. Terk edilmeler, hayal kırıklıkları benim hayatımda hiç bir zaman unutulmaz, büyük, dramatik, efsanevi acılar, olaylar olarak yer almadı. Aksine, ben aşkın ne olduğunu anlamaya çalışırken, ayrılıkların, ihanetlerin, terk edişlerin ve terk edilişlerin de onun bir parçası olduğunu düşünerek yarattım hikayelerimi. İşin özü budur.

 

 

Elif: Hazır söz ilişkilere ve aşka gelmişken… Romanlarınızda genel olarak aşkın ne olmadığıyla ilgili söylemler bulunuyor. “Aşk gözlerine bir kere bakmak için ölürüm demek değildir.” örneğindeki gibi. Aşk o değilse, bu değilse, nedir size göre? Aşk diye bir şey kaldı mı gerçekten günümüzde yoksa Holywood’un yarattığı bir illüzyonda mı yaşıyoruz?

 

Cem Şancı: Aşkın doyurucu bir tanımını yapmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Bir reçetesi, bir ilacı, bir tanımı yok. Üstelik Edebiyatta aşkın ele alınışıyla ilgili çok örnek gördüm, okudum. 1980’li yılların başında bakkalarda satılan, Brezilya dizisi tadındaki pembe dizileri de, bugünün yere göğe sığdırılamayan yazarların aşk romanlarında da hep yapay bir tanımlama girişimiyle, basit, bayağı bir lezzetle karşılaştım. Elbette, bu yorum kişisel görüşümdür amacım kimin nasıl yazdığını tartışmak değil ama gördüklerimden sonra aşkı tanımlamak konusunda korkmaya başladığımı biliyorum. Kolay değil, aksine sizi batırabilecek, rezil edebilecek bir uğraşıdır aşkı tanımlamak. Üstelik de çoğu zaman saygısızlıktır bence. Her insanın aşkı yaşayışı farklıdır. Genel bir tanım getirmeye çalışmak bu insanları bir üniformanın içine sokmaya çalışmak, onların duygularına, yaşamlarına değer vermemek gibidir. Metropalas diye bir dizi yayınlandı 2004 yılında. “Sex and the City”nin kopyasını yapmaya çalışmışlardı. Deniz Akkaya, aşk hakkında yorumlar yapıyordu. “Aşk, bazen satın aldığınız kıyafeti mağazaya geri götürüp iade etmektir, “gibi alakasız laflar ediyordu. Şimdi, alışveriş merkezi kızları için aşk elbise satın almakla tanımlanabilen bir şeyse, ben aşk hakkında hiç bir şey bilmek duymak, yaşamak istemem açıkçası. Aşkın tanımını yapmaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz. Ama aşkın yaşanışını anlatmak farklı bir şeydir. Benim de yaptığım budur. Aşk hikayesi anlatmak…

 

 

Elif: Edebiyatta aşkın ele alınışından bahsettiniz. “Centilmeler için…” adlı kitabınızın arka kapağında kitaptan bir alıntı yer alıyor. Bu alıntıda bazı aşıkların fazla konuşmadan, şov yapmadan aşkını yaşadığından söz edilmiş. Ben de en meşhur aşk hikayelerinden biri olan Leyla ile Mecnun’da hangisinin aşkını kendinize daha yakın bulduğunuzu sormak istiyorum. Aşkından çöllere düşen, tüm dünyaya haykıran Mecnun mu yoksa aşkını içine gömüp susan Leyla mı? Hangisi daha gerçek veya daha kutsal sizce?

 

Cem Şancı:Leyla ile Mecnun’un hikayesindeki aşkı, bu hikayenin yazıldığı dönemde geçerli olan değer yargılarından bağımsız incelemek mümkün değil. Kulaktan kulağa anlatılan bu aşk efsanesinde, Türk toplumunun terbiyeli, namuslu, dürüst kız örneğine uygun olarak, yaşadıklarına sesini çıkarmayan, susup köşesine oturan ve kaderine razı olan, içten içe sevdiğinin gelip onu almasını bekleyen bir kız ve sevdiğiyle evlenmek, yuva kurmak için “eşek yüküyle” başlık parası ödemek zorunda olan, hayata göğüs germesi, güçlü olması, her zorluğu aşması gereken erkeklerimizi sembolize eden bir karakter vardır. Ama açıkçası bu hikayede aşk göremiyorum çünkü dediğim gibi, Ferhat ile Şirin aslında iki insanın kavuşmasının zorluğunu anlatan bir eleştiri gibi gelir bana. Belki hikaye devam etseydi ve Ferhat ile Şirin buluşup, kavuşup evlenseler, birlikte yaşamaya başlayıp diyaloga girseler, bu iki aşık birbirlerinin parçası olsalar ortada bir aşk hikayesi olacaktı.

