Okuduğun bir yazıdan en fazla ne kadar keyif alabilirsin? Şimdi, aklının bir kısmı okuduğun sözcüklerin peşinden giderken, diğer yanı anlatılacak olan hikayelerden çok daha derinlere doğru yola çıkabilir.

Gözlerin ekrandaki sözcükler üzerinde kendi hızlarında gezinirken, hayal gücün az sonra kendisine sunulacak olan malzemeler için heveslenebilir… Çoğu kişi bu durumda gevşer…

Ve ben hikayelerimi anlatmaya başladığımda, sen kendi seçeceğin renkler, sesler ve dokunuşlarla yola çıkabilirsin… Anlatılanların derinliklerine doğru ilerledikçe, belki bir yanın merak ve şaşkınlıkla kelimeleri inceleyecek… Ve belki de diğer yanın, hikayeyi anlatanın hayali sesinin peşinde, daha da derinlere doğru keyifle süzülecek… Ve senin yaratıp bana hediye ettiğin o ses, sesim, ne kadar derine gidersek gidelim, hayalinde sana eşlik edecek… Farklı kimliklerde… Yavaş yavaş…

Şimdi… Üç yıl kadar önce, bir yaz akşamı, kız kardeşimle dalgakıranda güneşin batışını seyretmeye gitmiştik. Yetiştirmesi gereken bir sürü işi olduğu için, o akşamın keyfini çıkaramayacağını sanıyordu. Dalgalar onu usulca kendi ritmine döndürdü ve o, gevşeyen yüz hatlarının belki de farkına varmadan bana şunu sordu:
“Okuduğun bir yazıdan en fazla ne kadar keyif alabilirsin?”

Bunu hiç düşünmemiştim. Belki de düşündüğümün farkına varmamıştım hiç. Bir yanım kardeşimin dalgın bakışlarına kendince karşılık verirken, diğer yanım cevabı araştırmaya koyuldu. Eskiden ve o sıralarda okumuş olduğum güzel yazılar geldi aklıma… Güzel, kavrayan, ruhu olan yazılar… Bazıları hüzünlü, bazıları meraklandırıcı, kimisi fırtınalı, kimisi sakin yazılar… Seçmek zordu aralarından… Ve ben, henüz karşıma çıkmamış ve belki de hiç yazılmamış olan bir yazıyı hayal ettim. Bir yazıdan en fazla ne kadar keyif alabileceğimi hissetmek istedim. Tüm fizyolojim yavaş yavaş bu hayali yazının etkisiyle değişmeye başladı. Zihnim hayalimin, bedenim zihnimin peşinde gevşedikçe aldığım keyif büyüdü, büyüdü ve kelimelerle yazılmamış olan bir yazının tatlı ağırlığı çöktü başımdan omuzlarıma… Sonra bu keyfi ikiyle çarptım… Böyle bir yazı yazılmış olabilir miydi? Dalgalar cevap vermediler. Kız kardeşim bekliyordu. Ve ben dalgınca gezinen gözlerimin algıladığı tek yazıyı aradım zihnimde… Keyif bir kez daha ikiye katlandı. Şaşırdım.

Henüz küçük bir çocukken –sanırım ilkokula yeni başlamıştım- kendime yarattığım küçük eğlencelerden biri de pencerenin yanındaki yatağımın üzerinde bağdaş kurup, babamın dürbünüyle akşam vakti karşı apartmandaki daireleri dikizlemekti. Aslında büyük bir keyifle seyrettiğim tek bir ev vardı. Hiç kapanmayan perdelerin süslediği o kocaman salonunda, renkli televizyonunun karşısında örgü ören yaşlı teyzenin evi… Bizim televizyonumuz henüz siyah beyazdı ve annem bana şöyle derdi: “Sen eğer renkli rüyalar görebiliyorsan, siyah beyaz görüntüleri de renkli görebilirsin.” Haklıydı da… Kendisi yapabiliyor muydu bilmem, ama ben, sadece çizgi filmleri ve reklamları renkli seyredebiliyordum evimizde. Pek çok kişi, soluk, gri ve kasvetli bir görüntüye kendi renklerini eklemeyi çocukluğunda öğrenmiştir. Ve bazen bunu yapabilmeye tekrar ihtiyaç duyduğumuzda, bu gücümüz kendiliğinden geri geliverir…

