“Her yazmaya başladığımda, elimdeki boş sayfaya dökülmeyi bekleyen hayatın verdiği dersler, duyduklarım, inandıklarım, şüpheye düştüklerim ve hayret ettiklerim olur… Her yazar gibi ben de kurduğum hikâyenin içinde yaşar ve ölürüm…” diyor yeni romanı “Son Lobotomi”nin girişinde Sevgili Ayşenur Yazıcı.

Çoğumuz onu 1983 yılında Trt’de başlayan ekran yolculuğu sayesinde tanıdık. Birçok televizyon kanalında görev yaptı. Durmaksızın olan bitenden haberdar etti bizleri, kâh sunduğu bültenler, kâh yaptığı programlarla ve en kalıcı olanı da yazdığı kitaplarla… İlk kitabı “Ekmek Arası Hayat”la başladı yazarlığa ve ardından, “Bedriye, Kadınlar Ağlar, Makyajda Sihirbazlık Numaraları, Son 13 Gün, Sizin Hikâyenizi Çaldım, Yaşama Yetişemeyenlere Mucize Çözümler, Sensin Mağara Adamı, Dil Kâfirleri, Dön Muazzez” ve şimdi de on birinci kitabı “Son Lobotomi” ile bir kez daha bizimle.

Kitapla ilgili sohbetimize geçmeden önce şunu belirtmek isterim tüm kitaplarını okumuş bir seveni olarak. Her defasında farklı bir Dünya, farklı bir öykü ile çıkar karşınıza Ayşenur Yazıcı. Yazarlığı kâşifliğinden sonra gelir aslında. Durmaksızın araştırır, okur, deneyimler, gözlemler ve sonunda da paylaşır. Bu defa bambaşka bir alana çevirmiş merceklerini ve “Paranormal Öyküler” başlığı ile niteliyor kitabındaki altı öyküyü.

Öncelikle kitaba adını veren kavramın ne olduğunu arka kapağından alıntılayarak bu yazılı söyleşimize başlamak istiyorum.

Lobotomi: Eskiden akıl hastalarına “sus ve bizim gibi yaşa” demek için, beynin iki lobunu birbirinden ayıran cerrahi yöntemin adı.

Sevgili Ayşenur Yazıcı bu tanımın içine  “kanımca adaletsiz” diyerek kendi fikrini de eklemiş. Ve devamında da demiş ki:

Onların, kederi ve sevinci yaşama şekillerinden korktuk. “Çoğunluğa ters” olmaları yüzünden loblarını ayırıp beyin elektriğini düzeltmek istedik.

Algıları, tepkileri bizden farklı diye, sürüden ayrılıyorlar diye…

“Dahi ve deli”, “aptal ve akıllı” aynı harflerle başlıyor oysa…

Güçlü olmayanı, bize uymayanı çürükten yana attık da ya bize göre “ters” olan bu insanların, yaşadığımız boyutun dışında çalışan antenleri varsa?

“Ruh hastası” deyip işin içinden sıyrıldığımız; yalnızken “ordu” gibi davranan, üzüntüleri ve dilekleri bizimle aynı olmayan insanlar…

İlk sayfalarda “mümkün değil” diyeceğiniz olaylar, kitap bittiğinde “ya gerçekse?” sorusuyla aklınızda bir yere sıkışıp kalıyorsa başka antenle algılayıp, o boyutu da affedeceksiniz.

Beynimizin iki lobunun arasında saklı, itiraf edilmemiş gerçek (dışı) hikâyeler.

Kanımca Sevgili Yazıcı okurlarına; kitabındaki birbirinden farklı altı hikâyeyi de bitirdiklerinde, aslında hepimize toplum tarafından doğduğumuz an itibariyle yapılmaya başlanan “Lobotomi”yi tersine döndürmeyi amaçlamış. Kavramın önüne de bir “Son” koymuş olması, kitap bitirildiğinde varılan farkındalık noktasından geriye dönüş olamayacağına bir vurgu mu acaba? Tam bu noktada, “hoş geldiniz” diyerek sözü kendisine bırakıp soralım, kitabınızın adı neden “Son Lobotomi”?