 

“Centilmenler için adım adım kötü kızlarla flört rehberi,” isimli romanımda yazar olmaya çalışan yetenekli bir kaç üniversite öğrenci, bir zamanlar çok okunan, beğenilen ama ama on yıldır ortadan kaybolmuş bir yazarın ısrar sonucu vermek zorunda kaldığı seçmeli sanat dersini alırlar. Yaşlı yazar, öğrencilerin aşkı tanımlamaya çalışıp, gösterişli cümlelerle aşk hikayeleri yazmaya kalkışmaları üzerine, bir hatırlatma yapma gereği duyuyor. Aşkın her zaman gösterişli cümlelerle yaşanmadığını, demin de anlatmaya çalıştığım gibi, bir formülü, bir tanımı, belli bir ifade şeklinin olmadığını, bazen en büyük aşkların suskunlar, sessizlikle arkasında yatabileceğini hatırlatmaya çalışıyor öğrencilerine.

 

Benim görüşüme gelirsek, hiç bir formülü, kuralı olmayan bir sahada, her şey doğrudur. Aşık adam dağları da deler, susup içine de kapanabilir. Ama bence her aşk saygıyı hak eder.

 

 

Elif: Yine aynı kitap aslında roman olarak geçse de sonunda romanın içinde karakterlerin yazdığı, ama aslında sizin tarafınızdan yazılmış olan, bir rehber de var. Bu rehber bir tür “kadının kullanma kılavuzu” niteliği taşıyor. Yüzyıllardır erkeklerin üstüne kafa yorduğu “kadınlar ne ister?” sorusunun cevabını bulmuşsunuz sanırım… ne ister kadınlar?

 

Cem Şancı: Hemen hatırlatmam gerekir ki, rehberi yazan ben değilim, romanın kahramanı Okan Bey. Ben sadece Okan karakterinin aklındaki kitabı kelimelere döküp okuyucuya ulaştıran bir sekreterdim. Bu noktada insanların aklı karışıyor biliyorum ama Cem Şancı hiç bir zaman oturup da kadınları nasıl kullanırız, diye bir kitap yazmaz. Bu benim ilgi alanım değil. Kitaptaki karakter, Okan ise bir dönem çok ünlenmiş keskin dilli bir mizah yazarı ve o da, kadınlara, erkeklere öğütler veren kişisel gelişim kitaplarını alaya almak için böyle bir mizahi rehber kaleme alıyor.

 

Kadınların ne istediği sorusuna, benim ve Okan’ın vereceği cevaplar da farklıdır.  Ama Okan’ı bir kenara bırakırsak, kadınların da saygı görmek istediğini söyleyebilirim ki, roman karakterlerimin dışında benim aşka bakışımda da saygı en önemli unsurdur. İki insanın, birbirlerine saygı duymadan aşık olabileceklerine inanamam. Saygı, karşınızdaki kişinin varlığına önem verdiğinizin delilidir. Dolayısıyla, o kişinin yaşamınızın parçası olması, hayatınızı o insanla paylaşmak sizin için önemlidir. Ama elbette bahsini ettiğim saygı, el öpmekle, ayağa kalkmakla, kapıyı açmak, sigarasını yakmakla gösterilen sosyal kuralların buyurduğu saygı değildir. Düşüncelerine, sözlerine, korkularına, mutluluğuna, coşkusuna saygı gösterirsiniz. Varlığına saygı gösterirsiniz, onu anlamaya çalışır, kendinizi anlatmaya çalışırsınız. Kadınların istediğinin bu tür bir saygı olduğunu düşünüyorum. Çünkü erkekler kadınlara çoğu zaman, kendi hayatlarına adapte edilecek modüller olarak bakarlar. Evlenince işi bırakan kadın olur, çiftin hayatı erkeğin işi üzerine şekillenir. Uzak şehirler sözkonusuysa, evlenince kadın erkeğin şehrina taşınır, erkeğin hayatına adapte olur. Elbette Bir yaşam kurarken, bir aşk yaşanırken, belli kararlar alınmak zorunda kalınabilir.. Dolayısıyla, erkeğin yanına giden her kadın örneği yanlıştır diyemeyiz.Vurgulamak istediğim, erkeklerin kadının yaşamını biraz daha küçük görmesi. Oysa kadın da erkek gibi yarım bir insandır ve ancak ikisi bir araya gelince bütünü oluştururlar. Taraflardan birinin varlığının daha az önemli olduğunu düşünmek sakat bir mantıktır ve bence kadınlar bu saygıyı görmek istiyorlar. Üstelik haklılar da…

 

  

Elif: Aslında tüm bunlar dünya genelindeki ataerkil toplum yapısından kaynaklanıyor. Ama son zamanlarda kadınların bu ezilmişliklerini kullanarak daha aktif hale geldiği ve yer yer erkeklerden daha baskın olmaya başladığına dair bir inanç yaygınlaşmaya başladı… Sizce de ataerkil toplumdan anaerkil topluma geçiş sürecinin başlangıcında mıyız?

