Bir karar verirsin gün gelir; ya aynı şekilde yaşayacak, aynı sokaklardan geçecek ve bulduğun bütün işlere aynı şekilde burun kıvıracaksındır, ya da cesaretini toplayıp –ve valizini ve evini ardından- başka bir yere gideceksindir. Biz eşimle “yolun yarısı” diye tabir edilen yaşımızda ikinci şıkkı seçtik, başka bir şehirde başka bir iş bekliyor eşimi. Ben zaten, bir süredir evde ve bilgisayarımın başındaydım ve kızımız hala küçük. Dolayısıyla “gidelim” dedik, “gitmezsek kaybedeceklerimiz var…”
Tabii, gidince kaybedeceklerimiz de var. Mesela ben 25 yıldır bu semtte yaşıyorum, bakkalından kapıcısına, komşularından çocuklarına kadar her şeyini bildiğim bir semt burası, kimi zaman bana rahatlık veren bir duygu bu. Ağabeyim iki apartman yanımda, annemler üç… Dolayısıyla huzur, güvenlik gibi kavramlar bu semtte benim için mevcut. Ama ne yok? Bir çocuk parkı yok mesela burada; dolayısıyla kızımla dışarıda vakit geçirebileceğimiz en yakın yer bile çok uzakta… Evimiz en alt katta ve hiç ısınmıyor. Mutfağımız küçük ve salona yemek taşımaktan bıktım…
Oysa yeni bir ev fikriyle hemen heyecanlanıyoruz; “çocuk parkına yakın bir yere taşınırız, alt kat kesinlikle olmaz, mutfağı büyük bir yer buluruz…” Bunlar güzel hayaller; evlenirken insanın derdi olmuyor çünkü bütün bunlar. Mutfak küçükmüş, ev alt katmış falan umursamıyor insan. Zamanla, yaşayınca, hele de emeklemesi muhtemel bir çocuk doğurunca her şey batıyor adama. Çocuk olunca dar mutfak adama yetmiyor mesela. Çocuk ayaklarının dibinde durmak istiyor, sen akrobasi hareketleriyle, ona sıçratmadan patates kızartmaya çalışıyorsun. Hadi kızarttın diyelim, balkon kapısını açmak ve mutfağı havalandırmaya çalışmak gibi bir niyetin var. Ama tam o sırada evladın saatlerdir ilk kez sessiz, tek başına tencere ve tavalarla yere yatmış oynamakta. Ne yapacaksın, “kalk evladım yerden, hasta olacaksın” mı diyeceksin, dumanlar içinde oturmaya devam mı edeceksin?
Bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı şehir değiştirmeye, biraz da evi değiştirmek gibi bakıyorum ben; oh, kullanmadığın ne varsa atarsın, yeni evini karman çorman değil, sade ve kullanışlı yaparsın, eskiyen, sana bir şey ifade etmeyen ne varsa kurtulursun, hayata başka bir anlayışla, yeni bir insan olarak başlarsın…
Tabi yeni bir şehir; arkadaşlarından, alışkanlıklarından, mesela kuaföründen, berberinden, çocuk doktorundan da uzaklaşmak demek. Bu biraz sıkıcı bir durum; uzun uğraşlar ve araştırmalarla bulunuyor bir çocuk doktoru mesela; çok güvenmek gerekiyor, güven sağlamasını bilmesi gerekiyor doktorun, güler yüzlü olması gerekiyor, sorduğunuz sorulara sabırla ve bıkmadan, usanmadan, her daim yanıt verebilmesi ve sizi asla telaşa sürüklemeden bütün bunları yapması gerekiyor. Kuaför keza önemli; yıllar geçtikçe adamlar sizin nasıl bir saç istediğiniz konusunda uzman oluyorlar. Daha içeriye adım atar atmaz, “Ece Hanıma demli bir çay” diye bağırıyorlar mesela, hemen önünüze bir kül tablası getirip, siz söylemeden saç boyanızı hazırlamaya başlıyorlar. Ve bütün bunlara yeniden başlamak biraz bunaltıcı haliyle. Yaşadığın şehrin; yıllardır sana tuhaf bir huzur veren mekanları da oluyor, bir şeylerden kaçmak istediğinde, bilinçsizce sürüklendiğin yerler… Gidiyorsun, bir çınar ağacının gölgesine sığınıyorsun, demli bir çay içerken rüzgar saçlarını uçuşturuyor, gazeten dağılıyor ve sen bunu seviyorsun. Öyle antidepresan falan almana gerek kalmadan sıyrılıveriyorsun sıkıntılarından, bazı mekanlar insana bunu yapabiliyor. Ve işte şehir değiştirdiğin zaman; maalesef o mekanları değil, sadece o mekanlara ait birkaç anı kırıntısını, belleğine yerleşen resimleri ve kokuları götürebiliyorsun yanında.
Ama yeni bir şehir keşfedilecek yeni yerler, yeni yazılar da demek. Gördüğün her şeyin sana “ilk” gelmesi yazmaya değer ne de olsa. Sonra güneşin batışını ya da doğuşunu başka bir şehirde, başka bir koltukta izlemek de güzel. Yeni tanıştığın insanlara “günaydın” diyebilmek de öyle. Mesela yeni kitapçılar keşfetmek; özlediklerini aramak, kimi zaman mektuplar yazmak ve sonra kavuşmak da güzel…
Tabi; canın sıkıldığında arabana atlayıp en yakın arkadaşına gitmek güzel. Gittiğin anda; ayakkabılarını fırlatıp atmak; misafircilik oynamak zorunda olmadığın birinin yanında olmak, istediğin koltuğa kurulup arkadaşının getirdiği kahveyi içerken, içinde ne var ne yoksa; zamana aldırmadan kusmak, canın konuşmak istemediğinde sadece susmak, birinin yanında susabilmeyi de bilmek; yargılamadan, yargılanmadan saatlerce oturmak ve istediğin an “hadi eyvallah, kalkıyorum ben” diyebilmek de güzel… Yeni bir şehirde; maalesef bunları yapamazsın; kimseyi tanımadığın bir yerde, kimsenin durduk yere kapısını çalıp içindekileri kusamazsın. Tabi yazmak da bir kusma biçimi; hem yeni bir şehirde konuşacak kimsen yoksa daha da çok yazarsın…
Ayrılık, sevdiklerimizden; hakikaten zor. Hele benim kadar ailesiyle yakın ilişkide olanlar için. Ama her şeye alışılır değil mi? Çünkü bütün yeniliklere alışmamız için geçen zaman “altı ay”. İşte o kadar…