Ayşenur Yazıcı:

O kadar çok isim aradım ki bu kitabıma! Çünkü bu bir roman değildi. Her biri ayrı ayrı bir roman içeriğinde 6-7 öyküyü bir kitapta toplandı. İsteğim, her biri bittiğinde okurun diğer hikâyeye geçmeden gülümsemesi ve hayrete düşmesiydi. Yani şimdiye dek okuduğu “sonlar” olmasın istedim. Yahut olay öyle gelişsin ki kimse bunu tahmin etmemiş olsun… Bunu yapabilmek için “bizim gibi düşünmeyen” insanlar gibi kurgulamam gerekiyordu. Herkes olmamak için beynimin iki lobunu bir süreliğine ayırmak zorunda kaldım. Okuyuculara kitabın paranormal hikâyelerden oluştuğunu söyleyip Twitter’den yardım istedim ve takipçilerimden biri Özgür Bey, Lobotomi ismini buldu. Ben de önüne “son” kelimesini koydum çünkü bu tarz öyküleri okurken anlayanlar bir daha eskisi gibi düşünmeyeceklerdi. Farkında olduğunuz “o andan” sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor…

Peki. Artık kitabın içindeki hikâyelere doğru ufak ufak ilerleyelim. Şahsen kitabın her bir cümlesi özene bezene seçildiği için fazlaca paylaşmak istemiyorum, zira edinip okuyacaklara haksızlık olmasın istiyorum. Ama öyle cümleleri, öyle düşündürücü aforizmaları var ki Sevgili Ayşenur Yazıcı’nın; benim gibi merak edecek tüm okurları adına bir kaçını izniyle buraya alıntılayıp bana düşündürdüklerinden yola çıkarak sorularımı yönelteceğim kendisine. Mesela ilk öykünün on beşinci sayfasında diyor ki Sevgili Yazıcı; “Herkes öğüt verirken biraz da kendi duymak ve inanmak istediğini tekrarlar.” Bu cümleyi okuduğumda aklıma ilk gelen sosyal ağlar ve insanların paylaştığı cümleler oldu. Sürekli birbirimizi eleştirme durumu; başkalarına ait özlü sözleri kullanarak sürekli etrafımıza doğruyu işaret etme ihtiyacımız acaba aynı kaynaktan mı çıktı? Ya da, insanlar bu eylemlerle birbirini dürterek toplu farkındalığın artmasına mı vesile oluyor Sevgili Yazıcı, ne dersiniz?

Ayşenur Yazıcı:
Özlü sözleri birbirimize durmaksızın aktarmak istememizin altında iki sebep var bence:
1-Kendi gibi düşünenlerin okumasını ve onaylandığını hissetmek arzusu. Böylece kişi düşünce tarzının onayını alınca yalnız olmadığını biliyor, emniyette hissediyor.
2- Kendine yüzlerce kez tekrarladığı bir aforizmanın tam tersine gelişen olayların içinde yaşadıkça, insan iyiye olan inancını yitirmekten korkuyor ve kendine tekrar ederek özlü sözü inançları içinde daha derinlere yerleştirmek istiyor.
Tıpkı “iyiler her zaman kazanır” sözüne inanmak isteyip sürekli tekrar etmemiz gibi. Oysa şu anki sosyal hayvan insan (!) tam tersini gözlemekte… Utanarak.

Hemen ardında on altıncı sayfada diyorsunuz ki: “Zihin dalaşı, kinayeler, hicivli espriler monoton hayatına her sabah uyandığında sanki birileri getirip başucuna bir demet çiçek bırakıyormuş gibi iç kımıldanmaları getirmişti.” Bunu öyküdeki karakter için yazmışsınız ama gerçek hayatta da acaba sanal dünyayı bu şekilde içselleştiren insanlar var mı sizce?

Ayşenur Yazıcı:
Tabii ki sanal âlemi içselleştiren çok insan var.  İnternetten herkes kendini istediği gibi tanıtabiliyor, kılıklardan kılık beğen ve geç PC karşısına! Olmak istediğini ve olamadığını giyindiğin en serbest yer burası! Hayatına sanal adrenalin geliyor. Hepimiz gitgide daha az evden çıkarak sosyalleşiyoruz. Kim ”hayır” diyorsa kendini kandırıyordur J .Ticaret internetten, alışveriş internetten, ev ofis çalışanlar çoğalıyor, arkadaşlarımızla internetten konuşuyor, bilgisayar önünde tanışıyor, paylaşıyor, kamerayla sohbet ediyoruz. Nerdeyse yaşamın tamamı bir sandalye üzerinde bakılan ekranın ötesinden ibaret oluyor. Hayatında bir çiftliğe gitmemiş, canlı bir hayvanın sorumluluğunu almamış insanlar bilgisayardan ekin biçiyor,süt sağıyor, çapa yapıp olgunlaşmış domatesleri topluyorlar!!  

Otobüse binmek işe gitmek sanki “zorunlu olan kötü işimiz”, esas işimizse PC önünde iletişim kurmak! Böyle olunca nerdeyse tamamımız sanal iletişimle doyuyoruz. İşin hep kötü ve olumsuz tarafından bakmamalıyız tabii ama “nefis” kontrolü sağlam olmayan birçoğumuz sanal âlemde, yaşamın özünden uzaklaşarak doymaya başladık.

