Sevgili Matilda;

Geçen yıl Japonya’ya gittiğimde, yola çıkmadan üç önceden geceleri karabasanlar görmeye başladım.Şimdi aradan bir yıl geçtikten sonra harika anılarım olduğunu görüyorum. Benim geleneksel Japon kültürüne olan ilgim nedeniyle editörümden mega gökdelenlerde değil de onların otelinde kalmak istediğimi söylemiştim. Böylece bir akşam, eski başkent olan Nara yakınlarında kazıklar üstüne kondurulmuş tahta ve bambudan yapılmış bir pansiyona gittim. Bir tepenin eteklerinde bulunan pansiyonum ormana gömülmüş gibiydi. Tahta yapının altından bir nehir akıyor, ilerledikçe minik çağlayanlar ve göller oluşturuyordu. Işık ağaçların yaprakları arasından süzülüyor ve gölge yerlerde alageyikler dinleniyordu. Minik otelimim adı: Günler ve Geceler, Aylar ve Yıllar- idi.

Bana eşlik eden rehberim sonradan onların kültürlerinde otellerin bizimkilerden bambaşka bir anlam taşıdığını anlattı. “Bizde” dedi, “ ancak içsel bir toparlanmak gereksinimi duyulduğu zaman otele gidilir. Yalnız kalmak ve özgür olmak için yapılır bu.” Ve gerçekten de bu yapıda bizim alıştığımız tarzda herkesin toplandığı bir yemek salonu yoktu. Yemek yemek son derece özel bir olay olarak kabul edildiğinden yabancı kimselerle paylaşılmıyordu. Bu nedenle rahatlamamız için bizlere bire kimono sunduktan sonra yemeklerimizi odamıza getirdiler. Saat altıda yemek sona ermişti ve artık yapacak bir iş kalmamıştı, bu nedenle akşamın geri kalamının pencereden dışarı bakakar geçirdik. Suyun ve yaprakları oynatan rüzgarın sesi sadece böceklerin vızıltısına eşlik ediyordu; arada sırada da bir ala geyiğin sesi işitiliyordu. Böylesine ‘ dolu dolu’ sessizliğe gömülmüş geceyi beklenmedik bir heyecanın sevinciyle anımsıyorum şimdi. Zaman sonsuzluğa uzanmıştı, kutsallık yüklenmek için o geleneksel giysilere gereksinmesi kalmamıştı.

Sabah güneş ışığı kağıt duvarların arasından süzülünce çevremde parıldayan tek bir nesne bile olmadığını aynanın bile koyu renk bir örtüyle örtüldüğünü fark ettim. Bunun üzerine bir kitapta okuduklarım geldi aklıma: Eski japon kültürüne göre parıldayan her şey değersiz ve bayağı kabul edilirdi. Yeni bir fincan ve vazo, ürküntü verirdi. Çünkü parlayan bir nesne – yenidir- ve yeni olduğundan henüz kullanımın ona kazandırdığı soylulukla değer kazanmamıştır. Eskimiş, pek çok kez çay içmekten ötürü kararmış bir fincan , bizimle yaşamış , sabrımızı ve özenimizi aktardığımız bir eşyadır ve zamanla hem bizim huyumuzu hem duygularımızı yüklenmiş, o da bize hizmet ederek bunun karşılığını vermiştir.

Bu düşünce tarzı nasıl da hoşuma gidiyor. Kullan ve at – çılgınlığının alev alev öldüresiye yaşandığı toplumumuza bu yeni ahlakı sunmak acaba nesneler açısından bir kurtuluş olur muydu sence? İşime yarıyor, işime yaramıyor, bıktım…

Uzun süreli bir dostluk zamanın kararttığı bir fincanınkiyle eş değerde iler taşır; gündelik eşyalarda da arkadaşlıklarda olduğu gibi çatlaklar ve gölgeler bulunur. Bir fincanı fırlatıp atmamak ve bir arkadaşı yaşantından sıyırmamak için sabır ve sadakat gibi iki duyguya gereksinme vardır. Sabır, yüklendiği rol gereği bir tuğlaya, sadakat ise köke benzer. Sabır acelenin, sadakat ise tüketimin panzehiridir. Bu iki duyguyu fiziksel bir imge olarak düşünmek istersem sadece minik tuğlalar ya da kökler geliyor aklıma. Dostluk tuğlalarla örülür; kökler sayesinde gelişir.

Not: “Sevgili Matilda; insanın yürümesini dört gözle bekliyorum” adlı kitaptan alınmıştır.

Konuk Yazar