(Son zamanlarda yayınlanmış en güzel ruhsal gelişim romanı, Tiziano Terzani’nin “Atlıkarıncada Bir Tur Daha…”sının giriş bölümünü sizlerle paylaşmak istedik.Bu muhteşem romanı sizlere şiddetle öneriyoruz. Sakın ıskalamayın.)
Biliriz ama başkalarına olur zannederiz; kendi başımıza gelebileceğini asla düşünmeyiz. Ben de her zaman böyle hissederdim. Bu nedenle yüz yüze geldiğimde herkes gibi ben de çok hazırlıksız yakalandım ve ilk anda sanki bir başkasından söz ediliyor sandım. Hekim, “Bay Terzani, kansersiniz” dediğinde başkasıyla konuşuyor gibi dinledim ; öyle ki – şaşkınlıkla bunun hemen farkına vardım- ne umutsuzluğa kapıldım, ne de heyecanlandım: sanki bu konu beni hiç ilgilendirmiyor gibiydi.
Benim o ilk kayıtsızlığım belki de sezgisel bir savunma biçimiydi; ciddi tavrımı takınma, aradaki mesafeyi koruma da olabilirdi ama işe yaradı. İnsanın kendine, kendi dışında bir özün gözleriyle bakabilmesi her zaman işe yarar. Bu bir alıştırmadır ve öğrenilebilir.
Bir gecemi daha hastanede geçirdim; yalnız başınaydım ve düşünebildim. Bu odalarda, benden önce daha kaç kişinin benzeri haberler aldıklarını düşündüm ve bu arkadaşlıklar herhangi bir biçimde beni cesaretlendirdiler. Bologna’daydım. Hayattaki pek çok şey gibi, her biri kendi başına anlamsız olan ama bir araya gelerek belirleyici bir nitelik kazanan bir dizi olay sonucu kendimi bu noktada bulmuştum: Kalküta’da başlayan inatçı bir ishal, Paris Tropik Hastalıklar Enstitüsü’nde yapılan bir dizi inceleme; açıklanamayan kansızlığımın nedenini keşfetmek için başka incelemeler beni bu noktaya getirmişti. Sonunda uyanık bir İtalyan hekim pek göze görünür açıklamalarla yetinmeyerek tuhaf aygıtıyla – ışıklı gözü olan ve insanın bedenine giren lastik bir yılancık- bedenimin en gizli bölgelerine bakmış ve sahip olduğu deneyim sayesinde çok iyi bildiği o şeyi hemen tanımıştı.
Başarılı ve açık sözlü oluşu yüzünden ona minnettardım. Artık hiç olmazsa sakin kafayla ve belli bir gerekçeyle hesaplarımı yapabilir, önceliklerimi belirler, gerekli kararları alabilirdim. Elli dokuz yaşımı doldurmak üzereydim ve şöyle bir
Ertesi gün, herhangi bir gün gibi başladı. Çevremde her şey aynıydı ve kafamın içinde fırıl fırıl dönen düşüncelerin yarattığı büyük fırtınayı yansıtan hiçbir şey yoktu. Pracchia’ya, oradan da Orsigna’ya varmak için tren değiştirdiğim Porretta Terme’deyken yıkanması için çamaşırhaneye bıraktığım çamaşırlarımı almam gerektiğini bile düşünebildim. Eve geldiğimde beni bekleyen Angela’ya ormanda bir gezinti yapmayı önerdim. Birlikte geçirdiğimiz neredeyse kırk yıldan sonra konuşmak ve susmak artık çok kolaylaşmıştı. Ona bu hastalığın üzerine gideceğimi ve başaracağımı söylediğim an, duygulandığım tek an oldu.
Ne yapacağıma bir an önce karar vermeliydim. İlk tepkim aynen yaralı bir hayvanınki gibi oldu: bir mağaraya çekilmek. Ansızın pek az gücüm kaldığını bunu olabildiğince yoğunlaştırmam gerektiğini hissettim. Oğullarım ve dünyadan el etek çekişimi anlaşılmaz bulacak arkadaşlarım dışında hiç kimseye hiçbir şey söylememeye karar verdim. Zihnimi bir noktaya odaklamak istiyordum ve hiçbir kimse ve olayın dikkatimi dağıtmasını arzulamıyordum.
Her şeyden önce nerede ve özellikle nasıl tedavi olacağımı seçmeliydim. Kemoterapi, radyoterapi, ameliyat ve bunların –söylenenlere göre- harap edici sonuçları artık tek seçenekler değildi. Hatta her şeyin tartışma masasına yatırıldığı günümüzde resmi olan her şeye kuşkuyla bakılıyordu; bütün otoriteler ayrıcalıklarını yitirmişlerdi ve her biri hiçbir dayanağı olmadan kendinde herkesi ve her şeyi yargılama hakkını buluyordu. Klasik tıp hakkında kötü konuşmak moda olmuştu ; ‘alternatif tıp’ büyük bir nimet sayılıyordu.
En azından adları kulağa daha çekici geliyordu: ayurveda, pranoterapi, akupunktur, yoga, homeopati, Çin şifalı bitkileri, reiki ve – neden olmasın?- Filipinli ya da değil şifa ameliyatçıları.. Her zaman kulağa çalınan, birilerinin anlattığı, tam inanılmak ve umut vermek üzere oluşturulmuşa benzeyen bir öykü vardı ve benzeri ‘şifa’ türlerinin sayısı giderek artıyordu. Bir an için bile bunların tekini dikkate almadım.
