Yaşadığınız kentin herhangi bir caddesinde koşuşturan o müthiş kalabalığın arasında veya uzun zamandır arzuladığınız bir tiyatro oyununa zar zor bilet bulup girdiğiniz o hınca hınç salonda aslında ne kadar yalnız olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Hatta duşunuzu alıp koltuğa yayılmışken, size gelmeye karar veren bir sevgiliye hayır diyemediğinizde ya da niye ağladığını bilmediğiniz bebeğiniz sizi uykunuzdan ettiğinde yalnızlığınızı özlediğinizi hissetiniz mi hiç?

Goethe yalnızlığı taşımanın ne denli ağır olduğunu iddia eder. Oysa yalnızlık bir ruh halidir. Bir süreç biçimidir, hatta kimi zaman gerekliliktir. İşte bu yüzden kendiyle kalmayı yalnızlıkla karıştıranlar ile yalnızlığı kimsesizliğe bulaştıranlar birbirine karışıyor. Belki de önce “yalnızlık” kelimesinin anlamını biraz daha irdelemek gerek. Yoksa yalnız kalmak isterken yalnızlığımızdan olacağız; yalnızlıktan korktukça daha çok yalnız kalacağız.

Yalın olma kökünden türeyen bu ifadenin, kişinin “kendiyle” alakası olması elbette ki kaçınılmaz. Mesela kimi zaman tek başına olmak, yalnızlıkla eşanlamlı olarak kullanılıyor. Oysa zaten bu yadsınamaz bir gerçek. Kendi olmadan “kimse” olamama ve dolayısıyla da “kimselerin” olamaması durumu ise bu sürecin getirdiği kaçınılmaz son.

Bir de kişinin “ben” olmadan dahil olduğuz “biz” kalabalıklar var. Yani tek başına kalmadan başına kaldığı çoğulluklar…O zaman kalp atardamarının sol alt köşesinden kasıklara inen bir yalnızlık sancısı ve buna bir son vermek için yalnızlığıyla tanışmasının tam zamanı…(yoksa kalabalıklarla tanışması gerekecek ve bu durum yazarımızca pek tavsiye edilmez)

“Yalnızlığıma alıştıkça, yalnızlığımdan daha çok alışabilecek birini bulma şansını da aynı oranda kaybediyorum.” diye karalamışım henüz yirmili mertebelerime erişmediğim bir vakitte…Kendine alışmışlığın tavan yaptığı bir ergenlik dönemi söylemi. Oysa hayat da aşağı yukarı böyle bir şeylerin etrafında dönmüyor mu? Giderek insanın hayatına birilerini alma şansı azalıyor ve eninde sonunda yine insanın kendine “kendi” kalmıyor mu? Üstelik onca insana rağmen, peki niye?

Bazen yalnızlık, kişinin kendi isteği ve seçimleri doğrultusunda olsa da genelde ondan bağımsız da şekillenebiliyor. Çoğul varsayılan tüm birlikteliklerin içindeki gizli yalnızlıklar belki de bunun en net örneği, hatta en tehlikelisi de…İşte tarihin en tehlikeli filozoflarından Nietzsche’nin de değindiği gibi;

“Eğer yalnız kalmak istiyorsanız, evlenmeniz yeterli”
Aslında bu söz konunun rotasını bir anda evliliğe çeviriyor gibi gözükse de, yüzümüze haykırılan bir gerçek var. Yalnızlık her halükarda kaçınılmaz. Mesela “Artık yalnız değiliz, bakın bir çift olduk, bu aşkımız bu da imzamız…”şeklinde deklare edilen birliktelik kisvesinin, belediye tarafından onaylanması bile kişilerin kendileriyle arasının er ya da geç açılması için oldukça tetikleyici. Öyle ya, çevrenizde gördüğünüz ikili mutlulukların oranı, ikili yalnızlıkların sayısını alt edemiyor. Üstelik çoğu da gizli şeker gibi belirtisiz ilerliyor. Öyleyse üzerinden defalarca geçtiğimiz bir bu ilişkilerdeki yalnızlık mevzusuna neden er ya da geç yakalanıyoruz? Yoksa giderek daha mı çok yalnızlaşmak hatta daha da doğrusu tek başına kalmak istiyoruz?

Elele yürüyen bir çiftin sembolize ettiği birlik/bütünlüğü, kalpleri hatta beyinlerinde incelersek, ellerini tuttukları güçle birbirlerinin akıllarını ya da yüreklerini ne kadar tutabildikleri tartışılır. Belki de buradan çıkarılabilecek en güçlü sonuçlardan biri, birliktelik için bile adamakıllı bir yalnızlığın gerektiği. Çünkü “bir/bütün” olabilmek başarıyla verilmiş bir yalnızlık kağıdıyla mümkün. Yine de seçimini yalnızlıktan yana kullananlar, kendiyle arasına herhangi bir kimseyi ya da anlamı sokmak istemiyorlar. Hatta bazen “mükemmel” bile olsa birinin varlığının çekilemez bir hal aldığını da düşünebiliyorlar.