Sayfa yirmi üçte bu defa çok özel bir paragraf karşımıza çıkıyor aşk ilişkilerine dair.
“İç sesin “Gelmezsen ödüm kopar” diye bağırır duymazdan gelirsin. Seni huzursuz eden bu aşk yalnızlığına kızar… Hadi diyelim geldi. Bu defa “Kalmazsan ödüm kopar” olur içindeki çığlık… Ve sevdiğin yanında kalırsa da “İstediklerimi vermezsen ödüm kopar” diye bağırır içindeki ses.
Aşk, sayende her köşeden kıstırılmış bir yavru kediyken, bir kaplana dönüşür ve seni parçalar sonunda.”
Sevgili Yazıcı, bu paragrafta çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğunuz gibi; acaba beynimizin mantık ve duyguları yöneten iki lobunu birbirinden ayırıp birinin paranormal bir şekilde baskın çalışmasını sağladığı an itibariyle “aşk” insan beyninin kendi kendine uyguladığı organik bir “Lobotomi” operasyonu mudur?

Ayşenur Yazıcı:
Evet. Aşk, insanın duygularının şiddetine teslim olup, aklıselim düşünmeyi beceremediği bir hastalık halidir. Aşk, aklın normal şartların dışında mesai yapmasına sebep olur. Alışılagelmişin dışında duyu alımı ve davranışlardır. Lobotomi ameliyatı da bu çılgınlıkları frenlemek için yapılmıyor mu? O olmazsa yaşayamayacağını sanır herkes. Tutku ve aşk ikiz kardeştirler. Âşık olduğu kişiyi yitirmiş birinin de aynı bir eroinman gibi tepkiler vermesi bundandır. Bunu doktorlar, kimyagerler, endokrinologlar, göze alınan çılgınlıklar ispatlamıştır çoktan. Aşk bağımlılık yapan eroin kadar tepkiler oluşturur vücutta. “Gelmezsen ödüm kopar” “kalmazsan ödüm kopar” “bana aşkın biter diye ödüm kopar”…Bu cümleler bir eroin gibi bağımlı olduğu salgıların çığlığıdır. Ve sonunda “o” gelmezse aşk kine dönüşür… Gazetelerin 3.cü sayfaları bunların örnekleriyle dolu. Hatta dünya edebiyatı bu bağımlılığın hikâyeleriyle dolu.

İşte yine yirmi bin fersah derinliğinde bir cümle; “Aşkta insan, insanla yarasını onarıyordu.” Aynen katılmakla birlikte şunu merak ediyorum, erkeklerin ve kadınların yaşadıkları bu öğrenim döngüsünün farkına vardıkları çağlar farklı mıdır? Bir kadın bunu kaçlı yaşlarında öğrenir ve dizginleri eline alır? Erkeklerin içsel muhasebe yaparak kendini onarma özelliği var mıdır, yoksa çivi çiviyi söker mantığında mıdırlar çoğunlukla?

Ayşenur Yazıcı:
Konu bağımlılık ve tutku olunca, çekilen acının veya terk edilişte hissedilen delilik halinin, cinsiyete göre derinliğinin değiştiğini sanmıyorum. Acı acıdır! Eroinman bir kadınla eroinman bir erkeğin krizlerinin farklı olmadığı gibi… Sadece “dişi” olan tarafın şefkat ve anaçlık tarafı daha güçlü olduğundan, daha çabuk kabullenir diye düşünüyorum. Öğrenmek deneyimle oluyorsa, acı her iki taraf için de ayni kg ağırlıkta bir deneyim oluyordur. Eril taraf dölleme güdüsü ile hareket ettiğinden başka bir dişi bulmakta ve travmayı atlatmakta daha avantajlı gibi duruyor. Erkek olmadığım için sadece varsayım üzerinden konuşuyorum. Önemli olan yaşadıklarından ders almak, bunu bir sonraki deneyiminde kullanabilmek .Bu da kişinin EQ’suna  (duygusal zeka) göre değişiklik gösterir sanırım

Sayfa yirmi sekizde bu defa; “Yok bunun adı sevgili olmak değil, bu olsa olsa “boş vakitlerimde yaralarımı sar ilişkisi” olabilir. Ve ben onsuz olan yaşamımda daha az acı çekiyordum. Şimdi o yaralarını sararken bende yaralar açılıyor. Peki, başka çarem var mı? Tamamen hayatımdan gitse ben eski Mina olabilecek miyim?” Dedirtiyorsunuz bu kitabınızdaki ilk öykünüz “Kimsesizler Mezarlığı”nın başkarakterlerinden Mina’ya. Yukarıda bahsettiğiniz türde bir ilişkinin içinde olan ve “-evet bu tarif edilen durum tıpkı benim yaşadığım gibi” diyen okurlarınıza bu koşullarda ne yapmalarını tavsiye ediyorsunuz?