 

Cem Şancı: Kadınlara hak ettikleri özgürlükler verilince, ikinci sınıf vatandaş veya erkeklerine hizmet etmesi gereken köleler değil de insan oldukları kabul edilince, doğal olarak, insanlıkları da ortaya çıkmaya başladı. Kadınların da, erkekler kadar “kötü” olabilecekleri görüldü. İnsanlık binlerce yıldır kadını namus simgesi yaptığı için kadın hakkında konuşmak bir tabuydu. Kadınlar aldatmaz, kadınlar ihanet etmez, kadınlar yalan söylemez, kadınlar yozlaşmazdı. Toplumu ayakta tutmak için buna inanmak zorunluluğu vardı. Erkek sabah işine gidiyor, bütün gün kadını evde yalnız bırakıyordu. Kadının insanüstü meleksi bir varlık olduğunu düşünmez, kadının insan olduğuna inanırsanız, kadının insana özgü yanlışları yapabileceğini kabullenmiş olursunuz. Yani erkek işine gittiğinde kadın erkeği başka bir erkekle aldatabilirdi. Ataerkil toplum bu gerçeği kabullenerek yaşayamaz. Dolayısıyla namuslarını temiz tutmak için bütün kadınları kesip, doğramadan barış içinde yaşamanın tek yolu kadını melekleştirmekti. Ki, bu yöntem kadının da ayağına pranga bağlıyordu. Kadın kendine giydirilen bu melek gömleğini çıkarmaya kalktığı zaman, toprağa gömülüp taşlanacağını, recmedileceğini biliyordu. Bu günün modern toplumlarında bile bu korku hala farklı biçimlerde var. Artık kadınları toprağa gömmüyoruz belki ama üzerlerine “ahlaksız” diye bir sıfat yakıştırıyoruz. Oysa kadın da erkek gibi insandır ve insana özgü her türlü yanlışı, hatayı yapma hakkı vardır. Cezası da, hata yaptığı, güvenlerini sarstığı insanların sevgisini, inançlarını kaybetmekten fazla olmamalıdır ki bu zaten en ağır cezadır. Neyse ki, toplumumuz zina tartışmaları sırasında bunu az çok idrak etti bence.
 

Aslında beni kadın düşmanı ilan edenlerin çıkış noktaları da, romanlarımdaki karakterlerin yer yer bu görüşü dile getirmesiydi. Kadınların da insan olduğunu vurgulayan karakterler, kadınları insan olarak görmek istemeyen örümcek kafaların akıllarını karıştırınca, yapılabilecek en kolay iş, “bu yazar kadın düşmanıdır üstelik de bir kadından çok fena tekme yemiştir,” demekti. Oysa bugün herkesin adını saygıyla andığı Cehov pek çok hikayesinde erkek karakterlerine, kadınların ne kadar güvenilmez, yalancı, tehlikeli varlıklar olduğunu söyletmiştir. Kadınlar için şeytan, sinsi, acımasız, vicdansız yaratıklar diye tanımlamıştır.  Şimdi adını hatırlayamıyorum, ama Guiseppo Verdi en ünlü eserinde kadınların acımasızlığını, vicdansızlığını dile getirmiştir. Bu insanlar gibi ben de kadın düşmanı değilim ama hayat bir gerçeği gözümüze gözümüze sokuyor. Kadınlar melek değildir, insandır. Dolayısıyla eserlerimizde, kıvrılıp köşesinde oturan, başını eğip kaderine razı olan, herkesin acıyacağı meleksi kadınları konu almıyoruz. Kadın karakterleri, olması gibi insansı yönleriyle işliyoruz. On sene önce Türk toplumu belki bunu duymaya hazır değildi ama artık Semra hanımlar, Sinemler  sayesinde de olsa, kadınların insan olduklarını anladılar.

