Ne garip.. En son bu bilgisayarın başında derKi için yazı yazarken, o, hemen 40 santim yanımda, yerdeki pofuduk minderlere yüzükoyun uzanmış, bacakları dizlerinden bükük ve o çok sevdiğim minik ayakları havada çapkınca sallanıyor olduğu halde, kedili bardağından neskafe içip gazete okuyordu. Ben ise çok mutluydum. Şimdi gene bilgisayarın başındayım. Pofuduk minderler –birlikte almıştık- küskün bir şekilde duvar dibinde üst üste yığılı duruyor, ben de onun kedili bardağından çay içiyorum ve gene çok mutluyum.

 

derKi yazarlarından sevgili Tuna’nın da ifade ettiği gibi, gerçekten de hayat hiç de filmlerdeki gibi değil. Biraz ahkam keseyim ve şu ana kadar çekilmiş aşk filmleri ve romantik komedilerin, diğer türdeki filmlerle oranla çok daha fazla sayıda olduğunu iddia edeyim. Bu filmlerin senaristlerinin, senaryo yazımı esnasındaki halet-i ruhiyeleri bir yana, bizler hep kendimizden bir şeyler bulmak, filmlerde yaşanan aşkları iç çekerek izlemek için o filmleri tercih etmiş, filmin sonu nasıl biterse bitsin oradakiler gibi sevip sevilebilmeyi dilemişizdir. Heyhat, hayat gerçekten filmlerdeki gibi değil.

 

Peki, ben niye hala mutluyum? Bunun için filmi biraz geri sarmak gerekiyor…

Belki biraz yalnız kalma fobisinden dolayı, belki de rastlantı, hayatımda her zaman birileri olmuştur. Hiç aşksız kalmadım. Zira aşk benim için gıda gibi bir şeydi. Tabiatiyle aşkı böylesine yaşadığım için de her şey çok çabuk tükeniyordu. Bilirsiniz, içinizde bir ateş yanmaya baslar.. Sanki tam kalbinize yerleştirilmiş bir havai fişeğin fitilidir o yanan. Göbeğinizden baslar, karnınızda tatlı bir ağrı bırakarak yukarılara tırmanır ve tam kalbinize gelip de o fişeği nihayet patlattığında ortalık bir renk cümbüşüne döner. Kalbinizden tüm vücudunuza yayılan alev alev bir sıcaklık ve görsel şölen. Sonrası ise sessizlik.. Çok sevdiğim bir arkadaşım bana, “Oğlum sen sadece aşka ve aşık olmaya aşıksın. Bu şekilde asla mutlu olamazsın” demişti. Haklıydı. Üstelik çok ciddi de bir sorunum vardı. Aşık olduğum insanların yarısından çoğu ya biriyle beraberdi, ya da birine aşıktı ve bu artık canımı çok sıkıyordu. Koç boynuzlarımı sivriltip saldırıya geçmek, tutkuyla ortalığı kasıp kavurmak, üstelik bunun için her yolu mubah saymak, amacıma ulaşınca da arkamda bir enkaz bırakarak çekip gitmek istemiyordum artık. İstiyordum ki, seveyim, sevileyim, sakin, huzurlu, uzun ömürlü bir şeyler yaşayayım. İşte tam bu sıralarda Reiki ile tanıştım ve gerçek, bir “şrak!” efektiyle önüme çıktı. Acaba ben kendimi gerçekten seviyor muydum?

 

 

Bu realiteler, Reiki 1. seviye, 2. seviye, derken Ra-sheeba, okunan kitaplar içime işleye dursun, tam da bu fenomenlere bulaşmamın başlarında nihayet onunla karşılaştım. Burada mutlaka Dante’den bir alıntı yapmalıyım;

 

