Başa dönmem için ne kadar geriye dönmem gerekiyor bilmiyorum.. Hikayenin her anı en az kendisi kadar hatırlamaya ve anlatmaya değer başka hikayelere ait olmuş. Aynen boşluktaki bir noktanın sonsuz sayıda doğruya ait oluşu gibi..

Sanırım bu yüzden, her ne kadar iki nokta arasındaki en kısa yol bir doğru parçası olsa da, ben kumandayı otomatik pilottan kendi üstüme alarak eşi benzeri zor bulunur eğriler çizeceğim…

Belki de tanıdığım her noktanın üzerinden geçmem gerekecek ve bir eğri yerine ortaya üç boyutlu eciş bücüş bir evren parçası çıkartacağım.. Tanrım.. Hafızamdaki herşeyi kağıda dökmem mümkün mü?

Kimileri bir insanı kendisi yapan şeyin hatıralarının tamamı olduğunu söyler. Peki ya hatırlayamadıklarım? Bilinç altımda gezinip en derin uykularımda rüyalarıma girenler? Onlar bu üç boyutlu ucubenin içindeki boşlukları oluşturacaklar sanırım.. Ortaya sünger gibi bir şey çıkacak. Emmeye, boşluklarını doldurmaya susamış bir sünger.. O zaman içimdeki tamamlanmamışlık duygusundan kurtulabilecek miyim? Hatırlayamadıklarımın yerine çaldıklarımı koyarak!? Yaratmak da çalmanın başka türlüsü değil mi ki zaten?

Hikaye Ankara’da başlıyor. Anneannemin eski evindeyiz. Sanırım bir bayram ziyareti. Aşağı yukarı 11 yaşındayım. Anneannemin kendi imalati olan nefis vişne likörünün peşi sıra yine kendi elceğiziyle hazırladığı mahlep kokulu kaymaklı dondurmadan sunduğu, evin içinin kuzenler, dayılar, teyzeler, sakallı dedeler ve kara halalarla dolup tastığı “çocukluk tadında” bayramlardan biri.. Ben her zamanki gibi yatak odalarından birine kapanmış, annemin çocukluğunda hiçbir sayısını kaçırmadan biriktirip ciltlettirdiği Doğan Kardeş dergilerine dalmış, muhtemelen Eflatun Cem Güney’in öykülerinden birini okuyorum. Aynı öyküyü daha önce belki on defa daha okumuşumdur ama farketmez.. Her seferinde aynı keyfi alıyorum. Şu üç cildi İstanbul’a götürmeme izin verseler yılda sadece iki üç kez gelebildiğim Ankara’da tüm vaktimi özlediğim insanlardan uzakta, bir odaya kapanarak geçirmek zorunda kalmam. Ama annem, eğer bu ciltler her istediğimde elimin altında olurlarsa hiçbir cazibelerinin kalmayacağını öne sürerek, Doğan Kardeş keyfinin anneannemin evine özgü, o hala özlediğim binlerce şeyden biri olarak kalmasının daha uygun olacağını düşünürdü. Olup bitenleri anlatırken hangi zaman kipini kullanmam gerektiği hakkında kafam karışık. Eğer olayların içine kendimi kuş tüyünden bir döseğe gömülürcesine bırakırsam, süngeri ve kaçınılmaz olarak deliklerin içine dolacak olan sıvıyı şimdiki zamanın ele avuca sığmaz doğası ile öreceğim.. Oysa acı verse de, geçmiş zaman şimdiki kadar ıslak değil..

Doğan Kardeş’le ilgili son bir söz söylemeden geçemeyecegim: Her sayinin ilk sayfasındaki bilim kurgu “Ateş Topu” tefrikası sayesinde evrene, yıldızlara ve daha da ötesine olan açlığım şekil almaya başladı. Bir açlık nasil şekil alabilir ki? Açlık kara delik gibidir.. Emer, sömürür, biriktirir.. Bu yüzden, diyebilirim ki söz konusu etki bir şekil vermekten çok bir farkına vardırma, bir uyandırışa benziyordu…

Hala kaybettiğim o küçük yaratığa ulaşmaya çalışıyorum ama sanırım yolu çok uzattım.

