Düş ülkesinin, gizli kentinde yaşananları gördüklerimdi, anlatacaklarım… AN’lar vardı orada da yaşananlarda… Derken başladı gizil ötesi rüyam… Vizyon izlettirilmekteydi… AN ve AN…

“…. Bugün yağmur dindiğinden beri, ağır aydınlıkla yüklü bu yumuşak ilkbahar mevsiminin öğlesiydi, eriyip tüterken; her şeyiyle insan başlı, kuş gövdeli, doğa artığı bir hayvan süzüyordu gizli bir yeri… Konduğu damdan ötede, yolu kaplıyordu gölgesi, hissediyordum…

Saydam bir gölün altında bir kentin uğultusu duyuluyordu… Kuşatıyordu her yöreyi… Gevşek yosunlardı düşler, yağmur yağdığından beri… Zaman kapanıyordu sessiz ve uykulu bir göz örneği… Yukarıdan sarkıyordu yere göğün beyaz eli ve duruyordu bir yerlerde yaşam…

Evler giymiş uykuyu yeni bir çamaşır serinliğiyle, bu yumuşak ilkbahar yaz öğlesi… Yelleniyordu ağaçlarda rüzgarın ıslak gömleği… Çıt yoktu etrafta… Bütün pencereler taa yaratılış öncesi bir dünyaya bakakalmış gibiydi… Tanınmaz yönler seyretilmekteydi…

Ve… Dört bir yandan yağmur dindiğinden beri, ağır aydınlıkla yüklü bu yumuşak ilkbahar öğlesi eriyip tüterken.. her şey insan başlı.. kuş gövdeli o bilinmeyen yaratık.. çevirip yüzünü geri baktı bir yerlere doğru…

Derken… Hepsi birbirinin eşi sürüyle yeni yaratık sardı birden her köşeyi damlarda… Hepsinin yüzü anlamsızlıkla gölgeli ve bilinmez anıların buğusuyla kör gözleri başladılar gözlemeyi uzaktaki gizli bir şeyi… Herbirinin boğazında ya inleyiş oldu sesi, ya da hırıltı…

Ortalıkta yağmur dindiğinden beri ağır aydınlıkla yüklü bu yumuşak ilkbahar öğlesi eriyip tüterken her şey, insan başlı, kuş gövdeli yüzlerce, yüzlerce hayvan bekliyordu hep, ama neyi?

Çekiliverdi birden beden, kasılıverdi… Bembeyazlığa doğru bir çekilişti yaşanan… Huzura ve mutluluğa doğruydu… Bembeyazlıklar ardındaki gizeme doğruydu…

Uzaklara doğru bağırmaya çalıştım soluksuz bir sesle:

– Kazılan bir çukur mu var, kimin bu gömme töreni?….”

Düşümden birden uyandım… Kontrol ettim dört bir yanımı, buradaydım, bu dünyadaydım… Yaşantımdaydım… Vizyon hala izlettirilmekteydi… AN ve AN…

Düşüncemin Geniş Kalçalı Evreni

Ötede pencereden ileride, biri müzik çalıyordu… Göğsü ve bağrı açık yıldızlarda olmalıydı gözleri… Yeni bilenmiş bıçak gibi, içimde sanki bir yerlerimi kesiyordu.

“Çözmek zordu duyguyla geleni…”

Önümde pencerenin altında bir ıhlamur ağacı duruyordu. Susuyordu çıldırtasıya… Yüzünü seçemiyordum. Karanlıkta pek belli değildi ama… Bir şeyler beklediği anlaşılıyordu halinden…

“Kolay değildi bilmek aydınlıkta olmayanı…” 

Pencerede düşünüyordum, aynı anda var olduğumu… Ankara’da ve İzmir’de… Ama belki biri var dünyasına lanet ediyor. Biri var zor tutuyor kendini. Biri var ben burada duruyorum.

“Anlamak güçtü ateşin içinden geçeni…”

Gemiler var Istanbul limanlarında, ne getirdiklerinden habersiz. Gemiciler de var, şeytana satılmış vakitler. Ama neler var mutlaka karnında ambarların, saklanan gerçekler gibi…

“Yok soymak, yanlış dıştan görünmeyeni…”

Belki de kavga var Yükselkaldırım’da, bütün sözlere öğütlere karşı… Kavga var isteyenle istemeyen, alanla veren… Ve sürekli haksızla süreksiz haklı arasında iki gazın alışverişi gibi…

“Bitmez nedenlerin sonucu sonuçların nedeni…”

Kimbilir kaç insan var şimdi, dört duvar arasında düşünen… Kulakları sağır katılıkta, kör karanlıkta gözleri… Ben ise… Evet ben ise her yerde VAR’ım… Ben her AN’da varım…

“Doğurgan bir dişidir çünkü, düşüncemin geniş kalçalı EVREN’i…” 

Ertan Yurderi