Şimdiden söyleyeyim bu yazı nasıl devam eder, hiçbir fikrim yok şu anda. Bu aralar beynim alıştığımdan biraz daha hızlı çalışıyor ve benim” Allah aşkına biraz yavaşla, yetişemiyorum, bunaldım!” çığlıklarımı da kesinlikle dinlemiyor. O nedenle yazmaya oturduğum konudan sapar, saçmalar, bir düzen tutturamazsam bana laf etmeyin. Uyardım, sorumluluk benden gitti.

Bu aralar hızlı çalışan sadece “beynim” de değil.Ben de kırkyama bir bohçanın parçaları gibi birbiriyle hiç ilgisi olmayan işlerin peşinde, her parçanın enini boyunu denk getirerek eklemeye çalışıyorum. Biraz yamuk falan ama elimde bohça var çok şükür:) Sadede geliyorum. İnsanların bir sorun anında ya da herhangi bir konuda birşeyi tartıştıkları zamanlardaki hallerini ve bu hallerin “halini” anlatmak derdindeyim bu yazıda.

Başta bahsettiğim karışıklık içinde boğuşurken birbirinden çok farklı yaşta, eğitimde, bilgide, görgüde birçok insanla birlikte oluyorum. İnsanın olduğu ve ürettiği her şeyde olduğu gibi sorunlar da bizimle oluyor haliyle. Sorunlar karşısında insanların davranışları ve tutumları da birbirinden çok farklı oluyor yine haliyle. Sorunlar ve yapılması gerekenler konusunda her insanın farklı yaklaşımları olabilir bundan bahsetmeyeceğim. Benim bahsetmek istediğim şu (dikkatimi çeken ya da): Çoğu insan tartışırken karşısındakinin ne dediği ile ilgili değil. Kendi kafasında olan ve tabii ki doğru bulduğu görüş her neyse sadece onu anlatmak derdinde. Dinliyor gibi görünürken birazdan ne söyleyeceğini düşünüyor gerçekte. O zaman da ne oluyor; “Körlerle sağırlar birbirini ağırlar.” Bu bir yönü olayın…

Bir de şu var: Tartışırken bir yanıyla karşımızdaki üzerinden kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz gibi geliyor bana. Özellikle de içten içe çok da emin olmadığımız ama bunun farkında da olmadığımız konularda böyle bu. Kendi inanmamışlığımızı ya da şüphemizi başkası üzerinden yok etme çabası. Karşımızdakini ikna edersek kendimizi de ikna etmiş oluyoruz ve daha da yerleşiyor böylece o fikir, kanı, inanç her neyse. İnsan onaylanmak istiyor. “Kendimiz gibi” olan insanlarla bir arada olma istediğinin ve bir aradayken daha iyi hissetmemizin nedeni bu galiba. Yanlış da değil bu. Yanlış olan demin dediğim- demeye çalıştığım şey. Yani karşıdakinin ne dediğiyle “gerçekten” ilgili olmamak ve “ben bunu savunurken, anlatırken kendimi de ikna etmeye mi çalışıyorum?” diye düşünecek farkındalıkta olmamak.

Şimdi kafanızı daha da karıştıracağım. Size “farkındalığın farkında olmadan bazen farkında oluruz, ama fark etmeyiz” desem ne dersiniz? Haklısınız ben de ilk dediğimde kendime “Ne?” dedim. Sonra yavaş, yavaş çözdüm ama ne kadar anlatabilirim bilmiyorum. Hani bazen biriyle konuşurken çok eminizdir söylediğimiz şeylerden, karşı taraf aksini savunur, bir nokta gelir bir anda bir şey söyler ya da bir örnek verir değişmeye başlar düşüncelerimiz. Hatta bazen o kadar değişir ki, “Ben bunun aksini nasıl düşündüm bunca zaman” bile dediğimiz olur ya. O durum bu işte. Bu farkındalığı koruyabilsek hayata ve insana dair her durumda özgür bir beyne ve ürettiklerine yelken açacağız ama…

Benim bir “öğretmenimden” duyduğum ve duyduğum anda yazıp ofisimde panoma astığım bir aforizma var. Onun mudur, başkasının mıdır bilmem, araştırmadım. Şöyle demişti: ”Düşüncelerine sadakat insanların en büyük tuzaklarıdır. Bir insan doğru sandığından özgürleşebildiği anda zihinsel özgürlüğü başlar.”

Bildiğini yeterli saymak, değişmeye direnmek hatta korkmak. “Öteki” olarak etiketlediğimiz her ne varsa dinlemeye, anlamaya, öğrenmeye çalışmamak. “Neden? Nasıl? Niye?” diye sormamak. Doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız coğrafyanın, çevrenin, koşulların, imkânların yani bizi “biz” yapan şeylerin sonucunda geldiğimiz noktadan ileri gitmeye çalışmamak. Yaşadığımız en büyüğünden en küçüğüne birçok olumsuzluğun altında biraz da bu yatıyor olmasın?

Gülseren Karaçizmeli