Ayşenur Yazıcı:
Herkes nekahet dönemi denilen o sancılı kriz döneminde korkunç ağrılarla yaşar. Bu bir gerçek. Ayrılıktan sonra, onun olmadığı dönemki halimize döneriz elbet. Ama daha olgun ve deneyimli olarak. Kimsenin vazgeçilmez olmadığını anlamak için evrensel sevgiyle devinmek gerekiyor. Sevgiliye bağımlılık, onun gidişiyle değerinin kalmadığını hissetmek, sadece onun varlığıyla (simbiyosis yaşamla) nefes aldığını hissetmek, hayatın bir anlamının kalmamış olması klasik “tutku”nun hastalık halidir. Hasta olduğunu kabul etmekle başlamalı kişi. Bu hastalığı da ancak manevi sevgiyi çoğaltarak yenebilirsiniz. Yani: “Suretten geçerseniz, her şeyde sevgiliyi görürsünüz”.

Mesnevi’de çok net anlatılır: Eğer sevdiğin gittiği için, ondan uzak kaldığını ayrıldığını düşünüyorsan, sen onun kendini değil, “suretini” sevmişsin demektir.Ki bu da aşk değildir. Gerçek aşk, o gittiği halde onunla sevgili olmayı devam ettirebilmektir. Bu şekilde, “o” olmadan önceki kişi olmaya devam edebilecek gücü bulabilirsiniz. Bulamıyorsanız siz onu değil cismini sevmişsiniz demektir.

“O” gittikten sonra, yaşadıkları her güzel anı bir hediye gibi kabul edip gülümsemeyi bilmek, onunla yaşadıkları için şükretmek, bıraktığı tortuyu hazine kabul edip bir basamak daha yukarıdan hayata bakmayı örendiği için sevinmek gerekiyor.

Biliyorum yapması zor gibi görünüyor ama yaramızı sevgiyle sarmak dışında bir iyileştirme yöntemi yok.

Aynı hikâyenin devamında sayfa elli yedideyiz bu defa: ” Buharlı aynada yüzünü görmek için eliyle küçük bir yeri temizledi. Kendi gözlerine bakan bu kadını hiç sevememişti… Kendisi kendisini sevemiyorsa başkalarından nasıl onu sevmelerini bekleyebilirdi ki? Bu cümleyi tekrar ettiği müşterileri geçti gözlerinin önünden. Bu yaşına kadar öğrendiği en net ders sadece buydu.” Bu düşünceden yola çıkarak soruyorum; Ayşenur Yazıcı aynaya baktığında nasıl bir kadın görür, kendini sever mi?

Ayşenur Yazıcı:
Aynaya baktığımda yorgun, yaşlanmış, tahammülü artmış, ham iken pişme yoluna düşmüş pişmanlıkları olmayan, içinden evren aşkı fışkıran kirpikleri azalmış (!) yüzünde garip bir hüzün olan bir kadın görüyorum. Onu çok takdir ediyorum Biraz daha kendine baksa daha iyi olacak diyorum ama o da her seferinde “başka önemli işlerim var yakında inşallah” diyor. J Çocukluk düşüne yaklaştığını biliyor ve çok sevinçli. O, bilge ölmek istiyor ve bunun için elinden geleni yapıyor.
İkinci ve üçünü öyküler “Zeval ve Hayıf”, “Mihriban” gerçekten de en az diğerleri kadar aklın sınırlarını aşan kurgular içeriyor ve insanı epeyce düşündürüyor; “-acaba yerlerinde olsam ben ne yapardım?” dedirtiyor. Lakin küçük birer ipucunun bile gizemlerini ortaya çıkarabileceği özellikte kurguları olduğundan bu iki öykünün büyüsünü bozmamak adına okurlara bırakıyorum keşif sürecini.

Dördüncü öykü “Yedi gün Sükût” yine çok enteresan bir hikâye. Burada öncelikle dikkatimi çeken ise, olayın büyük çoğunluğunun geçtiği Moğolistan ülkesine dair verdiğiniz detaylar. Adeta okuyan kişiyi de kolunuza takıp oraları gezdiriyorsunuz. Mesleki sırlar istenmez ama çok merak ediyorum bunu nasıl başarıyorsunuz? Sonuçta bahsettiğimiz ülke Hollanda ya da Fransa değil Moğolistan, hakkında diğer ülkeler kadar rahat bilgi bulunabilecek bir yer gibi durmuyor…

Ayşenur Yazıcı:

Öykülere başlarken Atlas’ı açıp türeteceğim öyküye uygun felsefe ve inançları içeren memleketlere bakıyorum. Tibet, Çin, eski Moğollar, Şamanizm, Budizm; öykümdeki parapsikolojik öğeleri işleyebileceğim bir mekân araştırıyorum.