“Günler günleri kovalamış, bu soylular soylusu kadının görünmesinin üzerinden tam dokuz yıl geçmişti. Bu günlerin sonuncusunda, bu ışıl ışıl kadın, bembeyaz giysiler içerisinde, ondan yasça büyük, 2 soylu kadının arasında göründü; bir sokaktan geçiyorlardı ki benim korku içinde, allak bullak durduğum tarafa doğru cevirdi gözlerini ve o tanımlanamaz inceliğiyle selamladı beni. Öyle erdem yüklüydü ki o selam, o an mutluluğun doruğuna ulaştığımı sandım. Bu çok tatlı selamın bana ulaştığı saat, o günün dokuzuncu saatiydi kesinlikle ve de sözlerinin kulaklarıma varmak üzere ilk kez harekete geçişinden olacak, öyle bir tatlılık yayıldı ki içime, mest olmuş vaziyette ayrıldım insanlardan ve odamın ıssızlığına çekilerek bu çok incelikli kadını düşünmeye koyuldum…”

 

Onu daha evvelden tanıyordum. Vakti zamanında ukala bir tarafım vardı. Biriyle tanıştığımda, hayatımın herhangi bir döneminde eğer ki aramızda bir şeyler yaşanacaksa, bunu tanışır tanışmaz seziyor ve “Bu kızla benim aramda bir şeyler olacak” diyordum. Hakikaten de en geç 2-3 yıl içerisinde bu oluyordu. Onu ilk gördüğümde de bunu hissetmiştim. Belki ben Dante gibi 9 yıl beklemedim fakat o tekrar karşılaştığımız an benim doğum günüm olan Nisan ayının 9. günü, saat ise öğle sonrasının 9. saati olan 21:00 idi. Masanın öbür ucunda yalnız, sessizce oturmuş bana bakıyordu. Sandalyemi onun yanına çekmem ve konuşmaya başlamamız bir oldu.

Süreç çok çabuk ilerledi ve aramızda tatlı bir çekim başladı ve giderek büyüdü de. Ne var ki, onun hayatında birinin olduğunu öğrendim. J Bir değişim süreci içerisindeydim. Olaylara bakış açım hızla değişiyordu. Bununla beraber de onun hayatımdaki sekizinci “Sevgilili sevgili” vaka olmasını da istemiyordum. Sanırım birbirimizden uzak durmamız gerekiyordu. Ama ne mümkün…

 

Portofino şarkısını bilirsiniz. Her şey işte bu şarkıdaki gibi oldu ve “lo strano gioco del destino”; kaderin bu tuhaf oyunu, bizi toplu halde gidilen bir tatil kasabasında bir araya getirdi. Akşam hep beraber yenen bir yemek… Masamız kalabalık sayılırdı. Müzik pek iyi olmasa da herkes hayatından memnundu. Masada yan yana düşmüş ikimiz de… Uslanmaz romantik ben, onun lavaboya gitmesini fırsat bilip masadan izin istedim ve yürüyüşe çıktım. Kendime bir bira alıp balıkçı barınağının açık denize bakan kayalık kısmında kendime bir yer buldum ve dolunayı seyredip dalgaların sesini dinlemeye başladım. Ardı ardına 3 dalga geliyor, ardından 7 saniye sessizlik… Sonra 3 dalga daha… Bir yandan bu senkronizasyonun müthişliğini düşünüp bir yandan da zevkle biramı yudumlarken tahmin ettiğim şey gerçekleşti ve beni orada eliyle koymuş gibi buldu.

 

Birlikte çıktığımız bir yürüyüş, denizin üzerinde derme çatma bir iskele, hamaklar, minderler. O hamağa yerleşti, ben ise mindere. Aramızda anında sessiz bir iletişim başladı. Hamağını sallıyorum arada, içkisini veriyorum zaman zaman. Ben ise ona sadece içimden “Gel” diyorum ve gelip dizime yatıyor. Saçlarını okşamaya başlıyorum ve ne olduysa o zaman oluyor zaten! İçimde patlayan bir ses: “Ben bunu daha evvel yaptım!”. Bu, hayatımda ilk defa yaşadığım bir deneyim. Her şey çok uzaktan dahi olsa  o kadar bildik ve tanıdık ki. Gözlerimin nemlenmesine engel olamıyorum ve onun için dua ediyorum, bir yandan da onu ürkütmeden yüzüne, saçlarına, o eski tanıdık detaylarına dokunurken. Mucize bir geceydi. Tam üşümeye başladığımızda, garson bize kendiliğinden bir eşofman üstü getirdi “Üşümüşsünüzdür” diye. Zira oradan hiç kalkmak istemiyorduk! Zaman geçiyor ve biz kaldığımız pansiyona gidiyoruz, sadece ve sadece birbirimize sarılıp uyuyoruz. Tanrım bu ne bildik şey, sanki 40 yıldır bunu yapar gibi. teni, kokusu, uyuma şeklimiz, her şey. Fitilin ucu yandı ve ateş tırmanmaya başladı bile. Ertesi gün İzmir’e dönerken ise hiçbir şey olmamış gibi davrandık.