Gene de bu işlemlerin pek çoğu benim otuz yıl boyunca yaşamış olduğum Asya kökenliydiler; kiminin de kökü şu anda evimin bulunduğu Hindistan’daydı! Geçmişte ben de bunlara baş vurmamış değildim: Çin’deyken o zamanlar on bir yaşında olan oğlum Folco’yu ellerine teslim ettiğim akupunkturcu onun astımını iyileştirmişti; daha bir yıl önce ne yapılacağına karar vermeden önce Fransız arkadaşım Leopold’u Dalai Lama’nın Dharamsala’da bulunan ve Astrolojik Tıp Enstitüsünde –evet aynen bu bileşim- çalışan özel hekimine götürmüştüm. Hekim onun on yedi ayrı nabzını dinlemiş, koyun kakasına benzeyen – ama çok şifalı olduğu anlaşılan- kara haplar vermiş ve sarılığını iyileştirmişti. Ve sonra: batılı insanın bilim otoyoluna girerek, kadim bilgeliğini pek kolay unuttuğunu, şimdi modernlik modeliyle Asya’yı fethederek orada bulunan yerel ve geleneksel bilgileri de silme tehdidinde bulunduğunu yazan ve söyleyen de bizzat bendim.
Düşüncemi değiştirmiş değildim ama kendi canımı kurtarmam söz konusu olduğunda bir an bile tereddüt etmedim: kendimi bana en tanıdık gelene yani bilime, batı düşüncesine emanet etmeliydim. Bu yalnızca bir zaman sorunu değildi; bu gibi durumlarda insanın boşa harcayacak fazla zamanı yoktur ; alternatif diye bilinen ilaçlar işe yaradıkları zaman çok uzun bir süreç içersinde işe yarıyorlardı. İşin ana fikri onlara güvenmiyordum. Şifa bulma sürecinde tedaviye ve bunu uygulayana güven duymak son derece önemli hatta bence temel bir etkendi.
Hayatta şans sahibi olmak çok yardımcıdır ve ben genellikle normalin üstünde şanslı sayılmışımdır. Bu kez de şans benden yanaydı; ya da ben öyle sanmıştım: zaten eninde sonunda bu ikisi aynı kapıya çıkar. Asya’da çalıştığım dönemde New York Times’ın muhabirlerinden olan ve iki kez Pulitzer ödülü almış olan eski bir meslektaşımla ortak bazı deneyimlerimiz yüzünden yakın bir dostluk kurmuştuk: her ikimiz de tutuklanarak Çin’den kovulmuştuk , her ikimiz de her türlü mesleki mantığa aykırı düşse de çok ‘önemli’ merkezlerden sonra ilgileneceğimiz ülke olarak Hindistan’ı seçmiştik. Şimdi bizi birbirimize bağlayan başka bir ortak noktamız daha vardı: birkaç yıl önce arkadaşım aynı hastalığa yakalanmıştı ve hayatını kurtarmıştı. Onu görmek için Delhi’ye gittim ve öğüt istedim.
Onu onaran kişiler – kendi verdiği adla fixers- görüşüne göre piyasanın en iyileriydiler. Arkadaşıma inandım. Birkaç telefon görüşmesi, bir faks sonrasında kendimi New York’ta buldum; yeni ve deneysel bir tedavide on sekizinci sırada olan hastanenin adı Memorial Sloan-Kettering Cancer Center ya da kısaca MSKCC idi; çeklerin üstüne bu kısa adın yazılmasını istiyorlardı; böylelikle kendi bankalarıyla bile belli bir gizliliği koruyorlardı.
‘Bir kahin bana dedi ki’ adlı kitabımın çıkmasından sonra bana şimdi ne yazmak istediğimi soranlara kitapların evlatlar gibi olduklarını; onları yaratmak için önce gebe olmak ve gönüllü olmak gerektiğini söylüyordum. Uzun yıllar uzak doğuda yaşamış biri olarak fırsatım olursa daha da uzak doğuda yani Amerika Birleşik Devletlerinde bir keşif gezisine çıkmak istiyordum. Amerika’ya ‘ gebe kalmak’ bahanesiyle gitmiş gibi yaparak kendimi unutturmayı başardım.
New York Times gazetesinin küçük ilanlarından Central Park üzerinde kiraya verilen tek odalı bir daire buldum ve görmeye gittiğim an evi tuttum. Gri renkli bir halıyla kaplanmış birkaç metrelik evi iki parça Endonezya dokuması ile renklendirdim; büyük ve alçak pencerenin önüne tunç Çin Buddha’sını yerleştirdim ve birkaç ay boyunca mağaram olacak evimi hazır ettim.
Angela ve MSKCC’dekiler dışında hiç kimse nerede olduğumu bilmiyordu. Telefon ve kapı hiç çalmıyordu; dünyaya açık bıraktığım tek kapım elektronik postamdı; şişeyle denize atılmış mesajlar arada sırada herhangi bir yerde bulunabilecek bilgisayarımın sibernetik kumsalına vuruyordu. Bence, söyleyecek sözü olanlara karşı en ılımlı ve en az istilacı iletişim yolu buydu; hızıyla koşut savsak diline kendini kaptırmamalıydın ve alınan iyi mesajları yeniden okumak için bir çıktı almalıydın; o kadar.
Durumum mükemmeldi. Uzun süredir hayalini kurduğum buydu işte: bütün bir gün özgürdüm; yapacak hiçbir işim, görevim yoktu, zihnimi istediğim gibi serbest bırakabilirdim; hiçbir şey araya girmiyordu; -bir zamanlar takıntı halini almış olan – yerine getirmem gereken ödevlerim olduğu düşüncesinden sıyrılmıştım. Onca şamatadan sonra nihayet böylesine bir sessizliğe kavuşmuştum. Savaşlar, devrimler, alüvyonlar, depremler, Asya’daki büyük değişimlerle geçen yıllardan sonra tehlikede olan ,yıkılmış ya daha sık olarak boşa harcanmış hayatlar izlemenin tutkunu olmuştum: başkalarına ait o kadar çok hayat görmüştüm ki. Şimdi yalnızca beni en çok ilgilendiren hayatı seyrediyordum: kendi hayatımı.
