Sevgili Mathilda,
Dün akşam canım ne okumak, ne de televizyon izlemek istedi. Ben de elime fotoğraf dolu koca karton kutumu aldım ve gelecekte bunları düzene sokacağını varsayarak içinden bir bir çektim resimleri. Benim için fotoğrafları düzenlemek, sigara tiryakilerinin son sigaraları gibi bir şeydir: Bu işi üstlenmek üzere kendime hep söz veririm ama sözünü hiç tutamam. Hatta geçen yıllar boyunca birkaç kez fotoğraf albümleri de satın aldım ama öylece bir kenarda kaldılar. Arada bir bunları elime alıp kendime şöyle diyorum: “Ağır bir soğuk algınlığı gerekiyor; belki uzun zaman yatağa düşersem bunları düzene sokmaya zamanım olur.”
Elbette bunlar sadece bahane; gerçekte yaşamıma ait görüntüleri herhangi bir mantıksal ilke doğrultusunda sisteme sokmaya hiç istekli değilim. Elimi kutuya daldırmak ve içinden ne çıkacağını bilmemek çok hoş. Kaldı ki, belleğimiz de aynen böyle işlemez mi? Ansızın, hiç de kesin bir nedeni yokken anılar arasından bir parça, bir yüz, artık anımsamadığımız bir günün ayrıntıları çıkıvermez mi?
Sanatsal fotoğrafa hiçbir zaman aşırı bir düşkünlüğüm olmadı. Elimdeki resimlerin çok büyük bir bölümü ucuz makinelerle ve özel bir yöntem uygulamaksızın çekilmiştir. Fotoğrafların yüzde otuzu doğumlara, vaftizlere, doğum günlerine ve spor karşılaşmaları anılarına aittir. Geri kalan yüzde yetmiş resim ise tekdüze biçimde benim dağ gezilerimi yansıtmaktadır. Komik bir durum değil mi? Sanki anımsamak istediğim tek deneyimim, bir doruk noktasına tırmanmak için aştığım yol gibi; değil mi?
Tırmanmalar, inmeler, yavaş yürüyüşler: geçtiğimiz günlerde Portekiz ve İspanya’da Meryem Ana’ya adanmış en önemli tapınakları dolaşmak için yaptığım haç gezintisinin son aşaması olan Lourdes’deki büyük yer altı kilisesinde bunu düşündüm. Çevremde her ulustan insanlar vardı; mekan çıplak ve yalındı. Heykeller, altınlar yoktu; üzerimizde cicili bicili şeyler asılı değildi; tek süs dışarıda kilisenin çatısında büyüyen çimenlerdi.
Daha önceki günlerde Sevilla ve Santiago de Compostela Katedrallerini ziyaret etmiştik. Orada her şey bambaşkaydı; kabartmalar ve süslemeler öylesine fazlaydı ki sonunda içimi boğuntu, başımı dönme sarmıştı. Belki de bu nedenle Lourdes kilisesinde başkalarıyla beraber uluslar arası ayinin başlamasını beklerken bir tür hafiflik duymaya başladım. Koro Veni Creator Spiritus ilahisini okumaya başlayınca sanki yerden yükseldiğim duygusuna kapıldım; ortamda hepimizin ayaklarını yerden kesen bir sevinç akımı vardı; sanki hoş bir anafor hepimizi yukarıya çekmişti.
Son yıllarda kutsallık ve tanrıyla birlik duygusu pek istenmeyen bir konuk gibi çekip gitti aramızdan. Yaşamlarımızın büyük bölümü yatay bir süreç boyunca akıyor. Çocuklar ve gençlere bile düz bir çizgi üzerinde yürümeleri ve bakışlarını üzerimizde yer alan dinsel sırlara doğru kaldırmamaları öğretiliyor. Gündelik yaşam bizlere öylesine çok zorunluluk yaratıyor ki onun somutluğuna yabancı olan her şey bize bir lüks, bir ütopya ya da zaman yitimi olarak görünmeye başlıyor. Tasarılarımız düşüncelerimiz var ve bunları gerçekleştiremeyeceğimizden korkuyoruz. Bir hedefe varır varmaz, bir arzumuz yerine gelir gelmez kendimize hemen yeni bir tanesini yaratıyoruz.
Oysa ufkumuzun sınırlı olmadığının ayırtına varmak hiç de zor değil: Gerçek güçlük tanıdığımızın ötesinde, bir başkasının da bulunduğunu seçebilmeye cesaret etmekte, kutsallığın ve dinsel gizlerin günlerimizi canlandırabileceği kadar minik bir pencere açabilmekte yatıyor. Ruhu harekete geçiren, onu yükselten, sürekli olarak gözlerimize sunulmaktadır; ne var ki biz onu algılama yetimizi yitirdik. Bu biraz da pek çok mektup almamıza ve bunları ertesi günlerde bile okumadan bir kenara fırlatmamıza benziyor. Şimdi yürümemi sürdürmeliyim; ileri gitmeliyim.
Ama yaşam hangisi? Nerede? Bizim yürüyüşümüz mü yoksa yol boyunca güzelliğini bize sunduğu gül mü? Varış çizgisi mi yoksa yolda bize gülümseyerek el sallayan ama bizim ona hiç gülümsemediğimiz çocuk mu?