Kahramanın o memlekete gitmesi için bir yolculuk bahanesi üretmem gerek. Moğolistan-Türkiye ilişkilerini araştırdım önce…

İTO’ nun Moğolistan ülke raporunu, T.C Başbakanlık “Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı”nın 2005 Moğolistan raporunu, değişik mecralardan ülke hakkında verileri okudum. Sonra Moğolistan’a gezi gerçekleştiren bağımsız gezgin sitelerindeki resimli yolculuk hikâyelerini tek tek okudum. Ardından kafamda yol haritası belirledim ve önüme Moğolistan haritasını açtım, ırmakları, bataklıkları, yerleşim yerlerini belledim..Gerisi hikayeyi o haritada yerleştirmeye kaldı.:) Tabii ilham perileirini de unutmamak gerek.Yoksa her haritayı açan bir roman yazacak diye bir şey de yok…

Ve yine hayran kaldığım bir paragrafı yorumsuz paylaşmak istiyorum bu defa okurlarımızla.

“Pencereyi kapattı. Yolun üzerinde dönmekte güçlük çeken tekerleklerin sesi, rüzgârın yırttığı soğuk ve uğultular arabanın dışında çenebaz zaman sesleri olarak kaldı. Şimdi iç sesini dinlemek için hazırdı. “

Bir sonraki hikâyenin kahramanları Aslı ve Alp arasında yüz yedinci sayfada geçen bir diyalog var ki insanı epeyce düşündürüyor.  Sevgili Ayşenur Yazıcı bu noktada hem kadın hem erkek açısından olayı ele alırken gerçek hayatta ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu satırlarına yansıtıyor.

Evlilik adımının bir türlü atılamadığı uzun soluklu bir ilişkide kadın adamın karşısına çıkıp da “Hamileyim” derse, erkeğin aklından neler geçer? Ve kadın ne yapar? Yedi Gün Sükût böyle başlar gibi görünüyor ama öyle yerlere gidiyor ki hikâye… O sancılı diyalog sonrasında Alp’in başına gelenler… Çıktığı yolculukta karşılaştığı bilgenin ona söyledikleri sonrası olaylara farklı bakabilmesi ve sonuç… Okunmalı…

Yine aynı hikâyenin içinde bu satırlarla, hikâyedeki karakterin ağzından, bu defa dinler tarihine göndermede bulunuyor.

“Buda’yı Buda neden korumamıştı ve 6 bin manastırdan ancak 8 tanesi elimizde kalmıştı? Bizde herhangi bir kutsal metin üstünde düşünmek, yorum yapmak günahtır! Her dinin kanıtları inanç öğretilerinden çıkarılır, düşünce biçimi budur. Ama dili yoruma açıktır değil mi? Budizm aynı zamanda bir felsefe sistemidir.”

Bu noktada şöyle bir soru yöneltmek istiyorum size Sevgili Ayşenur Yazıcı; Avrupa’nın birçok şehrini görmüş, insanları ile diyalog kurmuş bir yazar olarak, onlar (Hıristiyan çoğunluk için soruyorum.) büyük bir kısmı 2010 sene önce yaşamış olan Hz İsa’nın hayatını anlatan kutsal kitap İncil’e göre mi yaşıyorlar? Yoksa kutsal metinlerinde söylenenleri çağın getirdiği koşullara göre yorumlayarak mı hayatlarına yansıtıyorlar? Mesela benim aklıma gelen en basit örnek, İncil kesin bir dille kadının saçını kısa kestirmesini yasaklıyor (Korintoslu’lara Mektup 11) ama Avrupalı birçok kadının saçı kısa. Siz insanlığın dine, kutsal metinlere bakışı konusunda yukarıdaki eleştirel yaklaşımınızı tüm Dünya için mi yoksa belli bir coğrafya için mi dile getiriyorsunuz? Ya da bu sadece hikâyedeki karakterin fikri mi?