Bu son cümlem için “tam da kendini anlatmış” diyecek okuyucuların listesini gözüm kapalı verebilirim. Ama konuyu öznelleştirmenin bir yararı yok, en az genelleştirmek kadar.

Evet bazen değil biri, bir ses hatta koku bile kişiye fazla gelebiliyor. Tam da kendiyle arasındaki uçurumu yok etmiş ve tek başınalığın tadını almaya karar vermiş olunduğu bir anda tesadüf eseri hatta kader gereği (ikisi de ne kadar gerçektir tartışılır tabi) kişinin hayatına giren şeylerin insanı daha da büyük bir yalnızlığa sürüklediği doğru değil mi? Üstelik etraflarından yükselen “iyi de nereye kadar?” mırıltılarının bezdirici do minör etkisine gülümsemeyi de ihmal etmiyorlar. Belki de bu yüzden diğer mutsuzlardan daha az mutsuzlar.

Acaba Sokrates’in “Bilgi mutsuzluğu getirir.” görüşü gibi kişilerin farkındalık oranları da mutsuzluklarını artırıyor mu?

Yani yalnızlık mutsuzluk mu?
Hatta daha da vahim bir soru; “Birileri mutluluk mu?”

Kişilerin yalnızlıkları, yalnızlıklarının çeşitleri ve ona bakışları elbette bu soruların cevabını tek şıkta toplayamaz. Birden fazla doğu cevabı olacağı gibi kişiye, hayatına, beklentilerine ve dünyaya göre de değişiklik gösterebilir. Ama burada dikkati çeken bir nokta var o da; kişilerin hayatlarını idame ettirdikleri noktada öz olgularını çok rahat atlayabilmeleri. Dolayısıyla yolun bir yerinde hatta genelde sonunda kişinin kendine dönmek istemesi…Ama vakit artık geç olduğundan veya bir başkasının “kendi” olgusuna alışıldığından bunun mümkün olamaması. Olsa bile yola çıktığı zamanki kendini bıraktığı yerde bulamaması. Bu da yalnızlığın en damar anı…

Diğer bir ikinci nokta ise, kişinin tüm bunların varlığının bilincinde olarak hayatını tek başına sürdürmesi. Her durumda, şartta, kalabalıkta ve yalnızlıkta kişinin kendine arkasını dönmemesi…Böylelikle yalnızlıkla arasına bir eşik sokmaması. E kişinin kendiyle de bir derdi olmadığından yalnızlık olgusunun tek başına olma kavramıyla birleşip, bir de kişiye huzur verdiği anın güzelliği…Yani o bir çok kişi arasındaki kendi halineliğin dayanılmaz hafifliği…

Edip Cansever’in dediği gibi; “İnsanın insandan başka dayanağı yok.Yalnızlık bile başka insanların varlığını bildikçe daha çok anlam kazanıyor.”

Belki de o zaman daha güçlü bir yalnızlık oluyor.
Yalnızlığın gücü olu mu diyeceksiniz?

Aslında kişinin kendinden doğan başlı başına bir güç bu. Üstelik bu güçle birleşen yaşanmışlık sonucu, hem yalnız olduğumuzu bildiğimiz ama yaşadığımız müddetçe yalnız kalamayacağımızı da kabul ettiğimiz, yaşamı daha çekilebilir kılan bir güç. Neyse ki, marjinal yanımızın kıvılcımıyla “yalnız doğduk, yalnız öleceğiz” kavramının içine sıkışıp hayatımızı bunun üzerine kuracak bir yalnızlık kurgusundan bahsetmiyorum. Özümüzün ederince ve yaşam koşullarımız el verdikçe kurgulayacağımız bir tek başınalıktır söz konusu olan. Hatta bu formülle kimileri kalabalık olmak bile isteyebilirler ki, buyursunlar istesinler. Belki de onların yalnızlıkları kalabalıktır. Nasıl ki başkalarının kalabalıkları da bir hayli yalnızsa…

…ve tam bu noktada bana kalemi bıraktıran, daha doğrusu bir sonbahar mevsimine yakışacak “yalnızlık” temasını ele almamı sağlayan sevgili Murathan Mungan’ın “Yalnızlık” şiirinde geçen bir dörtlükle sizi yalnızlığınıza emanet ediyorum;

Her zaman yalnızdım
Yanardağlar kadar yalnız
Ey kafiye sevenler
Şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!