Ve üstelik inceleyeceğim çok şey vardı. Yepyeni incelemelerden ve “Pek emin olamadığımız bir gölge var”, “Bir tahlil daha gerekiyor”, “Haftaya gene gelin”, “Üzgünüm ama size kötü bir haber vermek zorundayım…” tarzında yansıyan aynı sonuçtan sonra içimdeki kötü huylu şeyden sadece bir değil tam üç tane vardı ve her biri ayrı özellikleri olan, her biri başka türlü bir tedaviye yanıt veren türdendi. Bunun üzerine onların geçerliliğinden tek bir an bile kuşku duymadan, hatta her şeyin doğru ve denenebilecek en iyi yol olduğu konusundaki ruhsal kesinliğimle, üzerimde kemoterapi, operasyon ve radyoterapi uygulanmasını izledim.
O zamana dek kendimi bu kadar maddeden yapılmış hissetmemiştim; bedenime hiç bu kadar yakından bakmamıştım ve şimdi onun kontrolünü elden kaçırmamayı, efendisi olmayı, arzularına, ağrılarına, çarpıntılarına ve kusma krizlerine fazla yenik düşmemeyi öğreniyordum.
Farkına vardım ki o zamana dek bir haftalık dergi için çalıştığımdan biyolojik ritmim ve ruh hallerim haberin yazılması gereken güne ve o günün getirdiği sıkıntıya göre belirlenmişti; cumartesi ve Pazar günleri benim için büyük bir mutluluk kaynağıydı; o günlerde dünya isterse yerle bir olabilirdi çünkü dergi çoktan basıldığı için ben hiçbir şey eklemek durumunda değildi; bir sonraki sayının planlandığı pazartesi günü kayıtsızlığım sürüyordu; yazacağım yeni konuyu bulmam ve notlar almaya başlamam gereken Salı ve çarşamba günleri gerginliğim artmaya başlıyordu; Perşembe günü yemeden içmeden kesilip konuya yoğunlaşıyordum çünkü o gün yazımı teslim etmem gereken gündü; olası bir güncelleme nedeniyle Cuma günlerimi şöyle böyle rahatlamış olarak geçiriyor ve sonra her şeye yeni baştan başlıyordum. Ertesi hafta bir savaş cephesinden, devlet darbesi olmuş bir başkentten, ruhunu anlamam gereken bir ülkeyi baştan başa kat ettiğim bir yolculuktan ya da baştan sona kurgulamam gereken bir öykünün peşinden koşmaya başlıyordum. Şimdi ise haftanın bütün günleri aynıydı; alçalmalar ve yükselmeler yoktu: bütün yalınlıkları, bütün olağanüstülükleriyle dümdüzdü. Kimse benden bir şey beklemiyordu.
Her mevsimin kendine özgü meyveleri vardır ve benim gazetecilik mevsimim de meyvelerini vermişti. Son zamanlarda giderek daha sık bir biçimde içinde bulunmuş olduğum durumların benzerleriyle karşılaşır, zaten tanıdığım sorunlarla yüz yüze gelir olmuştum. Daha da kötüsü yazarken, yirmi yıl önce yazmış olduğum sözlerin ve öykülerin yankılarını duyar gibi oluyordum. Sonra bir de şu vardı: bir zamanlar tutkuyla peşinden koştuğum olaylar beni artık aynı derecede heyecanlandırmıyordu. Yılların geçmesiyle olayların asla gerçeği yansıtmadıklarını ve olayların ardında – bir başka gerçeklik düzeyi gibi- bambaşka bir şey var olduğunu ; bunu yakalayamayacağımı ve zaten gazeteciliğin hele bugünlerde uygulandığı haliyle bu gerçekle ilgilenmediğini öğrenmiştim. Bu mesleği sürdürseydim, en fazla daha önce olduğum gibi yapmayı sürdürürdüm. Kanser karşıma iyi bir fırsat çıkarmıştı: kendimi tekrar etmeyecektim.
Tek fırsat bu değildi. Yavaş yavaş kanserin arkasına gizlendiğim bir tür kalkan olduğunu fark ettim; daha önceleri bana saldıran her şeye karşı kendimi bu kalkanla savunabiliyordum; gündelik hayatın sıradanlığına, sosyal görevlere, sohbet etmeye karşı bir duvar oluşturmuştum. Kanserle artık kendimi hiçbir konuda görevli hissetmeme ve suçluluk duymama hakkını fethetmiştim. Mutlak olarak özgürleşmiştim. Tuhaf görünebilir ve kimi zaman bana da çok tuhaf görünüyordu ama mutluydum.
Eski bir İngiliz dostum “İnsanın hayatın tadını çıkartabilmek için mutlaka kanser olması mı gerekir?” diye yazmıştı. Ortadan kaybolduğumu duymuş ve e-postayla benden haber almak istemişti. Ona bunun ‘atlatma’ bir haberim olduğunu yazmıştım ve evet benim bakışım açımdan en güzeli değilse de varoluşumun en karışık dönemiydi. Yolculuk benim için her zaman bir yaşam tarzı olagelmişti ve şimdi hastalığımı bir başka yolculuk olarak ele alıyordum. Benim dışımda planlanmış, öngörülmemiş olduğu için bu yola ilişkin haritalarım yoktu, kendimi hazırlamamıştım ama şimdiye dek yapmış olduklarım içinde en yoğun ve yorucu olanıydı. Olup biten her şey beni doğrudan etkiliyordu. Ona kanser olmamanın tadını çıkarmasını ama eğer ilginç bir alıştırma yapmak istiyorsa tek bir gün için bu hastalığa sahip olduğunu hayal etmesini ve sadece hayatın değil, çevremizdeki insan ve nesnelerin nasıl ansızın çok değişik bir ışık altında görünmeye başladıklarını düşünmesini söyledim. Belki de bu daha doğru bir ışıktı.