Salona döndüğümde babamı anneannemle iddialaşırken buldum. Bir şeyleri ölüme terk etmek ve sonra hayata döndürmekten bahsediyordu. Anneannem omuz silkiyordu: “Al istersen, senin olsun..”, dedi.. Ve böylece biz, bakır bir saksı içinde tüm kışı ve baharı balkonun bir köşesinde hatırlanmayı veya ölmeyi bekleyerek geçirmiş olan o kocaman kaktüsü sahiplendik..

. İstanbul’a dönünce babamın ilk işi “Bereket Tanrıçası” adını verdiği o anne kaktüsü daha rahat ve konforlu bir saksıya ve taze toprağa kavuşturmak oldu. Tanrıça düzenli olarak sulandı ve semirdi, daha da büyüdü… Yavrularını biraz kendilerini toparlayana kadar annelerinin koruyucu dikenleri altında bırakıp daha sonra nazikçe baska saksılara geçiriyorduk. Kısa sürede Tanrıça ve çocukları bize yeni bir meşgale kazandırdılar: Boy boy saksılara birbirinden cart renklerle kızılderili desenleri çizip içine yerleştirdiğimiz bebek tanrıçaları eşe dosta hediye etmeye başladık. Babamın işleri Tanrıça bize yerleştikten sonra gözle görülür sekilde artmıştı. Babam yavruları evlatlık verdiği her aileye ballandıra ballandıra bunu anlatıyor, aynı etkiyi onların da farkedeceğini üzerine basa basa söylüyordu…

Derken bir gün…. Tanrıça çiçek açti!!! Allahım, öyle güzel bir çiçekti ki.. Kocaman, bembeyaz, çok güzel bir çiçek.. Tanrıça bize teşekkür etmişti..Ve artık her yıl bir kez birkaç gününü bize teşekkür ederek geçirecekti.. Ta ki günün birinde biz de onu balkonda ölmeye terk edene dek.. Ama daha oraya gelmedik…

Bebeklerden birini sahiplendiğimde onbeş yaşındaydım. Onu penceremin önündeki mermere, pembe çiçekli mevsimlik bir bitkinin yanına yerleştirdim. Komşusu şüphesiz kendisinden çok daha havalıydı ama onun buna pek aldırdığı yoktu. Diğerinin şımarık, pembe çiçekleri tarih olup sadece pörsümüş yaprakları kaldığında, benim kızım hala kararlı adimlarla yavaş yavaş büyüyor ve Tanrıça olup çiçek açacağı günlere hazırlanıyordu. Onunki çok daha içrek bir güzellikti. Sadece bakmayı bilenlerin görebileceği…

Onunla konuşur ve beni anlayabildiğini hayal ederdim. Onunla konuşur ve beni anlayabildiğini hayal ederdim… Geceler boyunca…

Aradan birkaç yıl geçti ve onun körpe gövdesi serpildi, dikenleri sertleşti ve daha da koyu yeşile çalan tenini, onu hem gizleyip hem de sergileyen, ama ona elde edilmesi zor bir hava veren şeffaf, mumsu bir doku kapladı. Komşuları sık sık değişti.. Rengarenk çiçekli efemeridler.. Onu öperdim. Başkalarının ellerine batan dikenleri benim dudaklarımı farkedince uysallaşır, boyun büker ve tanıdığı bu ayrıcalıkla bana kendimi onun nezdinde çok özel hissettirirdi. Henüz böyle teşekkür ediyordu. Hala çiçek açmamıştı…

Tanrıça’nin ölü olduğuna inandığımiz bedenini –bence bizim eve geldigi günki kadar canlıydı- kapının önüne koyduğumuz gün düşüşe geçtik. Kavgalar, iflas tehlikeleri, trafik kazaları… Evin bereketi, huzuru , masumiyeti, barışı… Hepsi yok olmuştu… Ama olanları Tanrıça’nın yokluğuna bağlamak hiç aklımıza gelmedi. Yavru Tanrıça bana bir şeyler anlatmak istedi belki, ama ben dinlemeyi bilemedim.

