İçimizdeki “içsel ses”i duymaya başladığımızda bize neler anlatır? Cevaplarını daima dışarıda aradığımız “Ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum?” sorularının yanıtları onda olabilir mi?
Hasan Sonsuz Çeliktaş. 1995 yılında çıktığı yolun hikayesini, deneyimlerini takipçileri ile paylaşıyor. Hem de en dürüst şekilde, neredeyse tüm ayrıntıları ile… Bunu neden yapıyor? Çünkü birçok eğitim almış olmasına rağmen bireysel danışmanlık vermektense kitlesel olmayı tercih etmiş. Bu gazetecilik kimliğinden de kaynaklanan bir yaklaşım… Bir kuyudan çıkmayı insanlara en iyi anlatabilecek olanın o kuyuya daha önce düşen kişi olduğundan hareketle, kendini tam anlamıyla sevebilmek için başlayan arayışını herkesi okusun diye yeni bir kitap yazdı: “Ben Senin Sonsuzluk Rehberinim”. Hasan ve Sonsuz’un yani içindeki büyük BEN’in yolculuğu bakalım sizleri nereye götürecek?
Hasan sen buralara nereden geldin?
Anadolu’da yaşayan dindar bir aileden geliyorum. Dindarlığı gördüm, yaşadım ama bir yerden sonra verilen yanıtlar beni tatmin etmemeye başladı. Ve isyan halim başladı. Bu başlıbaşına bir hikaye… Neticede 1995 yazında 19 yaşındayken uyanış sürecim başladı. O zamanlar gittiğim bir dernek vardı; Evrensel Kardeşlik ve Bilgelik Derneği. İlk eğitimimi orada Mualla Güven’den aldım. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okuyordum. Okulda da dergi çıkarıyordum. Böylece yazı yazmaya başladım. O zamanlar böyle kitaplar, eğitmenler yoktu. 2000 yılında Sonsuzluk Ötesi diye bir e-posta grubu kurdum. Geceleri sohbet programlarında spiritüel konularla ilgilenenleri resmen avlardım. O zaman bulduğum arkadaşlarımın çoğu bugün Türkiye’nin önde gelen eğitmenleri oldular. 2004 yılında derki.com’u kurdum. Bir yandan da basında çalışıyordum ama ruhsal bilgileri popüler bilgilerle harmanlayıp yayınlayabileceğim bir yer yoktu çünkü. Tüm arkadaşlarımı topladım, yazı yazmalarını istedim, ben de genel yayın yönetmenliğini üstlendim. Ruhsallıkta medyayı tercih ettim yani. 2011 yılında da The Wise’ı kurdum; derKi’nin İngilizcesi. Bizim eğitmenlerimizin ne anlattığını dünya okuyabilsin istedim. Çünkü biz dışarıdakilere nimet gibi atlıyoruz ama bizdeki bilgiler daha derin. Hep şunu iddia ediyorum, bu dünyada bir aydınlanma başlıyorsa başladığı yer Anadolu’dur.
Birçok deneyim yaşıyorsun ve bunları açık yüreklilikle paylaşıyorsun. Neyin arayışındasın?
Tek duam oldu 1995’ten beri, “Senin bu dünyadaki kalemin olayım, dilin olayım, benden insanlara ak” dedim. Ama deneyimlemediğim bir şeyi anlatamam. O yüzden de bir sürü yükü alıp gelmişim. Medyada olmayı bilirsin, her konuda fikir sahibiyizdir ama hiçbir konuda çok derinleşmeyiz. Tadını biliriz ama her şeyden azar azar yeriz. Aslında ben çok seçiciyimdir. Sadece Reiki’yi kullanıyorum. Theta Healing’i üç sene sonunda eğitmenime güvendikten sonra kabul ettim. Regresyonu deneyimledim. Arada başka birkaç deneyim olmuştur ama bana her gelen enerji tekniğine kesinlikle atlamam. Karşımdakinin ne yaptığından emin olmam gerekir. Bu enerjidir, şakası yoktur, bozar bırakırlar düzeltemezler de. Bu da bir tavsiye olsun okuyuculara.
Kitabın raflarda… Bu ilk kitap mı?
Üçüncü. “Bu Spiritüalizm Ne Ola Ki?” ve “Birileri Kadınlarımızı Fena Kandırıyor” vardı. Onların baskıları kalmadı. 11 sene aradan sonra bu kitap çıktı.
