Bulunduğu yerde olmak yerine; dünyanın çoğumuza hiç de tekin gelmeyen başka bir köşesinde, dar sokaklara kıstırılmış bir gece yarısını yaşamayı isterdi belki de. Yine de orada bulunanlara, kaç kişi ve nasıl insanlar olduklarına bir bakış dahi fırlatmadan geldi, oturdu, bir sigara yaktı ve kitaplarından birinin sayfalarını çevirmeye başladı. Onu daha önce görmemiştim ama bütün o kitaplardan aklımda kalan en önemli şeylerden biri sigaranın onun hayatında bitmek tükenmek bilmeyen varlığıydı, mutlaka çok içiyor olmalıydı. Başını ellerinin arasına aldı; bir buğunun içinden bir görünüp bir kaybolacakmış gibi gizemli, herkesten uzak oturdu. Önündeki mikrofona konuşmak yerine; başka şartlarda, başka mekânlarda bire bir yapacacağı diyalogları tercih eder gibiydi.

 

Aslında dedi, çok sigara içtiğim için ses tellerim bozuluyor, sesimin kusuruna bakmayın. Sessiz, ılımlı, loş arkadaş odalarında, yapacak hiçbir şey olmadığından, karşılıksız aşklardan, gelmeyen telefonlardan, beklemelerden sıkılındığında, birden bire o her şeyi yanımızdakine anlatmaya karar verdiğimiz  ve sonra usul usul anlattığımız anlardaki gibi sakin, yan odalarda uyuyanları uyandırmaktan korkar ve hepimizle tek tek konuşurcasına sabırla anlattı.

Önce Mucizevi Mandarin.

İşte Cenevre’nin gecelerinden bir alıntı; “Martıların ve Boğaz vapurlarının şehri hâlâ yeryüzünde bir yerlerde, ben içinde olmasam da yaşamaya, büyümeye ve ölmeye devam ediyor herhalde. Cüzdanda taşınan bir fotoğraf gibi yanımdan hiç ayırmadığım İstanbul ise hiç değişmiyor…Bir de martı sesleri… Ama Cenevre’de martılar bile çok sessiz.”

Kitaplarını yayınlanış sırasına göre, bizim onu tanımamıza, anlamamıza yarayacak küçük ipuçlarıyla bize sundu. Geçirdiği ağır hastalık sırasında yazıp bitirdiği Kırmızı Pelerinli Kent’i diğerlerinden ayrı bir yere koyuyordu…Yoksa aslında o, hiçbir şeyi hiçbir şeye tercih etmeyi sevmiyordu. Kitaplar yazılıyor, son nokta konulunca her defasında başka bir hayata başlanıyordu. Önemli olan kitapların yayınlanması değil, bitmeleriydi. Sancılar bitiyor, güneşli bir güne yürünüyordu kitapların sonunda, ama hep söylenecek sözler vardı ve her şeye yeniden, yazarak, bir daha başlanıyordu.

Kırmızı Pelerinli Kent’ten:

“Birdenbire çok tuhaf bir duyguya kapıldı; sanki kendi cümleleri ansızın yazanlarına doğru dönmüş, onu izlemeye başlamışlardı. Kalemini kaptı, sayfanın üzerine dev bir çarpı işareti attı. Bir tek cümle yazdı sonra:

‘Kendimi olduğumdan daha büyük göstermek için yazıyorum, çünkü…çünkü çok küçüğüm.'”

Kabuk Adam’ı ise okuyucunun neden o kadar beğendiğini bir türlü anlayamıyordu. O bir solukta, üstelik çok âşıkken yazmıştı kitabını, bizlerse bir solukta, âşık okumuştuk.

“Binlerce metre yükseklikten bakıldığında, Karayipler, okyanusun tekdüze, cansız maviliğinde sıralanmış, irili ufaklı, sarı,kahverengi adalardan oluşuyordu. Birbirinden ayırt edilemeyen, çorak, kişiliksiz adalar; mavi bir masa örtüsündeki kurabiyeler gibi. Buraların dilsiz güzelliklerinin ne kadarını yaşayabilmiş, gölgesiz kumsallarda ve deniz kabuklarında binlerce yıldır saklanan sırların ne kadarını çözebilmiştim? Tutku ve korku dolu olan uzun yolculuğumda, Oklar Körfezi’ne gitmeyi bile unutmuştum. Sonuçta, tek bir insan yüzü kalmıştı geriye Karayiplerden, bütün yolculuklardan ve kıtalardan, bütün bir tarihten daha anlamlı olan insan yüzü. Yaşamımın anahtarı, Kabuk Adam’ın gözlerinin kapkara derinliğinde gömülü olacaktı bundan böyle.”

Basit bir denklemdi, basit bir açıklaması olan küçük bir bağ vardı aslında okuyucuyla arasında. O tüm yakıcı duyguları tam da okumak istediğimiz gibi yazıyordu, o kadar.

Duyarlı ve ilgili kişiliğiyle yaklaşık üç yıl Radikal’de cezaevleri, kapalı kalmalar, yalnızlıklar, işkence ve ölümleri de yazdı. Yazdıklarıyla aslında hiçbir şeyi değiştiremediğini düşünüyor, birini bir yazıyla ölümden kurtarmak, ölümün önüne geçmek değil” diyor. İster makalelerle elli bin kişiye ulaşılsın, isterse öykülerle üç bin kişiye, artık ölümü on yıl önceki gibi yazamayacağını düşünüyor. Aradan geçen on yıldan sonra ölüm hiç de hafife alınıp da dobra dobra yazılacak bir şey değilmiş meğer..

Radikal’deki yazılarını denemeler başlığında Bir Yolculuk Ne Zaman Biter isimli kitapta topladı. Bence onu en iyi tanımlayan şey uzak kentlerle kurduğu acıklı, hüzünlü, masalsı ve yalnız bağ. O gitmenin ve geri dönmenin ne olduğunu çok iyi bilen bir yazar. Aslı Erdoğan diyor ki;

“Bir kentin, iliğine dek sahici kesildiği an, yıllar sonra ona döndüğümüz zamandır.”

Ece Arar