Eski dönemlerde Çin’de pek çok kişi ölümlülüğünü anımsamak için evinde bir tabut bulundururdu; bazıları da önemli kararlar almaları gerektiğinde bu tabutun içine yatarlar, böylece her şeyin geçici olduğunu çok daha iyi bir bakış açısından görebilmeyi başarırlardı. İnsan o günlerinin ne denli değerli olduklarını anlamak için neden bir an için hastalandığını , günlerinin sayılı olduğunu – zaten öyledirler- düşünmek istemez?
Hintliler bunu şöyle bir öyküyle anlatırlar: peşine kaplan takılmış bir adam kaçarken bir yardan aşağı düşer. Zavallıcık, boşlukta yuvarlanırken bir dala tutunmayı başarır ama o da kırılmaya başlar. Artık kurtuluşu olanaksızdır; tepesinde kaplanın pençeleri, aşağıda uçurum vardır. Ne var ki tam o anda, hemen elinin altında, kayalığın taşları arasında adam güzel ve taze bir çilek görür. Onu koparır ve… hayatında hiçbir çilek ona bu sonuncusu kadar leziz gelmemiştir.
Ben de bu zavallı adamcağızın rolünü oynamaktaysam, New York’ta huzurlu yalnızlığım içersinde tattığım o günlerin, haftaların ve ayların çileği tatlı mı tatlıydı. Ama düşmeye razı olmamın nedeni bu değildi. Tam tersine kendime yardımcı olabilmek için her çareye baş vuruyordum. Ama bu nasıl olacaktı? Ben, zihnimle ya da başka bir şeyle tutunmuş olduğum dalın kırılmaması için bir şeyler yapabilir miydim? Ve eğer bedenimi bu rahatsız pozisyona kendim soktuysam, onu bu durumdan kurtarmak için ne yapabilirdim? İki tetkik arasında bu soruyu yönelttiğim hekimlerin bir yanıtı yoktu. Bazıları bu yanıtı aramanın önemli olabileceğini biliyorlardı ama hiç biri bunu yapmıyordu.
Aynen gazeteciler gibi benim hekimlerim de olayları onlara göründükleri biçimiyle göz önüne alıyorlar ve olayların arkasına saklanabilecek ve ele geçmesi kolay olmayan ‘öteki’nin peşine düşmüyorlardı. Ben bir bedendim: iyileştirilmesi gereken bir beden. Söyleyecek iyi bir sözüm vardı: ama ben aynı zamanda bir zihinim, belki aynı zamanda bir ruhum ve kesinlikle bir öyküler, deneyimler, duygular, düşünceler ve heyecanlar birikimiyim ve bütün bunların hastalığımla çok yakından ilişkileri olmalı. Hiç kimse bunu göz önünde bulundurmak istemiyor ya da beceremiyordu. Hatta tedavi sürecinde bile olmuyordu bu. Saldırılması gereken kanserdi, el kitaplarında ayrıntılarıyla tanımlanmış, olumlu ve olumsuz sonuç istatistikleri tutulmuş, herkese ait olabilecek bir kanser. Ama benimki değildi!
Seçmiş olduğum bilimsel ve mantıksal yaklaşıma göre benim sağlık sorunum aşağı yukarı bozulmuş bir otomobilinkiyle aynıydı; onarılması ve düzeltilmesi için bir tamirciye teslim edilmeliydi; oysa burada söz konusu olan bir insanın sorunuydu ve o insan bilinçli olarak, bütün arzusuyla onarılmak ve yeniden harekete geçirilmek için niyetini ortaya koyuyordu.
Oysa benim başarılı hekim-tamircilerim insan olarak bana hiçbir şey sormuyorlar ya da pek soruyorlardı. Önemli olan, çeşitli ‘uygulamaları’ için onların belirledikleri randevu saatinde bedenimin orada bulunmasıydı.
En azından bedendeki bir hücreyi neyin delirttiği öğrenilmiş miydi? O hücreyi yaşamsal işlevini terk etmeye ve yaşamı tehdit eden bir unsura dönüşmeye yönlendiren neydi?
Bunu gidip MSKCC’nin araştırma biriminin genç baş hekimine sormaya karar verdim çünkü okuduklarıma göre o, yalnızca bu sorunun yanıtını bilmekle kalmıyordu; çok önemli bir başka keşfin eşiğindeydi. Bir elektrik düğmesi gibi sağlıklı bir hücreyi ansızın hasta hücreye –ya da tam tersi- dönüştürebilen şifrenin ne olduğunu araştırıyordu.
Bana “Doğru yoldayız ama sonuca varmamız aya insan yollamaktan daha karmaşık bir işlem gerektiriyor.” Dedi.
Anlamayı becerebildiğim büyüleyici bir şeydi. Tamamen rastlantısal bir nedenle bu genç adam tam da benim hastalığım konusunda uzmanlaşmıştı ama onu dinledikçe farkına varıyordum ki, onun hayatın gizemli dünyasındaki keşfi onu –ben-bütün olarak- insan- olan yönden çok daha uzak bir yöne sürüklüyordu ama aynı zamanda –ben – beden- olandan da uzaklara savrulmuştu.