Ne anlatıyorsun kitapta?
Kitap yazayım diye yazmadım. Zaten sürekli yazı yazıyordum. Bedenimde ruhsal tetiklenmeler oluyordu ve içine giriyordum. O zaman içsel benimle sohbet etmeye ve bunları film gibi seyretmeye başladım. Sonra da yazmaya… Bir, iki, üç diye yazarken bir baktım sıralayınca roman oldu.
Kurgu değil mi yani bu anlattıkların?
Hayır, hepsi yaşandı. Hiçbir şekilde önceden kurgulamadım. Hatta bu kitabın devamını da yazacağım ama ne yazacağım konusunda hiçbir fikrim yok çünkü o anda çıkacak.
Bedenimle tetiklenmeler derken neyi kast ettin?
Sabah kalkıyorum mesela öfkeliyim. Öfkeyi sık sık yaşadım. O öfkenin içine giriyordum ve oradan hop başka yerlere gidiyordum. Bazı sahneler oluyordu, “Yazmayayım, bu kadar saçma şey olur mu? Bunu nereye bağlayacağım” diyordum. Ama sonra öyle bir bağlanıyordu ki ben de şaşırıyordum. Çok yoğun duygular içinde yazıldı. Bazı yerlerde ağlatır hatta. Beşinci bölümde içsel çocukla karşılaşma bölümü var ki hala okurken ağlarım. Orada içsel çocuğumuza neler yaptığımızı görürüz. “Bir ben vardır bende, benden içeri”deki “ben”in dile gelmiş hali bu roman.
Kitapta iki kişi var; biri sen biri Sonsuz. Sonsuz kim?
Birisi ben, diğeri BEN.
BEN kim?
Hepimizin içindeki ortak BEN aslında. Kaynağımız, özümüz diyeceğimiz… Hasan’ın değil sadece… Sonsuz yerine başka isim de koyabilirsin, Tanrı da diyebilirsin. Sonuçta o her zaman içimizde konuştuğumuz.
Konuşuyor muyuz gerçekten?
Konuşuyoruz. Aslında duymasını bilirsen sürekli konuşuyor. Ama hepimizin ortak BEN’i o. Her birimizden farklı yansıyor.
Onu duymamızı engelleyen ne?
Kafamızda çok fazla gürültü var. Çevreden gelen uyaranlara çok fazla takılıyız. Duymuyoruz. Bir yandan da aşırı kibirliyiz. Her şeyi bildiğimizi, her şeyi kontrol edebildiğimizi zannediyoruz.
Yargılamalarımızla ilgili bölümün altını çizmiştim. Gerçekten etkileyiciydi. Aslında kimi yargılıyoruz?
Yargıladığımız her şey bize ya büyüklerimiz, ya çevremiz, ya öğretmenlerimiz ya da toplum tarafından öğretilmiş, aslında bizimle ilgili olmayan şeyler. Ama bize enjekte edilmiş ve duruyor. Meryem Suna’nın güzel bir örneği vardır: Zihinlerimiz rahim gibi, çevredeki tüm düşünceler de sperm gibi. Çevreden gelen spermleri alıp rahmimizde büyütüyoruz ve çocuklar oluyor. En sonunda yargılarımız ortaya çıkıyor. Zannediyoruz ki ne kadar iyilik yaparsak o kadar sevap toplarız ve cennete gireriz. Tek isteğimiz var cennete girmek. Aslında tek isteğimiz büyük BEN’le buluşmak. Aslında oradayız, farkında değiliz. Sürekli yargılıyoruz, herkesin bizi yargıladığını zannediyoruz ama sadece kendi kendimize kendimizi yargılayıp kendimize ket vuruyoruz. Benim de hala yargılarım var ama farkına varıyorum ve vardığım anda bilinçsizce yaptığım yargıyı bilinç üstüne çıkarıyorum. “Bu benim yargım” dediğim anda o artık erimeye başlıyor.
Örnek verebilir misin böyle bir fark edişine?