Ayşenur Yazıcı:

Her din, gayet büyük bir gösterişsel sadakatle yaşanmakta… Maalesef her din, kendi kültürü içinde iki ahlaklı toplumlar yarattı. Gösterişte farklı, içinde farklı olan, davranan, gösteren, garip insanlar…

Tüm dünya dinleri için konuşuyorum. “Din, hür iradeleriyle inanan akıl sahibi insanları, en iyiye, en doğruya, en güzele ve ebedî mutluluğa ulaştıran ilahi Kanunlar bütünüdür.” (Diyanet sitesinden bu cümleyi aldım)

İnsanlara, yaratılış gayesini ve varoluş hikmetini din bildirir aslında. Severek, merhametle, bilgiye dayanarak, vicdanlı ve üretken yaşamayı öğütler tüm dinler. Ötesi teferruattır. Medeniyetin egoyu çırpmasıyla, hırsın çoğalmasıyla, “din” amacının dışına sapmış olduğundan; saçla başla ilgisi yok artık

Kalben tertemiz olmakla alakası var.

“Kadının saçının kesilmesinin yasaklanması”, “Kadının saçının kapatılması”  , “Samuray’ın tüm şerefinin saçları” olması, Budizm’de “saçın azalmasıyla iradenin çoğalıyor” olması, saçın kazınmasıyla “dünyevi isteklerin azalıyor olması” vs sadece bir davranış ritüeli..

Önemli olan saçına başına takmadan “O”  olabilmek! Yani “kâmil insan” saçla başla değil bilgiyle ve merhametle oluyor.  Dışta taşınanlarla değil içte var olan evrensel rab sevgisidir bizi tertemiz kılacak olan. Kitaplarımın hemen hepsinde romanlarımın da, farkında olarak veya olmayarak hikaye hep bu kamil insanla ve savaştıklarıyla süslenir…

Sayfa yüz yirmide Sevgili Ayşenur Yazıcı diyor ki: “Birbirimizi sadece bıçakla mı kanatırız sanıyorsun?”

Bu sorunun cevabını okurlara bırakıyorum. Kendi cevabını bulmakta güçlük çekenler, ya da yaptığının ne derece acıtıcı olabileceğinin farkında olmayanlar, kitapta çok güzel bir şekilde açıklanmış bıçaksız kanatılmanın ne demek olduğu. Bir kez daha kaleminize sağlık Sayın Ayşenur Yazıcı.

Sayfa yüz yirmi ikide bambaşka bir soru ile karşımıza dikiliyor bu defa.

“Görme duyun varken, göz kapağını araladığında göreceğini yüzde yüz bilirken, hiç açmadan 24 saat geçirebilir misin?”

Sevgili Yazıcı, yazılarınızdan biliyorum ki, geçtiğimiz aylarda, 24 saat olmasa da gözlerinizin kıymetini ve göremeyenlerin dünyasını algılamak adına karanlıkta hizmet veren bir restoranda yemek yediniz ve deneyiminizi kaleme aldınız. Oradan çıktığınızda nasıl bir farkındalık yaşadınız bizimle de paylaşır mısınız?

Ayşenur Yazıcı:
Sıfır ışıklı bir dev odada içeriye kuyruk halinde girip, görme engelli garsonlarımızın bizi oturttuğu masada, görmediğimiz yemeği yemek, bardağımızı bulmak, etrafı duyarak görmemek, karşımda kimin oturduğunu bilmeden sohbet etmek hayatımda yaşadığım en anlamlı 4 saatlik deneyimlerimden biriydi. Bunu web sitemde paylaştım.”Gözlerimi kapının önünde bıraktığım gün” adlı makalemde. Okumak isteyenler göz atabilirler. Şükretmek için ne kadar çok şeyim olduğunu bin kez sözlenerek eve gittiğim ve uyumak için gözlerim kapandığında inatla direndiğim geceydi o.

Sevgili Yazıcı aynı hikâyenin içinde bu defa bambaşka bir konuya uzanıyor yine ustalıkla ve diyor ki sayfa yüz yirmi dört ve yüz yirmi beşte:

“-Sıkılıyorum tabii biraz da… Annemle hep aynı şeyleri konuşuyoruz.

-Konuyu onun açmasını beklersen elbette hatıralarının temiz olanlarını anlatmayı tercih edecektir. Başka seçeneği yoktur ki! Ona hiç en sevdiği veya şaşırdığı bayramı, şehrin kırk yıl önceki sokaklarının nasıl olduğunu, çocukluğunda yaşadığı hüznü, umutlarını, hayal kırıklıklarını, evliliğinin ilk senelerini sordun mu? Onun hayatını önemsedin mi hiç? Değer verdiğini hissettirdin mi?”