O ince ince işleyerek, hiç bir ayrıntıyı gözden kaçırmayarak, küçükten daha küçük olanın peşine giderek bedendeki milyarlarca hücrelerden birinin DNA’sında bulunan milyonlarca koddan birinin içine varmıştı. İyi ama ben neredeydim? O elektrik düğmesine yanlış biçimde basacak bir şey yapmış olmalıydım.
“Hayır. Sizin kesinlikle bir rolünüz yok. Her şey onun kodunda zaten kayıtlıydı ve pek yakında sizin içinizde bir yanılma yaşayan bu minik parçacığı yeniden programlama düzeyine varmış olacağız.”
Sonuç avutucu sayılırdı ama ben gene de onun ve meslektaşlarının yanıldıklarını düşünüyordum: o kapının anahtarını bulabildiklerinde onun arkasında bir başka kapı, sonra bir kapı daha ve bir tane daha ile karşılaşacaklarını düşünüyordum ve her birinin bir başka anahtarı olacaktı çünkü eninde sonunda benim sevgili bilim adamlarımın aramakta oldukları bütün anahtarlara ulaşan anahtar; bütün şifrelerin şifresiydi : bu ‘Tanrı’nın şifresiydi’. Nasıl oluyor da onu ele geçirmeyi hayal ediyorlardı?
Kendimi emanet ettiğim hekimlerime olan güvenim asla sarsılmadı, hatta arttı. Ama onları daha yakından tanıdıkça, bir teli eksik keman gibi çaldıklarını ve sorunu – elbette çözümü de- son derece mekanik bir bakış açısıyla ele alma tuzağına düştüklerini görüyordum. Bazıları benim bu kuşkumu fark ediyorlar ve benim kimi saptamalarımla pek eğleniyorlardı. Örneğin: konuya ilişkin sözcükler ve terimler gözden geçirilemezler miydi? Bana kalırsa işe yarar, diyordum. Bu hastalığın çevresini sarıp sarmalayan özel dil bütünüyle savaşa dayalı bir dildi ve başlangıçta ben de onu kullanıyordum. Kanser ‘savaşılması’ gereken bir ‘ düşmandı’. Tedavi bir ‘silahtı’, tedavinin her bir aşaması bir ‘muharebeydi.’ ‘Hastalık’ dışarıdan içimize sızan ve ortalığı karıştıran dışsal bir şey olarak görülüyordu ve bu nedenle yok edilmeli, silinip atılmalı, kovulmalıydı. Kanserle birkaç hafta birlikte yaşadıktan sonra bu bakış açısı beni artık rahatlatmaz olmuştu.
Birlikte yaşamamız zorunlu olduğu için içimdeki bu ziyaretçiyi artık ellerim, ayaklarım, kemoterapi yüzünden tepesinde tek bir saçı bile kalmamış olan başım gibi bir parçam olarak görmeye başlamıştım. Bu kanserin üzerine gitmektense, değişik yeniden bedenlenişlerinde onunla sohbet etmek, benimle arkadaş olmasını sağlamak istiyordum; çünkü şu ya da bu biçimde onun belki uyuklar durumda bile olsa içimde kalacağını ve yürüyüşümün geri kalan kısmında bana yoldaşlık edeceğini anlamıştım.
“Sabahları uyandığınızda yüreğinize, midenize, akciğerlerinize, karaciğerinize gülümseyin. Unutmayın ki onlara pek çok şey borçluyuz.” Bu sözleri bir kez meditasyondan söz etmek için Delhi’ye gelen ünlü Vietnamlı Budist keşiş Thich Nhat Hanh’dan duymuştum. O zamanlar bu öğüdün işime yarayacağını bilmiyordum. Şimdi her gün içimdeki konuğa gülümsüyordum.
Bilimden ve mantıktan yana durdukça, başlangıçta görmezden geldiğim ‘alternatif’ çılgınlığına ve büyüsüne karşı merakım daha çok artıyordu. Asla yanlış bir yola saptığımı düşündüğüm için değildi bu ( herkese önereceğim ilk yol daima bu olur) ama olasılıkla en doğru olan bilim yolunun da sınırları olduğunu ve başka yerlerde, başka yollar yürüyerek bambaşka şeyler bulabileceğimi hissetmem yüzündendi. Bu kesinlikle ‘alternatif’ değil; olsa olsa tamamlayıcı bir yol olacaktı.
Böylece New York’lu tamircilerim bana onarımlarını bitirdiklerini ve beni üç ay boyunca görmek istemediklerini söyledikleri zaman – üç ay bana bir sonsuzluk gibi gelmişti!- hemen o yöne doğru koşmaya başladım.
Ona attığım bütün yumruklardan sonra organizmamı biraz huzura kavuşturmalıydım; onu şifa niyetine bedenime yükledikleri zehirlerden arındırmalı, artık yalnızlığa alışmış olan zihnimi yeniden dünyaya uyumlamalıydım. Böylece benim durumuma uyacak bütün öteki tıp, şifa ve mucize türlerini görebilmek için yeniden yürüyüşe geçtim.
İlk işim Hindistan’a; hayatın her daim doğal, insanlığın hala en renkli, zamanın en uzun olduğu, eskiyle yeninin yan yana yaşadığı, yaşamanın ve ölmenin dünyanın her yerine oranla çok daha kadim bir deneyim olduğu bilinen o topraklara dönmek oldu.
Delhi’den ayrılalı bir yıl kadar oluyordu ve dükkanına girdiğimde Krişna heykelinin boynuna asacağı yasemin çiçeklerinden mis kokulu kolyeyi dizmekle meşgul olan yaşlı kuyumcu Sundar Nagar bana neler olduğunu sordu.