Cinsellikle ilgili çok yargılarım vardı. Mesela evlenilecek kadın, eğlenilecek kadın ayrımı yapardım. Bu tamamen bize öğretilmiş bir yargı. Bunun zihnimin oyunu olduğunu, hangi sevişmeden aşk çıkacağının bilinemeyeceğini, aşkın sevişmesiz olamayacağını, bunların bir bütün olduğunu, dünyaya da bir sevişmenin soncu geldiğimi ve bunun ayrımının yapılamayacağını idrak ettikten sonra artık öyle bir ayrımım yok. Aslında bu toplumda birçok erkekte olan bir yargı bu. Farkına varıp ifade ediyorum. Ben ifade edince aynı durumdaki kadınlar ya da erkekler bunu okuyup bir çıkış yolu olduğunu görüyorlar. Bununla ilgili bir hikaye vardır:
Adamın biri çukura düşmüş. “İmdat imdat” diye bağırıyormuş. Bir rahip geçiyormuş, “Allah yardım etsin sana” deyip devam etmiş. Adam tekrar yardım istemeye başlamış, oradan geçen bir doktor reçete yazıp aşağı atmış. Tekrar bağırmış. Bir arkadaşı görmüş, hemen çukura atlamış. Adam demiş ki “Teşekkür ederim atladığın için ama sen de çukurdasın. Ne yapacağız şimdi?” Arkadaşı yanıt vermiş: “Evet çukurdayım ama daha önce buraya düştüm, nasıl çıkılacağını biliyorum. Gel seni çıkartayım.” İşte benim yaptığım da bunun gibi. Reçetelerle, dualarla değil de, aynı haltı yiyen kişinin “Gel, çıkış yolu bu” demesiyle oluyor.
Çocuklarla ilgili sahne de çok etkileyiciydi. Yargılayan yetişkinler haline gelişimizi anlatıyorsun.
Çocuklar çok neşeli ve büyümeye başladıkça ailelerinden, toplumdan onları yontma çabaları geliyor. Özellikle günah kavramı ile, cezalandıran Allah kavramı ile. Çocuk yavaş yavaş donmaya başlıyor ve sonra çevresinde duvarlar ortaya yükseliyor. Son olarak da yargıladığın binaları kurmaya başlıyorsun. Yeniçağ çocuklarında bu durum biraz daha az çünkü bilinçli aileler artıyor. Hep şunu söylüyorum; 60-70-80 doğumlular olarak iki kuşak arasında kaşar peyniriyiz. Biz bu kadar çalışma eğitimi yapıyoruz ama bizim çocukların bunlara ihtiyacı olmayacak. 25-55 yaş arasında olan bizler ara geçişi sağlayan kuşağız. Çocuklar bizlerin sürekli çalışmalar gitmesiyle dalga geçiyorlar çünkü onlar zaten biliyorlar. Ama biz bunları yaptığımız için biliyorlar, genetiğimizden geçiyor onlara. Bir tüneli açmak 20 sene sürüyor ama sonra içinden beş dakikada geçiliyor. İşte biz elimizde kazma ile o tünelleri açıyoruz, arkamızdan gelenler beş dakika içinde geçecekler. İnsanlık böyle ilerliyor.
Ne anladın sen bu hayattan?
Hep şöyle bir örnek verdim buna… Ergenlik çağındayken sevişmeye dair her şeyi bilirdim. Ama ne zaman bir kadınla birlikte oldum sevişmenin ne olduğunu anladım. Deneyimden önce sadece konuşurdum. Hayat da Yaradan’ın kendi gücünü deneyimlemesi… Bu bir yolculuk. Ben mesela Mısır’a gidiyorum. Niye? Yolculuğun tadını çıkarmak için. En sonunda başladığımız noktaya döneceğiz, yanımızda bir sürü hikaye ile, kendi gücümüzü deneyimlemiş olarak. Yaşam bir deneyim. Yoksa ruhu daha ötelere taşıyacak bir durum yok, ruh zaten muhteşem. Biz bu oyunu oynayıp tadını çıkartmaya geldik. Bu kadar da basit.
“Dev kaydırağa binmek için can atıyorsunuz ve sonra çığlık çığlığa bağırıyorsunuz” diye bir cümlen vardı kitapta…
Yazarken aklıma kendi kızım geldi. Su parkına gittik bir gün. Kaydırağın başına geliyor, “ben binmem buna, korktum” diyor. Ama sırf ona binmek için gitmişiz oraya. Direniyor. En sonunda ben attım onu aşağı. Çığlık çığlığa kaydı ve hemen “Bir daha” demeye başladı. O ilk adım işte! Bir kez bindin mi, tadını aldın mı bırakamıyorsun.