– Onu çok sevdiğimizi bilir. Diyerek cevap veriyor bu soruya hikâyedeki diğer karakter. Peki ya siz? Şahsen ben 68 yaşındaki babamla yaşayan biri olarak bu satırlardan çok etkilendim. Kesinlikle haklısınız Sevgili Yazıcı; “günün nasıl geçti baba”nın ve günlük yüzeysel sohbetlerimizin dışında bu eleştirilerinizin tamamını hak ettiğimi düşünüyorum şahsen. Ki yeni yeni ona “Seni seviyorum” diyebilmeyi öğrenmişken… Ve yine biliyorum ki siz anne olmanın yanında birlikte yaşadığınız tonton bir annenin kızısınız da. Acaba yukarıdaki tespitleri yapabiliyor olmanızın sırrı üç neslin ortasında duruyor olmanız mı acaba? Anne olmak anneye bakışı değiştiriyor mu? Ya da erkekler için de baba olmak…

Ayşenur Yazıcı:
Hepimizin seçimleriyle hayatları şekilleniyor. Her ne kadar hepimiz “kader” ve “felek” denen o bilinmez zavallıları (!) suçlasak da, seçimlerimizdir bizim kırmamız gereken yolların taşlarını oluşturan… Ben de 22 yıldır benden 21 yaş küçük kızımla beraber oturuyorum. Annem akıl sağlığı biraz kötüleştiğinden beri artık benim kızım. Ve inanın 75 yaşında bir ergene çocuk gibi sahip çıkabilmek de zor. Çünkü o sizin gözünüzde bir erişkin ama çocuk gibi davranıyor ve sizin yardımınızla doğru adımlar atabiliyor. Sevdiği ve onun önem verdiği konulardan konuşulduğunda onarıldığını, sevildiğini hissettikçe huzur duyduğunu gözlemliyorsunuz. Seni seviyorum demek çok önemli. O bilse bile, emin olsa bile, hiç şüphesi olmasa bile tekrar etmek gerekiyor.

Yine yorumsuz ve sorusuz bir paragraf paylaşmak istiyorum kitaptan, sayfa yine yüz yirmi beş: “Sevdiklerimize onların bizim için değerli olduklarını hissettirmezsek, onların gözünde de değerimiz sıradanlaşır. Hiçbir şey yolumuzun kesiştiği insanlar kadar ders verici değildir. Bin tane kitap okusan da bildiklerin, başına gelenlerin yanında kurşun kalemle yazılı öğütlerden başka bir şey değildir. “

Sayfa yüz yirmi sekiz; bu defa da sağlık konusunda bilgilendiriyor okurunu Sevgili Ayşenur Yazıcı: “Mideniz sadece bir bahanedir. Ruhunuz kabullenemediğiniz bir olayı sindiremeyince mide rahatsızlanır. Midenin iyi olabilmesi için içinizdeki rahatsızlık veren konuyu çözmelisiniz. “

Sayın Yazıcı, bu konu kitapta daha önce değindiklerinizden epey farklı ve modern tıbbın da artık gün be gün keşfettiği bedene dair yeni bilgileri de içeriyor; acaba vakıflığınız ve paylaşmayı tercih etmenizde Rei-ki Master olmanızın etkisi var mı? Ve ruhun bir olayı kabullenebilmesi nasıl sağlanır? Kişinin kendini, karşısındakileri,  affetmesinin bu konuda bir faydası var mıdır sizce?

Ayşenur Yazıcı:
Bildiklerimi romanlarımda bir konu içinde paylaşmak hoşuma gidiyor. Kitabın, öyküden fazlasını okuyucuya aktarması gerektiğine inanıyorum ben. Yani bir kitap bittiğinde, hikâyenin içeriğinden hayata dair bir ders, bir yeni şey kalmalı insanın aklında. Her fiziksel hastalığın tetikleyicisi bir ruhsal sebep olduğunu bilmek için artık Reiki Master olmak gerekmiyor J  Louise Hay’in kitaplarını okuyanlar anlattıklarının bilimsel olarak nasıl desteklendiğini biliyorlar. Hangi kimyasalların bedende hangi duyguyla tetiklendiğini de bilim yüzyıllardır anlatıyor zaten. Kısacası keskin sirke küpüne zarar! Sirkeyi yani “öfke”yi nasıl atacağız? Affetmek dilde kolay, yürekte nasıl yapacağız? Eh bunca kitap, bunca NLP dersi, bunca öğreti var… Seçin beğenin öğrenin…J Yeter ki karar verin.

Sayfa yüz yetmiş birdeyiz, bu defa hikâyemiz “His Paratoneri” başkarakter Spiru kendi kendine konuşuyor: “İnsanın doğası bu herhalde… Hücrelerin, içgüdülerin, salgıların, gözüne çarpan her çift görüntüsü seni bir eş bulmaya kodluyor. Annesiz büyümenin hırsını, hayatında sana yaklaşmak isteyen tüm kadınlardan çıkarmanın adaletsiz sonucu bu. Ruhla beden ayrı nefret ve isteklerde yürüyorsa, bir insanın gelip toslayabileceği en dik duvar işte benim gelip dibine dayandığım bu kale kadar yüksek olur. O duvarın önünde diz çöküp, sevip de kaybetmenin korkularını içimde temizlemem gerek. “Her kadın aynı değildir” diye bin kere tekrar etmem de yetmiyor. Bunu bilebilmek için annem gibi olmayan kadınları da tanımam gerekmiyor mu?”

