Sonbaharın geldiğini hatırlatan bir günün akşam saatlerinde,İstanbul’un en eski, en kalabalık meydanlarından birinde yürüyorum. İnce bir yağmurla şehrin üstüne çöken karanlık bulutlar, yaşama isteğini azaltan bir renk vermiş her şeye. İnsanlar acele adımlarla,mutsuz bir ifadeyi yüzlerine hapsetmiş koşuşturuyorlar. Ben oldukça yavaş yürüyorum ve gördüğüm her şeyi kaydediyorum zihnime. Niye böyle yaptığımı bilmiyorum. Bu telaşla koşturan insan kalabalığını niye sanki ilk kez görüyormuş, fark ediyormuş gibi incelediğimi, yoğun geçen bir günün ardından bir an önce eve gidip dinlenmek varken, üstelik yazdan kalma bir kıyafetle ıslanırken, neden adımlarımı hızlandıramadığımı, aksine her dikkatimi çeken insan ve durumdan sonra daha da yavaşladığımı bilmiyorum. Her gördüğüm şeyden sonra zihnimde beliren sorularla, artık daha iri damlalarla yağan yağmurun altında yürüyorum. Daha önce hiç bu meydana gelmemiş, hiç bu insanları görmemiş, yaşadıkları hayata ve dünyaya bakışlarına dair hiçbir düşüncem olmamış gibi bakıyorum insanlara ve soruyorum: Şu tarihi çeşmenin önünde tartı aletini koymuş bekleyen yaşlı, sakallı adam o günkü kazancıyla ne yapabilir? Adamın yanında onunla arada konuşarak durduğu için daha da tezat oluşturan şu acı sarı boyalı saçlarını iyice kabartmış kadın, kısa boyuna, heybetli kalçalarına rağmen giydiği taytla daha da çirkinleştiğini nasıl anlamıyor? Yanında boy, boy üç küçük çocuğuyla, başını, vücudunu iyice gizlemiş, şimdiden ölmüş bakışlarıyla kalabalığın içinde yürümeye çalışan şu zavallı kadın ne alıyor bu hayattan? Yaşamının baharında- belli ki öğrenci- şu kız, etrafına kaçamak bakışlar atarak yürürken ne var acaba aklında? Şu deri ceketi olursa “trendi” yakalayacağına, sınıf atlayıp özendiği ne varsa yapacağına, tüm kızların ona delireceğine muhtemelen inanan, jöleli saçları ve elinde telefonuyla kaldırımda beklerken, beklemekten sıkılmış gibi sabırsızca bacağını titreten delikanlı, geleceğini düşünürken hangi cümleleri kuruyor acaba kafasında? Kıkırdayarak karşıya geçen şu iki genç kız, gözlerini ayırmadan izledikleri dizilerdeki âşık olunası adamları bulduklarını sanıp, evlenecekleri kendi dünyalarının adamlarıyla nasıl bir geleceği tasarlıyor, anlatıyorlar birbirlerine?
İşgal edilmiş kaldırımlarıyla, tabela mezarlığı duvarları, direkleri, kapılarıyla, gelip geçeni aynı çatlak sesle davet eden esnafıyla, çamur deryası yollarıyla, şekilsiz binalarla kuşatılmış bu semtin hangi yüzü çekiyordu onları buraya? Ne kadar farkın dalardı bu zevksizliğin, farkında mıydılar?
Denize az önce biten sigara paketini pervasızca atan şu çok bıyıklı, sert görünüşlü adam ne katıyordu hayata, insanlara? Sigarasından derin bir nefes çekip savururken havaya, yanından geçen kadının arkasından uzun, uzun bakarken, benim baktığımı görüp bakışlarını çevirince ne düşünmüştür hakkımda? Kolundan insafsızca çekiştirerek sürüklediği, avaz, avaz ağlayan çocuğunun ağzına patlattığı tokadın gerekliliğine inanan şu mutsuz olduğu her halinden belli kadın, hangi geleceğin mimarı olduğunun farkında mı? Milli piyango satıcısından bilet alan şu yaşlı, kara çarşaflı kadın, ikramiye ona çıkarsa hangi hayalini gerçekleştirecek? Onun hemen yanında, kazı kazan kuponuna, sanki çok zor bir bulmacayı çözmeye çalışır gibi bakan şu kızıl saçlı, eski zamanlardan kalma yeşil takım elbiseli, Sümerbank ayakkabılı adam, nasıl bir evde, kimlerle yaşıyor acaba? Koşarken bile el ele minibüse yetişmeye çalışan Fenerbahçe şapkalı, sivilceli adamla, orlonlara boğulmuş şu tombul kadın nasıl bu kadar mutlu görünebiliyorlar? Birazdan ulaşacakları muhtemelen yanmış soğan ve nem kokulu evlerinde, hangi konuları konuşup, nasıl bir tatmin buluyorlardı da devam edebiliyorlardı hayatlarına?
Ya ben, bu tuhaf kalabalığa, çaresizlik, acıma, sevgi, aşağılama duyguları arasında gidip gelerek, bu soruları sorma cesaretini, hakkını nereden alıyordum acaba? Neydi bu insanları bu kadar zevksiz, bu kadar çaresiz, bu kadar sessiz, bu kadar tevekkül sahibi yapan? Bir gün bir şeyleri fark edeceklerini umut etmek için çok mu geçti artık?
Ey umut! Neredesin?