Tadını çıkartmak deyince sinirlenen insanlar var… Bu dünyada neyin tadı diyorlar?
Dünya gezegeni fiziksel ve duygusal acının çok yoğun yaşanabildiği bir gezegen. Ruhlar aleminde bu dünyaya gelenlere cesur ruhlar gözüyle bakarlarmış. Bizler cesur ruhlarız. Başımız nelerin geleceğini bile bile buraya geldik. Biz bunları kabullendik. Ve dedik ki biz bu gezegende deneyimlerimiz yaşar, alacağımızı alır, hatta katkıda da bulunuruz. Evet kabullenmesi zor olabilir ama biz bu seçimi yaptık. Şimdi sürekli şikayet halindeyiz. Bir geziye çıkmak isteyip, çıkınca da sürekli şikayet etmek gibi. Gördüğümüz canımız acıtmıyor mu? Acıtıyor, eyvallah. Duygusuz değiliz. Ama şu anda yaptığımız yanlış bu dünyayı kabullenmemek ve Tanrı’yla aşık atmak; “Biz senden daha iyisini bilyoruz” diye. Sürekil itiraz halinde olmaktansa kabullenip, “Şimdi ne yapabilirim?” demek lazım. Dışarıdaki olaylara bakınca ben hep içime döner bakarım; “Ne var ki dışarı yansıyor?” diye. Dışarıyı suçlamayı çok seviyoruz ama içeriye, içimizdeki savaşa hiç bakmıyoruz.
“Ben iyi bir insanım, işime gidiyorum, evime geliyorum, kötü olayların benimle ne ilgisi var?” diyorsa kişi…
İçindeki katile, tecavüzcüye, içindeki diktatöre bak. Şikayet ettiğin her şeyin içinde olduğunu görme cesaretine sahipsen tüm bu seçimlerin sonucunun bu gezegeni yarattığını, senin de bu gezegenin yaratımına katkıda bulunduğunu görürsün.
İnsan bunu kendi başına bakabilir mi?
Kendi başına hiçbir şeye ihtiyacı olmadan da ilerlersin ama rehberler süreci hızlandırırlar. Rehber da sana kendi gücünü hatırlatacaktır. Her şeyi yapan yine sensin.
Pozitif olmak ne demek senin için?
Olanı olduğu gibi kabullenmek, akışla beraber gitmek demek. Negatif kötüdür, pozitif iyidir diye bir şey yok. İkisi de var. Bir Kızılderili hikayesi vardır: Siyah Kurt ile Beyaz Kurt. İkisi hep kavga ediyorlarmış Torunu dedesine “Hangisi kazanıyor?” diye sormuş. İnternette bunun finalini şöyle düzenlemişler: “Hangisini beslersek.” Dualite bilincindeki birisinin illa seçim yapman gerek yönünde bir müdahalesi olmuş finale. Oysa bu hikayenin orijinal finali şöyledir: “Bana iki kurt da lazım. Kimi zaman beyazın kimi zaman siyahın bilgeliği. Ben ikisini de beslerim ama hangisine ihtiyacım varsa o an onu kullanırım.”
Pozitif-negatif böyle bir şeydir. Pozitif kabulleniştir, reddediş değil. Evrende çok net bir şey var; kabul ettiğin her şey seni güçlendirir, reddettiğin her şey seni zorlar. Kabul et ve kabullenişle birlikte bir dönüşüm yaşa. Reddettiğin her şey karşına daha büyük ortaya çıkar. Kabul et ve “Ben bunu nasıl farklı yönetebilirim”e bak.
Günlük hayatın içinde büyük resme bakmakta zorlanıyoruz. Baktığımızda ne görürüz?
BEN’ime bir güvenim var. Kimi zaman çok hayırsız gibi görünse de sonra hayrını görüyorsun. Bazen bir çocuk gibi istediğin oyuncak alınmadı diye yaygarayı patlatıyorsun. Ama vardır bir bildiği. Eninde sonunda o oyuncak geliyor. Bugüne kadar bana istediğim tüm oyuncaklar geldi, benim istediğim zamanda gelmedi ama tam zamanında geldi. Geriye çekilip baktığımda muhteşem bir plan var ve kendimi ona teslim ettim. Bazen canım da acıyor. Canım acıdığında ondan kaçmak çözüm değildir. Acının içinden geçip teslim olmayı da öğrendim. Biliyorum ki ardından bambaşka olacak. Bizler güzel birer elmasız ve üstümüzü gazete kağıtları sarmış. Bizi bir fırına atıyorlar. Alev alev yanıyoruz ama yanan o kağıtlar, yani sahte benlikler. Bağırıyoruz çünkü kendimizi kağıttan zannetmişiz. Ama en sonunda geriye elmas kalıyor, geriye sadece sen kalıyorsun.
