Bugün ofiste masamın başında otururken bir anda dengem bozuldu koltuk bir yana ben bir yana savrulduk. Koltuğun ayağındaki, dönen ve hareketi sağlayan adını tam bilemediğim için “şeysi” dediğim parçası kopmuş meğer. Yerine takmaya çalıştım ama zamanla aşınmış olduğu için olmadı. Çaresiz başka bir koltuk çektim, masaya oturdum. Daha doğrusu oturamadım. Sanki yıllardır oturduğum yer orası değilmiş gibi bir huzursuzluk bir yerini yadırgama… “Yaralı” koltuğuma üzülerek baktım ve bir koşu gidip o “şey”in yenisini aldım, taktım, huzura erdim. “Bize ne kardeşim senin koltuk sevdandan?” demeyin. Bu olay bana çok şey öğretti zira.

 

Şöyle ki: İnsan kolay alışan, kolay bağımlı olan bir mahlûk… Alıştığından da kolay vazgeçmiyor. Vazgeçmesi gerektiğinde büyük ya da küçük sorun çıkıyor. Birçok şeye bağımlılık geliştirebiliyoruz, alışabiliyoruz. Eşyalara, insanlara, durumlara, yerlere… Bir “arıza” çıkmadıkça da bu bağımlılıklarımızı devam ettiriyor ve birçoğunun farkında bile olmadan yaşayıp gidiyoruz. Ben bugün koltuğuma bağımlılığımı fark edince bir durup düşündüm. “Aklıma bile gelmeyen bu tür kaç bağımlılığım daha var acaba?” diye. Buldum da epey bir şey, şimdi özele girmeyeyim o kadar:) Bulduklarım da çok hoşuma gitmedi ne yalan söyleyeyim. Gerekli, gereksiz bir sürü şeye takmışım da farkında değilmişim. Sonra dedim ki kendime “Şimdi bunların hepsinin hayatından çıkıp gittiğini var say Gülseren. Ne olacak yani oturup ağıt mı yakacaksın?” Cevap verdi hemen bilinçaltım mı, üstüm mü bilmem “Ağıt yakmam ama olmasa iyi olur yani” diye. Al başına belayı, bir koltuk “şeysinden” huzursuzluk yarattım mı kendime bir güzel?

Demem o ki, her neye olursa olsun bağımlılık iyi bir şey değil, bir kez daha anladım bugün. Kapitalistler bu bağımlılık olayını çok iyi biliyor onu da anladım bir daha. Gözümüze soka, soka “Şöyle bir yerde yaşaman lâzım, şunu giymen, şunu yemen, şununla evlenmen, şuraya tatile gitmen lâzım” diyerek bizi kışkırtıyorlar, yapabildiğimiz kadarını da yaptırıyorlar. Sonra da hep onları yapalım istiyoruz. Yapamazsak mutsuz olup, yapabilmenin her yolunu arıyor, bunun için çabalıyoruz. O eskilerin kanaatkâr, kalender meşrep, şükreden, elindekinin kıymetini bilen, yoktan var eden dünyası masal diyarları kadar uzak artık bize. Hep daha fazla, daha çok, daha, daha… Ucu da yok ki bu “dahanın”.

Bugünlerde yaşanan küresel kriz o ucu öğretecek belki tüm dünya ile birlikte bize de, bilmiyorum. Bildiğim, bu gidişin bir sonu olduğunu bir an önce görmemiz hem bizim hem tüm insanlığın yararına.

Bugün gazetede okuduğum kanımı donduran bir haber bu düşüncemin haklılığını ispatlıyor zaten. Haber şu: Almanya’da yapılan “Pop Star” yarışmacılarından birinin annesi kızı yarışmada iken ölüyor. Bu yarışmacılar biliyorsunuz tecrit halinde yaşadığından canlı yayına bağlanan baba bu haberi kızına orada veriyor. Kız çok üzülüyor doğal olarak ve ağlıyor. Yarışma canlı yayınla aynen devam ediyor. İnsanlığın geldiği noktaya bakın!

Herşeyin satılık olduğu- olabileceği ve paradan ve paranın getireceklerinden başka hiçbir şeyin manasının olmadığı bir dünyayı yarattık kendimize. Helâl olsun!

Karar verdim bu akşam eve farklı bir yoldan gideceğim, hiç yapmadığım bir yemek yapacağım, hiç oturmadığım bir koltukta oturup, hiç seyretmediğim kanallardan birini açıp izleyeceğim. İşe yarar mı dersiniz?