Fakültenin üçüncü yılıydı. Annem Ankara yakınlarında bir dağ kasabasında rehabilite oluyordu. Sevgilimi terk etmistim. Hiçbir seye inancım kalmamıştı. Kendime örnek olarak 70’li yıllarin türk filmlerindeki iyi yürekli cesur kız karakterini örnek almaya çalışıyordum. Onlar tüm kuvvetlerini aşklarından alırlardı. Ben de aşık oldum. Artık güçlüydüm. Tüm dünyaya kafa tutmaya hazır, kaderinin efendisi, vesaire, vesaire… Hem yeni bir arkadaşım da olmustu. Hasta, yaşlı bir kadın. Rahmetli oğlu hastaneye çok emeği geçmiş bir hoca idi. Oğlunun hatırına, bu kimsesiz (aslinda terk edilmiş..), hafif yollu bunamış kadıncağızın yedi aydır kaldığı odayı işgal etmesine göz yumuyorlardı.

Onu sevdim. Benimsedim. Terini değiştirdim. Saçlarını taradım. Ona gazete okudum. Gençlik hikayelerini dinledim. Alışverişini yaptım ve ona kaktüsümü hediye ettim.

(…)

Annem geldiğinde güçlükle de olsa yürüyebiliyordu. Aile üzerindeki kara bulutlar dağılmaya başlamıştı. Sevgilime geri dönmüştüm. Aşık değil, “aşık olduğuna inanmış” olmayı tercih etmiştim. Yşslı kadina , yani Cevahir Teyze’ye gittikçe daha seyrek uğrar oldum.

Kapısının önünden geçen herkese beni sormaya baslamıştı. Çok hasta olduğu ve beni çok özlediği haberleri sık sık kulağıma ulaşıyordu. Ama onunla vedalaşamazdım. Oysa en az onun kadar kaktüsümü, Yavru Tanrıça’mı da özlemistim.

(…)

Hemşire şaşkınlıkla , “O geçen kış öldü. Çok çekti zavallı kadın.”, dedi.

Yine rezil hissettim kendimi.. Söylenecek ne çok söz, yapılacak ne çok itiraf varmış aslında…

Yavru Tanrıça’yı yok etmişler. Kimbilir başına neler geldi? Aslında hala orada duruyor da olabilir. Bakıp bakmadığımdan emin değilim. Önemsemediğimden değil, yokluğunu görmeye cesaret edemeyeceğimden.

İtalo Svevo’nun bir sözünü hatırladım: “Elimde kalem varken daha iyi düşünebiliyorum.” Ben de öyle.. Yazmaya başladığımda zihnim berraklaşıyor, kendi içimde bir yolculuğa çıkıyorum. Kendimle ne denli barışık olduğumu bilemiyorum. Bu, sanırım, süngerin emdiği sıvıyla yakından ilgili. Ama emin olduğum bir şey var. Yazdıklarımı kafamdan çıkartarak kağıtlara hapsetmek ve böylece bir ölçüde onlardan kurtulmak konusunda eskisi kadar mahir değilim.

Nisan 2000

Not: Bu yazıyı yazdıktan çok kısa bir süre sonra Cevahir Teyze’nin odasına girdim. Başka bir hasta yatıyordu. Genç bir erkek. Pencerenin önüne yürüdüm ve saksıyı aradım. Yoktu.

Not: Acaba hemşirelerden biri evine mi götürdü? Araştırmaya gücüm yok.

Not: Bu yazıyı yazdıktan kısa bir süre sonra bir kartpostal buldum, satın aldım. Tanrıçam yağlı boya resmedilmişti. Yazıyı okuttuktan sonra kartpostalı da gösterdiğim bir dostum bana kartta görülen varlığın hemen hemen aynını buldu ve hediye etti… Kimbilir? Belki de bir zamanlar evlatlık verdiğimiz bebeklerin torunlarından biridir… Şimdilerde onunla dertleşiyorum…

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.