 

Elif: Kadınların ve erkeklerin toplum içi rollerinden bahsettiniz. Bir de eşcinseller var. Toplum onlara alışmaya başladıkça onlar da kabuklarından çıkıp günlük hayat içinde kendilerini daha net ifade edebilmeye başladılar. Hatta çocuk doğurup/evlat edinip yetiştirmeye başlayan çiftler bile var. Ancak hala eşcinselliğin psikolojik bir rahatsızlık ya da ruhsal bir sapkınlık olduğuna dair görüşler çoğunlukta. Siz ne düşünüyorsunuz? Eşcinseller kadın ile erkeğin yanında üçüncü bir cins olarak mı kalıyorlar? Tedavisi mümkün bir hastalık mı eşcinsellik dediğimiz?

 

Cem Şancı: Eşcinselliğin bir sapıklık veya hastalık olmadığını biliyorum. Eşcinsel dediğimiz insanlar aslında yanlış bir bedenin içine yanlış bir beyin yerleşmesi sonucu, doğanın insanlığa oynadığı bir oyun veya aldatmacadır. Bilim, eşcinsel dediğimiz insanların daha anne karnında yanlış hormonlara maruz kalarak, bedenleriyle beyinleri farklı gelişen kurbanlar olduğunu kanıtladı. Bir cenin, örneğin XY kromozomlarıyla döllenip erkek olarak kodlanıyor ancak nedeni anlaşılamayan bir hata sonucunca anne vücudu cenine olması gerekenden daha fazla kadınlık hormonu veriyor. Ceninin beyni, hormonların etkisi altında kadın olarak gelişiyor. Bir kadının arzularına, bir kadının duygularına, bir kadının düşünce biçimine sahip oluyor ama bedeni, elleri kolları, kalçaları, bacakları, cinsel organları, eti, kemiği kromozomların kodlamasıyla erkek bedeni olarak şekilleniyor. Veya kadın bedeni içinde erkek oluveriyor. Dolayısıyla, ne ilaçla, ne psikolojik tedaviyle düzelecek bir sorun değil bu. Hasta olduklarını düşünmüyorum, çünkü hastalık başka bir şeydir. Bu insanlar yaşamı  normal insanlar gibi sağlıklı yaşayabiliyorlar. İşlerinde başarılı, hayatlarında mutlu oluyorlar. Sadece doğanın kötü bir şakası olarak, çekici buldukları insanlarla aynı bedene hapsedilmiş durumdalar. Dolayısıyla onları suçlamanın da anlamı yok. Bence aralarında bir aşk da yaşanıyorsa, ki yaşandığını biliyoruz, buna saygı göstermemek de büyük bir ayıptır. Eşcinselleri anladığımız, kabullendiğimiz zaman, onlara yaşama hakkı, çalışma hakkı verdiğimiz zaman, onların kendilerini eğiten, çalışan, değerli insanlar olduklarını da göreceğiz hatta görüyoruz.  Ama eşcinsel oldukları için insanları işten atar, karalarsanız, bu gün olduğu gibi, onlara yaşamak için sadece otoyol kenarlarında iş yapmaktan başka yol bırakmazsınız.

 

 

Elif: Son olarak Cem Şancı’nın ütopyası nasıl bir yer olurdu diye sormak istiyorum. Neler olurdu içinde, neler olmazdı, sistem nasıl yürürdü… Çok kapsamlı bir soru bu ama ana hatlarıyla değinebilirseniz sevinirim.

 

Cem Şancı:Her şeyden önce, bugünün dizi filmlerini gerçek sanarak ölen karakterler için ağıt yakanları gibi, cahil insanlar tarafından yönlendirilmeyen, eğitim seviyesinin yükseldiği bir toplumun içinde yaşamayı isterdim ki, on sene önce mesela kadın düşmanlığı konusunda kendimi anlatamayınca, gerekirse kendi küçük dünyamı kurup orada mutlu olurum diyordum ama bugün, eğitimsiz bir toplumun her noktada bir sorun çıkarabildiğini ve bireylerin yaşamlarını mahvettiğini görüyorum. Sistemi, dengeleri, işleyişi insanlar daima kendi kendilerine kurarlar. En kaotik ortamın içinden bile insanların varoluşlarını koruma altına alacağı bir düzen çıkar. Dolayısıyla neyin nasıl işleyeceğini tek tek benim veya başka birinin belirlemesi anlamsızdır. Biliyorum ki, iyice eğitim almış, kendini ve çevresini anlamaya çalışan bir toplum, her bireyin mutlu olacağı bir ütopyadır. Bir gün hepimizin bu düşe ulaşacağını umuyorum.

 

 

Elif: Teşekkür ediyorum zaman ayırdığınız için.

 

Cem Şancı: Herkese sevgilerimle…