 

İlerleyen zaman ve gitgide artan yakınlaşmamız, üst üste inanılmaz deneyimler yaşattı bana. Bir gece, Çeşme’deyiz. Ne var ki erkek arkadaşının da orada olduğunu bilmiyordum. Onunla konuşurken ve kulağına ne kadar muhteşem göründüğünü fısıldarken gelen erkek arkadaşı, onunla beraber gidişi ve orada kalakalmış bir ben… Onunla yaşadığım hiçbir şey de tek taraflı değildi üstelik. Geçmiş zamanlarımdan tamamen farklı bir şekilde, tepkisiz bir halde ne hissetmem gerektiğini düşüne düşüne; en sonunda da üzülmeye karar vererekten sabahın bir körü evime döndüm. Tam yatağımda bağdaş kurmuş, derin bir şekilde içinde bulunduğum felaketi nasıl atlatacağımı düşünürken, içimden bir ses bana birden: “Üzülme. Buna hakkın yok. İnsanlara kendi tercihleri için kızamazsın. Unutma ki siz, uzun zaman evvel, günün birinde evrenin bir köşesinde buluşmak üzere birbirinize verdiğiniz bir sözü yerine getirdiniz. Bunu kutla ve bunun için şükret” dedi. Bu içses ile eşzamanlı olarak içimin kıpır kıpır olduğunu hissettim. Ruhum hakikaten bu buluşmayı ve benim deniz kıyısında yaşadığım deneyimin farkına varmamı kutluyordu. Kendime bir kadeh şarap doldurdum ve bilgisayarımdaki en neşeli şarkıları çalarak kendi kendime dansettim.

Bu olaydan sonra ise uzun bir süre ne görüştük, ne de konuştuk. Daha sonraki karşılaşmalarımız ise, harika vakit geçirmek ve gene birbirimizden kaçmakla geçti, ama kopmadık da birbirimizden. Belli ki daha deneyimleyecek şeyler varmış aramızda. İşte bütün bu hır gür içerisinde bir gün Alsancak’ta karşılaştık. Sanki daha evvel planlamışçasına el ele tutuştuk ve evime geldik. Nihayet ilişkimiz başlamıştı. 9 Nisan günü bindiğimiz ve nereye gideceğini bilmediğimiz aşk treni, bizi tam 19 Eylül’de ineceğimiz yerde bıraktı. Zorlu görünen, belki normal şartlar altında insanın canına okuyacak 5 aylık bir yolculuk… Mutluydum ama, çünkü onu koşulsuzca seviyordum. Her zaman onun için, kendim için ve bizim için en hayırlı olanı dilemiştim. Tahmin edersiniz ki Nazan Öncel’in “O senin neyin olur derlerse” şarkısı şaka kabilinden favori şarkımız olmuştu. Artık bu şarkıya verilecek bir cevabımız da vardı üstelik.

 

Rüya gibi bir üç ay yaşadık beraber. Hem gönlümün, hem de evimin kadını olmuştu. Daha akşamdan ona kahvaltısını hazırlamak, ondan evvel kalkıp kahvaltısını muzipçe yemek, onu işe uğurlamak, gün içerisinde ondan gelecek ilk e-maili heyecanla beklemek, onu işyerinden almak veya onu evde heyecanla beklemek, eve girer girmez haylaz bir çocuk gibi ayakkabılarını ve çoraplarını sağa sola savuruşunu gülümseyerek izlemek, onu gardırobun içerisinde “Giyecek hiçbir şeyim yok!” diyerekten binlerce kıyafetinin üstünde yatarken bulmak, soğuk gecelerde minik ayaklarını ısıtmak, o uyumadan uyuyamamak, kabus gördüğünde başını ellerimin arasına alıp onu yemyeşil kırların arasına gönderebilmek, esasında koşulsuzca onu sevmek ve onun tarafından sevilmek…