Başka kimseye açılamayacağım biçimde, ona “Hastane hastane dolaştım. Kanserim.” Deyiverdim.
O mutlak doğallığıyla bana “ Hayatının en ilahi dönemi olmuş olmalı.” Dedi.
Evet, öyleydi. Ama o bunu nasıl bilebiliyordu?
“Camiden kovulunca merdivenlerden yuvarlanan Müslüman’ın öyküsünü bilmiyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum.”
“Sırtını vurduğu her basamak canını acıtıyormuş, acı çekiyor ve Tanrı’yı düşünüyormuş. Ama en aşağıya vardığında başka basamak olmadığına üzülmüş. Eminim senin için de aynı şey olmuştur.”
New York’ta yitirdiğim sıradan kağıt para-tokamın yenisini satın almanın bundan daha harika bir yolu olabilir miydi? Kendimin bile ne olabileceğini bilmediğim ve girişmiş olduğum şu arayış yolculuğum için bundan güzel bir yolluk bulunabilir miydi?
Üç ayda bir New York’taki kontrollerimi aksatmadan, her seferinde bir başka izin peşinden gittim; ya bir merakımı gidermek ya da işittiğim bir öykünün doğru olup olmadığını gözlerimle görmek için dolaştım durdum.
Böylece bir haftamı Hindistan’ın en uç noktasında, genç bir hekimin yönettiği eski ve döküntü bir ayurveda merkezinde geçirdim. Genç hekim dedesinin babasından öğrenmiş olduğu, onun da atalarından devraldığı, geleneksel tıbba ilişkin bütün kutsal yazıları ezbere biliyordu. Pirinç tarlalarının ortasındaki yer çok güzeldi; efsanelere göre kaçırılan karısını maymunların yardımıyla kurtarmak için Lanka’ya giderken yolu buralardan geçen tanrı Rama tarafından kurulmuş olan kadim ama şimdi virane bir tapınağa çok yakındı.
Gene Hindistan’da bir reiki kursu ve diploması aldım. Tayland’da ise şu anda pek gözde olan bir tedavi uyarınca yedi gün boyunca aç kaldım ve böylece kolon temizliği sağlandı.
Filipinlerin kuzeyinde açılış arifesinde Asya Piramit’ini ilk deneyen kişi oldum; bu bir önceki akşam beni ‘ameliyat etmiş’ olan en ünlü şifacının Dünya Sağlık Merkezi olacaktı.
Günler boyunca orta Hindistan’da benim için çok özel olarak ot ve tahta demetlerinden, yeşil pis kokulu haplar yapacak olan bir ‘büyücü-hekim’in yanında yaşadım. Gene günler boyunca Kerala’nın en ünlü geleneksel hastanesinde kaldım ve bütün öteki hastalar gibi geceleri gözümü bile kırpamadım çünkü bahçede bağlı olan bir fil hiç durmadan bağırıyor, ayurvedanın koruyucu tanrıçası onuruna yapılan şenlik için gelmiş olan orkestra gün batımından şafağa dek borazanlar çalıyordu.
Homeopatlık yolunu seçerek cerrahlığı bırakmış bir İtalyan hekimle buluşabilmek için Boston’a giderek ‘deniz tıbbı’ konusunda bir kurs aldım. Emilia bölgesinin gözden ırak bir ovasında yaşadığı eski çiftlik evinde bilgisine bilimsellik kazandırmaya uğraşıyordu. Kendisi bile yaptıklarının büyüyü andırdığını kabul ediyordu. Ben de olumlu sonuçlar alarak bu büyüyü bizzat üzerimde denedim!
Hong Kong’a gittim, çünkü insan sever ve milyarder bir yaşlı bir Çinli’ nin ölmeden önce insanlığa bir armağan olarak kansere deva bulmak için bütün servetini bu konuda araştırmaya yatırdığını ve Çin geleneğinde her zaman ‘mucizevi’ olarak görülmüş bir mantarın özünden ilaç yaptırdığını duymuştum.
Tayland’ın kuzeyinde bulunan Chiang Mai bölgesinde eski dostum Dan Reid ile buluştum; Taoculuk ve çi gong konusunda uzman olan dostumun öğretmenliği ile her sabah kadim Çin eksersizlerini yaptım ve Dan’ın bu konuda bir kitap yazmış olduğu ‘Kozmik enerjiyi toplamak’ konusunda ustalaştım.
Kalifornia’nın yüksek kıyılarının birinde terk edilmiş ve ıssız yapılarda kaldım; okyanus manzarasının insanın ruhunu sonsuzluk duygusu ile doldurduğu bu yerde kanser hastaları için düzenlenen bir destek seminerine katıldım. Dokuz kişiydik ve her birine ilişkin hüzünlü ve neşeli anıları hala saklıyorum. Hemen sonra her ikisi de Hintli olan büyük bir yoga öğretmeninin ve bir müzisyenin peşine düştüm. Bunların inancına göre belirli yoga pozisyonlarını alan insan ‘kanallarını açtığı için’ müzik onun dokularına ve hücrelerine sızar ve onların canlılığını uyarırdı. Bana elbette iyi geldi…. Hücrelerime inebildi mi bilmiyorum ama müzik gerçekten insanın doğrudan yüreğine hitap eden türdendi.
Gene Hindistan’da pek çok mucize yarattığına inanılan günümüzün en büyük ermişlerinden biri olarak kabul edilen Sai Baba’yı görmek istedim. Ama onun aşramına vardığım gün o başka bir yerdeydi ve bunu onunla karşılaşmamın gereksiz olduğu şeklinde yorumladım.