Sevgili Ayşenur Yazıcı bir erkeğin hayatındaki anne figürü burada anlattığınıza bakılırsa büyüdüğünde karşı cinsle yaşayacağı ilişkiler yolculuğunda en önemli etken. Kişisel gelişim konusunda kadınlarımızın kalktığı atağı göz önüne alırsak önümüzdeki senelerde yukarıdaki sorgulamayı genç yaşında yapmış ve ikili ilişkilerde daha başarılı bir erkek nesli yetişecek mi sizce?

Ayşenur Yazıcı:
Eşini “kendi gibi” gören biri olursa erkek, kadınla sorun yaşamaz. Ama ona yüklenmiş görevleri annesinden gördüğü ile kıyaslamaya ve aynısını dilemeye başlayınca hayal kırıklığı ve ayrılıklar oluyor.

Her insan ayrı bir dünyadır, her kadın da her erkek gibi farklı bir kadın tarafından yetiştirilmiş, ayrı beklentilere sahiptir. Ego YÜZYILIN EN BÜYÜK ENGELİDİR. Bunu törpülemeyi başarmış insanlar ÇİFT olabilirler. Diğerleri, bay/bayan mükemmeli araya araya yolun sonuna gelecektir… Kişi kendini bildikçe merhameti ve hoşgörüyü yakalar. En önemli şey eşini olduğu gibi kabul etmek, dönüştürmeye çalışmamak. Ama gel de bunu anlat yeni nesle. Örnek (!)modeller ortada alkışlandıkça her birey eşini de ona benzer istiyor. Kadınlar Pierce Brosnan, erkekler de Angelina Jolie aramaktan vazgeçmeli…

Sayfa yüz doksan birde “Koğuş 99” hikâyesinde artık kitabın sonlarına yaklaşmış, maçın on beşinci “round”una girilmişken Sevgili Ayşenur Yazıcı okuruna “öldürücü yumruk”unu vuruyor bu cümle ile: “Diğer insanlar hata yaparken sen niye gözlerini yumdun? Diyormuş. “Neden onlar yanlışı çoğaltırken sen de doğruyu çoğaltmak için çabalamadın? Birileri hep senin yerine de yapıyor sandın.” Bu paragrafı nasıl olup da “spor” sınıfına sokulduğunu bir türlü anlayamadığım “Boks” terimleri ile niteledim çünkü gerçekten de “nakavt” olmuş vaziyette bu cümleyi düşünüyorum.  O kadar çok konuda sağlaması yapılabilecek bir tespit ki bu! İnsan kendini “-ne yapabilirim?” diye düşünmekten alı koyamıyor. Ben keyifle ve bolca düşüncelere dalarak okudum yine sizi Sevgili Ayşenur Yazıcı ve çok teşekkür ediyorum kendi adıma paylaşımlarınız için. Ama merak ettiğim son bir soru daha var. Böylesi güzel kurgular yapan, bunları harikulade satırlara aktaran Ayşenur Yazıcı acaba neleri, kimleri okur? Bize sizi etkileyen yazar ve kitap isimlerinden birkaç tavsiye verebilir misiniz?

Ayşenur Yazıcı:
Ergun Candan, Sinan Yağmur, Baudlaire, İdris Şah, John Willner, Şirazlı Sadi, Cem Keçe, Hz. Mevlana ve Mesnevi, Karla Mc.Laren,  Edgar Alan Poe, Osho ve antik tarihten bahseden içinde felsefe olan her kitap…

Bir kez daha teşekkürler Sevgili Ayşenur Yazıcı. Şahsen yeni kitabınızı merakla bekliyor olacağım.

Ben de teşekkür ederim. Yeni kitabıma 2 ay önce başladım. Ara sıra dinlenmek amacıyla yazıyorum. Ama yazabilmek ve kurgulamak için bilgiye ihtiyacım var bu yüzden on sayfa yazıyorsam 100 sayfa okuyorum. Adı belli değil ama konu, mezar altlarından tünellerle farklı bir dünyaya aktarılan ruhlar ve sorgu sistemleri ile ilgili. Piramitlerin altında var olduğu bilinen kapısı aralanmamış mavi ışıklı yere merkez olarak bağlayacağım… Bunun için de antik mısır tarihi ve Atlantis hakkında yazılmış kitapları toplamaya, okumaya başladım. Hayal kurmak bedava.

Kerem Seven