İlkokulu bitirdiğim yaz, bir arkadaşım bana şöyle demişti:
“Kelebeklerin sadece bir gün yaşadıklarını duydum. Eğer bu doğruysa, bir kelebeği bütün bir gün seyrederek onun hayatı hakkında her şeyi öğrenebiliriz.”
Kelebeklerin sadece bir gün yaşadıklarına çok üzülmüştüm… Aralarından birinin hayatı hakkında her şeyi öğrenmekse çok fazla ilgimi çekmemişti… Beni asıl ilgilendiren, o kelebeği bir gün daha yaşatmayı becerip beceremeyeceğimizdi. Arkadaşıma bunu söyledim… O da bana, bunun mümkün olmadığını çünkü birinci günün sonunda çok yaşlanmış olan bir kelebeğin, ikinci gün uçacak gücü kalmayacağını, bu yüzden de öleceğini söyledi. Ve ekledi:
“Bir günün sonunda, kelebek 80 yaşına falan geliyor. İki gün yaşarsa 160 yaşına gelir. Hiçbir insan bu kadar uzun yaşayamaz.”
Bu son söyledikleri, aklıma daha da harika bir fikir getirmişti:
“Yani biz bir kelebeği iki gün yaşatabilirsek, kendimizi de 160 yaşına kadar yaşatabiliriz belki de…”
En sonunda, yeni doğmuş bir kelebek bulmaya karar verdik. O, bir gün boyunca onun hayatındaki her şeyi seyredecekti ve ben de kelebeği ikinci bir gün daha yaşatmaya çalışacaktım. Yeni bir fikir karşısında çocukların duyduğu o heyecanla aramaya koyulduk…