Gene aştığım yollar boyunca Budizmin kutsal yerlerini ziyaret ettim. Hintlilerin yeniden doğmamayı garanti edebilmek için ölmeye gittikleri kent olan Benares’te günlerce kaldım.
Her zamanki gibi bir şey ararken başka şeyler bulunduğunu bilen ben, zaten pek geniş olan hekim, uzman ve şifacı koleksiyonuma dilenci ermişler, yaşlı bir cizvit psikolog, çocukluğundan beri bir heykele aşık olan bir keşiş ve benzeri pek çok acayip tip ve karakter ekledim.
Her gittiğim yerde, kimi zaman bana sunulan ‘ilaç’ları da deneyerek ‘mucizevi’ biçimde iyileşmiş hastalar, tuhaf bir pozisyon ya da acayip bir tedavi sonucunda şifa bulanlarla ilgili pek çok öykü biriktirdim ama bir o kadar da batının bilimsel tıbbını reddederek alternatif bir tedaviye baş vurarak hayatını kaybedenlere de tanık oldum.
İnancıma göre geçmişte yaşadığım hayat tarzı yüzünden yakalanmış olduğum bu hastalığın tedavi edilmesine yardımcı olmak istiyorsam, geçmişle bağlarımı kesmeli; yepyeni bir hayata başlamalıydım. Demek ki doğru bir yola sapmıştım: artık bambaşka insanlarla görüşüyor, bambaşka sorunlarla yüz yüze geliyor, bambaşka düşünceler düşünüyordum. Ben bile –üstelik yalnızca fiziksel olarak değil- bambaşka olmuştum. Bu noktada bir tek adım atmaktan, eşiği aşmaktan başka çarem yoktu: bu eşik de artık yalnızca Hint tarzıydı.
Böylece üç ayımı bir aşramda geçirmeye, biraz Sanskrit dili öğrenmeye ve de insanoğlunun her zaman sormuş olduğu o tek ve en büyük soru üzerine kafa yormaya karar verdim; Hindistan’ın en kadim ve kutsal yazıtlarının özü olan Veda’ların son bölümü sayılan Vedanta’nın merkezinde de aynı soru yer alıyordu: ‘Ben, kimim?’ Elbette bunun yanıtı ‘ Ben şu gazetede çalışan gazeteciyim, şu kitabın yazarıyım, şu hastalığa yakalanmış hastayım’ değildi; bu nedenle biçimsel olarak olsa bile, artık bir zamanlar olduğum kişi olmak, özel adımla çağrılmak, bir geçmişe sahip olmak istemiyordum. En basit haliyle ‘Anam’ yani ‘Adsız’ olacaktım: yeni bir ben oluşturmaya harcanmış bir hayatı sonlandırmak için bundan uygun bir ad olamazdı!
İnsanın alıştığı kişi olmaktan çıkması çok tuhaf bir duygudur; kimliğini özümsemesi, kendini tanımlaması, sıradan bile olsa karşılaştığı kişilerle yeni ilişkiler kurabilmesi için bir zamanlar olduğu üzere, o olduğu kişinin, yapmış olduklarının, doğum yerinin, tanıdığı kişilerin hiçbir önemi kalmamıştır. Bu denemeye değer bir alıştırmadır: belki tatillerde uygulanabilir!
Böylece adım adım, yavaş yavaş, her seferinde kendime gülerek, karşılaştıklarıma gülümseyerek, dünyanın en iyi hastanelerinden birinde kanser hastası olan beden-ben’in tedavisinden, beden-ben artı, o –arkasında-var- olduğunu-sandığım bütün her şeyin tedavisine geçmek için son derece yalın bir n beklenmedik noktalarda çok değerli bir insan ya da nesne ile karşılaşmak olasıdır. Mucizeler var mı? Elbette var ama ben inanıyorum ki herkes kendi mucizesinin yaratıcısı olmalı. Özellikle inandığım bir şey var ki bizim dünya ve kendimiz hakkındaki bilgimiz hala inanılmaz derecede sınırlıdır ve görüngülerin, olayların arkasında bizden gerçekten kaçan bir gerçeklik vardır; çünkü bunlar bizim duyularımızın, bilimimizin ve sözde mantığımızın kriterlerinin oluşturduğu ağ tarafından yakalanamazlar.
Kuşkusuz ki Batı dünyası bedeni tanımada çok büyük aşamalar kaydetmiştir; tıbbımızın kökünde anatominin yatıyor olması beni her zaman çok şaşırtmıştır çünkü bu bilim dalının temelinde kadavraların kesilmesi yatar ve hayatın sırrına ölüleri inceleyerek varılmasına akıl sır erdiremem. Öte yandan batı dünyası bedenin içinde ve ötesinde yer alan, onu ayakta tutan, onu bütün öteki hayat formlarıyla ilintiye sokan ve onu doğanın bir parçası yapan o görülemeyen, ölçülemeyen, tartılamayan kısmı konusunda hiçbir gelişme göstermediği gibi tam tersine geriye gitmiştir. Psikanaliz ve psikoloji hala sadece o görülemeyenin yüzeyinde ilerleyen bilimlerdir ve sanki başka hiçbir bilimin –sadece bilim oldukları için- asla yüz yüze gelemeyeceği bu büyük gizem karşısında sanki utanç duyuyorlar gibiler.
Bu nedenle tıbbi araştırmanın giderek daha ince ayrıntıya inmekten, küçükten hep daha küçük olanı aramaktan başka bir çıkar yolu yoktur. Pekala, bilimsel olma koşulu olmayan bir başka araştırmanın tam ters yöne gitmesi yani küçükten büyüğe gitmesi gerekmez mi?