 

Ne var ki bir gün rüya, hala unutamadığım ve o zamanlar uğursuz diye tabir ettiğim 13 Aralık Pazartesi sabahı onun evi terk etmesiyle sona erdi. İlk etapta kendimi dul kalmış gibi hissettim.  Bunun bana derin bir etkisi oldu ve gerçekten kendimi çok mutsuz hissettim. İşte bu son yazdığım cümle, ilişkimizin bitiş sebeplerin bir uzantısı. Koşulsuzca sevmeyi, mutlu olmayı unuttum çünkü. Bir zamanlar, evde elimde şarap beni her şeye rağmen mutlu eden ve dans ettiren realitelerden ve düşüncelerden uzaklaşmış gitmişim.

 

Her ilişki; başı, süreci ve sonu nasıl olursa olsun insanlara bedellendirilemeyecek kadar değerli deneyimler katar. Biz, hep suçu karşı tarafa atmışız hayatımız boyunca. Kendi problem ve komplekslerimizi taşıyamadığımız gibi, karşımızdakinin sırtına yüklemişiz hep. Sevmeyi becerememişiz. Sevmeyi bilmemişiz. Hep karşımızdakini belirli kalıpların içerisine sokmuş, onlardan da bu kendi kafamızda biçtiğimiz kalıplara uygun hareket etmelerini beklemişiz. Kendimizce karşımızdakilere roller biçmişiz. Sen kadınsın, ben de erkek. Erkek dediğin şöyle olur, kadın dediğin böyle. Halbuki biz insanız. Ne sadece kadınız, ne de erkek; ama aslında hem kadınız, hem de erkek. Ne zaman ki bunu idrak edeceğiz, derKi yazarlarından Sevgili Korkut Keskiner’in dediği gibi içimizdeki karşı cinsimizle barışacağız, kendimizi dengeleyeceğiz, ilişkinin tarafların birbirine aidiyeti veya birbirine sadece sırtlarını yaslaması manasına gelmeyip sevgiyle paylaşmak olduğunu anlayacağız; esasında en doğrusu ne zaman ki sadece ve sadece birbirimizi koşulsuzca seveceğiz, işte o zaman inanın bana bu dünyada ne kalbi kırık, ayrılmış insanlar kalacak, ne de sinema salonlarında iç çekerek seyrettiğimiz Aşk Filmleri ve Romantik Komediler olacak. Kimbilir, belki de hayat hakikaten filmlerdeki gibi olacak..

 

Sonsözüm ise ona..

Ruhum nasıl senin gelişini büyük bir coşkuyla karşıladıysa, gidişini de aynı coşkuyla uğurluyor. Teşekkür ederim, bana bu deneyimleri yaşama, seni sevme, seni hissetme fırsatını verdiğin ve yazımın başında da belirttiğim gibi evrenin bu köşesinde bütün bunları deneyimleme sözümüzü tutmamıza yardım ettiğin için.

 

Bir şarkı daha mı? İşte Peppino di Capri ve unutulmaz Roberta;

“Con te ogni istante; Era felicità,”

Yani, seninle yaşadığım her an mutluluktu… *


Yolun açık olsun. Belki bu hayatta, belki başka bir boyutta; ama mutlaka bir gün bir yerlerde..


 

* Editörün notu: Roberta şarkısını Peppino di Capri, sırılsıklam aşık olduğu eşine yazmış ve bir röportajında Di Capri: “Ona bu şarkıyı yazdım, ama o beni başka bir erkek için terk etti gitti. Ama olsun, yaşadıklarımız güzeldi ve geriye bu şarkı kaldı sonsuza kadar yaşayacak” demişti. Fahri’nin bu satırlarını okurken aklıma geldi ve paylaşmak istedim.

Konuk Yazar