Geriye sadece sen kaldıktan sonra da birlik hissine ulaşılıyor. Bir olma halini çok derinden hissettiğin anlar oluyor mu?
Birlik hissini herkes yolun bir yerinde hissediyor. Bu bir teknikle, okumayla olmuyor. Bunu en net Meryem Suna’nın kampında bir örnekle yaşadım. Birbirimizi gözüne baktığımız bir çalışma vardı. Arkadaşımın gözüne bakıyordum ve bir süre sonra salondaki tüm gözler ben oldum. Tüm insanlar, hayvanlar, tüm canlılar hepsinin ben olduğumu hissettim. İçimden bir ses geldi, “Ben sana her zaman, her yerden bakarım, herkesin gözünden bakarım” diye. O an ağlamaya başladım. Sonra çalışma bitti, yemeğe geçtik, masalara oturduk. Herkesin karşısında birisi var. Bir oturdum ki benim karşımda kimse yok. Kendimi inanılmaz yalnız hissettim, az önceki birlik hissine rağmen. Canım acıdı. “Hani bana herkesin gözünden bakıyordun, niye karşımda kimse yok?” dedim. İçimden yine bir ses geldi, “Ben sana boşluktan da bakarım.” Karşımda boşluk sandığım yere bakarken ilerideki ağacı gördüm. Üzerinde “Meyvelerimizi koparmayınız” yazıyor ve yazının altında bir gülen surat var! Evet, her yerde O bakıyor, her şeyde O bakıyor. Bunu her zaman göremiyoruz ama birlik hissini gerçekten hissettiğim anlardan biriydi o.
Karşındaki insanların senin yansıman olduğunu kabul edebildin mi?
Yansıtma teorisi çok sinir olduğum bir konu. “Bu gıcık insanı ben mi yansıtıyorum” diyoruz. Evet! Çevremizde gördüğümüz her şey bizim zihnimizin yansıtması. O gıcık insanı sen yaratıyorsun. Senin içindeki gıcığın yansıması o. Farkına varırsan o senin hayatına bir daha gelmiyor ama kabul edene kadar da insanın canına okuyor. İstersen fiziksel olarak yok et o kişiyi, aynı enerji başka yerden yine gelecek. Kocandan geldi, boşadın, kurtardın sanıyorsun değil mi? İki-üç sene sonra daha ağır şekilde karşına çıkıyor. Yüzleşeceksin, kabulleneceksin kendin yarattığını. O zaman armağan da verir. O armağanı alıp ruhunu büyüttün mü artık hayatına gelmiyor o konu.
Kitabın devamı olacak dedin. Neler olacağına dair bi fikrin var mı?
Bu kitabın sonunda zaten İskenderiye şehrine varıyorlar. Metaforik bir şehir orası. Orada sanırım yeni karakterler katılacak. Ne olacağını sadece hissediyorum. Bilmiyorum. Ben de yaşarken yazacağım. Ama bir yere geldiğinde Sonsuz beni başka bir Sonsuz’a teslim edecek onu biliyorum
Senin de çevrende hep kadınlar var. Kimi diyor ki kadınlar daha cesur, erkekler korkuyor. Kimi diyor ki kadınların kadınların daha çok ihtiyacı var. Kimi de diyor ki kadınlar her şeyi çok dert edip sonra çare arıyor. Sen ne diyorsun?
Spiritüel bilgiler çalışmalar yin enerjidir, dişil enerjidir. Dişil olduğu için kadınların yatkınlığı doğal olarak daha fazla. Yang daha dünyevi, daha mantıklı, analiz eden tarafımızdır ve bu da erkeklerde daha yoğundur. Erkekler spiritüel konulara bir parça uzak durur çünkü doğası gereği yatkın olmaz. Yani burada ne kadınların aranması söz konusu ne erkekleri kaçışı… Tabii şu da var; kadın erkeğe oranla daha karmaşık bir yapı. Bu bilimsel bir gerçek. Sağ ve sol beyinleri arasında erkeğe göre kat kat fazla bağlantı kurabilen bir organizma. Erkekler daha primitifler. Ama temel olay spritüel bilgilerin yin enerji olması ve kadında bunun daha fazla olması…
Pozitif okuyucularına ne söylemek istersin?