Belki de ben bilinç altımda kendi sorunumu o çıldırmış hücreden başka bir boyutta görmek istediğim ve belki de DNA’mdaki bir şifrenin düğmesinin bozulmasından daha başka çözüm peşinde koştuğum için kendimi Himalaya dağlarında duvarları balçıktan yapılmış küçücük bir kulübede buldum. Ve orada, yüreğimi hiç bu kadar hafif hissetmediğim o yerde, arzulardan, hırslardan arınmış, sonsuz bir huzur yüklenmişken yeni bin yılın ilk güneşinin doğuşunu sanki Yaradılışın ilk güneş doğuşuymuş gibi izledim; dünyanın en yüksek dorukları kozmik bir karanlıktan sıyrılıyorlar, sonsuzluğa doğumun ve ölümün umudunu yeniden verebilmek için pespembeye boyanıyorlardı. Tanrıları hiç bu kadar yakınımda hissetmemiştim.
Haftalar boyunca kimi zaman ilkyaz güneşinin altında, kimi zaman yüksekliği kapımın önünde bir metreyi bulan karın arkasında, pırnallar ve zakkumlar dev buz heykellere dönüştüklerinde, seksen yaşını aşmış bilge bir Hintli’nin konuğu oldum. Ömrünce hayatın anlamı üzerine düşünmekten başka hiçbir şey yapmamış olan bu bilge adam zamanının bütün büyük öğretmenleriyle tanıştıktan sonra orada yalnız başına yaşamaya başlamıştı çünkü gerçek ve yüce öğretmenin herkesin kendi içinde bulunan olduğunu anlamıştı. Geceleri, sessizlik sanki gümbürdeyecekmiş gibi yoğunlaştığında yatağından kalkıyor, bir mum yakıyor ve birkaç saat boyunca önünde oturuyordu. Ne yapmak için mi?
“Kendim olmayı aramak için.” Diye yanıtlamıştı beni. “Ezgiyi duyabilmek için.”
Arada sırada, ormanda, bekçi köpeğini yemiş olan leoparın izleri peşinde yürüdükten sonra benim tahta merdivenlerimi tırmanırdı; gaz ocağımda ona yakındaki pınardan aldığım sudan ısıtır, her daim yanımda taşıdığım iki fincanda Çin çayı ikram ederdim.
“Evrenin bütün güçleri, görünenler ve görünmeyenler, somut ve soyut, eril ve dişil, pozitif ve negatif olan bütün güçleri bizim şu anda şu ocağın ateşi karşısında oturup çay içmemizi sağladılar.” Diyor, sonra benim için başlı başına bir neşe kaynağı olan kahkahasını atıyordu. Ve buradan sözü Plotinos ya da Boezio’ya, Upanişad’lara, Bhagavad Gita’dan, William Blake’den ya da sufi bir mistikten alınmış bir dizeye getiriyor; sanat ya da müzik konusunda yürüttüğü o pek kişisel görüşüne getiriyor ya da ‘ilk günahı’ ile ilişkin bir günah çıkarmada bulunuyordu. Onun günahı ‘var olmaya’ her zaman için ‘yapmak’tan daha çok önem vermiş olmasıydı.
“Peki ya ezgi?” diye sordum bir gün.
“Kolay değildir. Hazırlanmak gerekir ve hazır olduğunda bazen işitebilirsin: bu içimizdeki hayatın, bütün hayatları ayakta tutan hayatın, her şeyin kendine ait bir yeri olduğu hayatın, her şeyin bütünleşmiş olduğu hayatın ezgisidir: iyiliğin ve kötülüğün, sağlık ve hastalığın, doğum ve ölümün yer almadığı o içsel hayatın ezgisi.”
Günlerin gelip geçmesiyle, daima orada olan ve en büyük durağanlığın simgesi olduğu halde bu dünyadaki her şey gibi hiç durmadan değişen ve başkalaşan dağları, rastlantı sonucu tanıdığım o yaşlı ve güzel ruhun önüne koyarak yalnız başıma seyrederken Bologna hastanesinde başlamış olan o uzun ve ıstıraplı yolculuğumun artık sona erdiğini hissettim.
Bu öyküyü anlatmak istedim çünkü şimdi bu deneyimle karşı karşıya kalan bir kişi için bu deneyimde hayli yol kat etmiş birinin deneyimlerinin ne kadar cesaret verici olduğunu biliyorum; kaldı ki iyice düşününce bir süre sonra yolculuğum artık kanserim için değil herkesin ortak hastalığı olanın yani ‘ölümlülüğün’ devasını aramaya dönüştü.
Ama gerçekten o da bir ‘hastalık mıdır’ ? Korkulacak bir şey, uzak durmak gereken kötü bir şey midir? Belki de değildir.
Bir gün ormanda dolaşırken yaşlı dostum bana, “Hepimiz ölümsüz olsaydık ve sonsuza dek burada kalsaydık, bizlerden yüzyıllar önce burada yaşayanlar da bizlerle birlikte olacağına göre, düşünsene dünya ne kalabalık bir yer olurdu! ” dedi. “Önemli olan hayatın ve ölümün aynı şeyin iki ayrı görünüşü olduğunu anlayabilmektir.”
Belki de doğarken hepimizin başladığı yolculuğun gerçek hedefi belki de bu noktaya varmaktır: benim de yönü dışında – bundan artık eminim – hakkında pek fazla bilgi olmadığım bu yol insanı dışarıdan içeriye, küçükten daima daha büyük olana doğru götürüyor.
Bundan sonra okuyacağınız sayfalar benim belirsiz adımlarımın öyküsüdür.
(Hikayenin devamı Terzani’nin kitabında…)