Seviyorum. Bu kadar. “Sizi seviyorum” demek geliyor içimde. Tanımıyorum ama seviyorum. Kendimi çok sevmek istedim. dileğin hep buydu. Kendimi sevmeyi isterken sevginin ben olduğuma dönüştüm. Her şeyin bir olduğuna dönüştüm. Bazen zorlansak da evet ben seviyorum. Pozitif okuyucularının kendi içsel benlerinin sesini daha fazla duyabildikleri yıllar olsun!
Ol’sun o zaman…
Ol’sun.
Kitaptan…
“Artık başını indirip de önüne bakabilirsin Hakim Bey!” dedi kinayeyle.
İstemeye istemeye indirdim başımı. Karşımda küçük ve acılar içinde bir ben bekliyordum. Böyle ezilmiş, büzülmüş, yaralar içinde… Ama hiçbir şey yoktu karşımda. Hatta bir mahkeme salonu bile değildi burası. Bomboş geniş bir odaydı. Bari bir sandalye, bir masa aradı gözlerim ama sadece boş bir oda. İleride de bir kapı vardı. Şaşırmıştım hem de çok…
Sonsuz gülümseyerek, “Ne sanıyordun, bu odanın seni dinleyenlerle, suçlularla, avukatlarla, sandalyelerle dolu olacağını mı? Yargılayıp verdiğin tüm kararlar, bu odada yankılanıp durdu. Kimseyi etkilemedi. Kendini göreceğini zannettin ama sen zaten 49 metrelik kürsünün tepesindesin. Oraya hapsolmuşsun aslında. Sürekli uzayıp duran bir de bina inşa etmişsin simsiyah camlı. Ne güneşi görebiliyorsun ne havayı soluyabiliyorsun ne dışarı çıkabiliyorsun ne yaşamını tadabiliyorsun. Kendini sürekli yargılayıp karar vermek zorunda hissediyorsun. Kendine daha büyük bir cezayı nasıl verebilirsin ki?”
Şaşkınlığım sürüyordu hala. “Nasıl oldu da ben o kürsüyü inşa etmeye başladım? Nasıl büyüttüm bu kadar? Seninle dışarıdan şehre baktığımızda yüzlerce metre yüksekliğinde binalar gördük; insanlar, kardeşlerim, bizler nasıl olduk da kendimizi bu binalara ve kürsülere hapsetmeyi başardık?”
“Gel seninle buradan dışarıya çıkalım.” Şehrin üzerindeydik yeniden. Dış mahallelere doğru çayırlarda oynayan çocuklar gördük. Bunlar dünyaya yeni gelmiş ruhlardı. Bazıları neşe içinde oynarken bazıları da yerlerinde donup kalmışlar, ötelere doğru boş boş bakıyorlardı. Biraz ileride ise donup kalmış çocukların bazılarının çevresinde duvarlar yükselmeye başladığını gördük. Bazı alçak binalar da vardı, üstleri kapanmıştı ama içleri görünüyordu henüz. Bu binaların camları tam kararmamıştı ve içinde felç olmuş gibi duran çocukların altında tahtadan kürsüler yükselmeye başlamıştı bile. Onlar ne olduğunun farkında bile değillerdi.
“Aileden öğrenilenler, çevreden gelenler, okul sistemi, kısaca dünyanın ruhla temas etmemiş maddi, yoğun, ağır enerjili tarafları önce dondurur çocuğun içindeki neşeyi. Sonra da korkuyu kullanarak ördürür duvarları etrafına ve karşılaştırmayı kullanarak öğretir yargılamayı çocuğa. Çocuk o denli yoğun enerjili mesaj bombardımanı karşısında felce uğrar ve karşı bile koyamaz. Duvarlar bitip kararınca ve kürsü hazır olunca çocuk felcinden uyanır. Fakat bu sefer de nerede olduğunu bilemez, korkar. Çevresindeki büyüklerine bakar, onlar da zamanında duvarlar arasında hapsedilmiş, sürekli yargılayan, çocuklardan başka kimseler değillerdir.”
(İlk Yayın: Pozitif Dergisi – Aralık 2016)