Geçen yaz, Kaş’ta tanıştığım Danimarkalı Karen’in göğsünde, küçücük bir kelebek dövmesi vardı. Erkek arkadaşı Soren yapmış dövmeyi… Sahilde oturup üçümüz sohbet ederken laf lafı açtı ve ben Karen’e sordum:
“Soren sana dövmeyi yaparken canın çok acıdı mı?”
Göğüs derisi çok incedir ve çok acıyabilir. Belli ki Karen’e bu soruyu ilk soran ben değildim. Gülümsedi, Soren’e bakıp göz kırptı ve ona şöyle dedi:
“Acıyı nasıl paketleyip gönderdiğimizi ona anlatayım mı?”
Ve Soren başıyla onaylayarak, “Bunu aslında herkes yapabilir.”, dedi.
Çok meraklanmıştım. Acıyı ve ağrıyı paketleyip göndermek… Bunu nasıl yapabiliyordu insanlar? Karen beni daha fazla merakta bırakmadı ve anlatmaya koyuldu:
“Soren küçük bir çocukken babasının aldığı yeni bisikletini denemek için evlerinin yakınındaki bir parka gitmiş. Bu parkta, kuğuların ve ördeklerin yüzdüğü yapay bir gölet ve göletin çevresini dolaşan bir yürüyüş yolu varmış. Soren, bisikletiyle göletin etrafında turlamaya karar vermiş. Eskisinden daha büyük, daha süratli ve parlak bisikletine binip, parktaki bütün çocuklardan daha şanslı olduğunu düşünerek pedalları gittikçe daha hızlı çevirmeye başlamış. Yüzüne çarpan serin rüzgar, dimdik duran başı ve dalgalanan saçlarıyla kendisini o parkın kralı olarak hayal etmek çok kolaymış. Atının üzerinde dört nala ilerleyen cesur kral, kendini iyice havaya kaptırmış ve yoluna çıkan paytak bir ördeği fark ettiğinde artık çok geçmiş. Şaşkını tepelememek için atını şaha kaldırmış ve hoooooop! Yere çakılmış. Sağ elinin üzerine… Bileğindeki acı bir yana, sırt üstü yerde yatan Soren, omzunda şiddetli bir ağrı hissetmiş. Kral Soren hiç ağlamazmış. Duyduğu acıya ve utanca rağmen güçlükle toparlanıp çimenlerin üzerinde oturmuş ve kendisine yardıma koşanlara bir şeyi olmadığını söyleyebilmiş. Ama sağ kolunu oynatamıyormuş çünkü aslında omuzu çıkmış. Onu yerde acı dolu bir ifadeyle otururken gören bir komşu teyze Soren’i kucağına alıp eve götürmüş. Bisikleti de oradaki çocuklardan biri getirmiş.”
Ve devamını Soren anlattı:
“Eve vardığımızda bizi pencereden gören annem koşar adımlarla bahçe kapısına geldi ve neler olduğunu sordu. Onu görünce kendimi daha fazla tutamadım ve ağlamaya başladım. Omzumun durumunu fark eden annem beni kucakladı ve içeriye götürdü, mutfaktaki büyük masanın üzerine oturttu. Hiç durmadan ağlıyordum ve konuşamıyordum. Sonra, bizimle birlikte yaşayan dedem geldi mutfağa. O bütün soruların cevabını bilirdi ve artık doktorluk yapmıyor olsa da, kasabada ihtiyacı olan herkese yardım eden, çok sevilen biriydi. Karşıma geçip bir süre sessizce dikildi ve sonra anneme şöyle dedi:
‘Git ve buradaki omuzu askıya almamız için uygun bir sargı getir.’
Sonra da bana döndü:
‘Şu anda canın çok acıyor. Kim bilir ne kadar da dayanılmazdır.’
Beni teselli edeceğine acımı onaylamasına şaşıp bir an duraladıktan sonra ağlamaya devam ettim ama bir kulağım da ondaydı:
‘Hayatında canın hiç bu kadar acımadı. Büyük insanlar bile bu acıya kolay kolay dayanamazlar. Biliyorum. Küçükken bir seferinde babanın da omuzu çıkmıştı ve o da aynen senin gibi ağlıyordu. Ta ki…’
Tam sözünün ortasında susuverdi ve sanki ilginç bir şey görmüş gibi dikkatle omzuma bakmaya başladı. Ne söyleyeceğini çok merak ediyordum, ama o, gittikçe dalgınlaşan gözlerini omzuma dikmiş, öylece duruyordu. Terden ve gözyaşından sırılsıklam, bir parça daha sakinleşmiş olarak sordum:
“Ta ki?”
Dedem dalgın bakışlarını yüzüme çevirdi ve hafifçe gülümsedi:
“Acını nasıl paketleyip senden uzağa göndereceğini öğrenmek ister misin?” Başımı evet anlamında salladım.
“Tamam o zaman… Şimdi, omzundaki acıyı iyice hissedebilirsin… Onun tam olarak yerini, sınırlarını ve şeklini belirleyebilirsin. Vücudunda ağrıyan başka yerler de olabilir, şimdilik onları boş ver… Onlar bir süre daha seninle kalabilirler… Ama az sonra omzundaki acıyı bir pakete koyup uzaklara gönderdiğinde çok rahatladığını fark edeceksin. Bu seni şaşırtacak mı?” Yine evet anlamında salladım başımı.
“Peki… Nasıl bir paket isterdin bu acı için?”
Bir süre düşündüm ve yanıtladım:
“Çok sağlam olmalı. Acı içinden kaçamamalı. Büyük olsun ve bir de naylonla kaplı.”
“Tamam.”, dedi dedem, “Öyleyse gözlerini kapat ve içinden ona kadar say. Sayman bittiğinde, gözlerinin önünde beliren kutuya iyice bak.”
Ve içimden saymaya koyuldum… 8… 9… ve daha 10 demeden bir kutu geldi gözümün önüne… Orta büyüklükte, rengarenk bir kutu, bir de çevresinde yeşil bir kurdele…
“Ama başka bir kutu geldi gözümün önüne”, dedim.
Dedem yanıtladı:
“Bir eksiği var mı bu kutunun?”
“Biraz küçük… Ve naylonu da yok. Bir de yeşil bir kurdelesi var.”
“Kurdelenin bir sakıncası var mı?”
“Yok…”
“Peki kutuyu biraz daha büyütebilir misin? Ağrın rahatlıkla sığsın içine…”
“Tamam. Biraz daha büyüttüm. Ama hala naylonu yok…”
“Öyleyse bir naylonla sarıver onu!”
Bir süre gözlerim kapalı, öylece bekledim ve kutunun her yanının sağlam bir naylonla kaplanmış olduğunu hayal ettim.
“Oldu.”
“Tam istediğin gibi mi kutu?”
“I ıh… Diil… Galiba daha büyük bir kapak daha çok hoşuma gider…”
“Tamam o zaman… Büyüt kapağı… Oldu mu?”
“Oldu. Tam da istediğim gibi!”
“Çok güzel! Şimdi bir bak bakalım, ağrı yerinde duruyor mu?”
Ben kutuyla uğraşırken, omzumdaki ağrı sanki benden uzaklaşmıştı bile:
“Evet duruyor… Ama sanki biraz küçüldü ve zayıfladı…”
“Harika… Bir kısmı kutuya girmiş bile… Bu ağrılar akıllı oluyor… Kutuda daha rahat edeceğini düşündü herhalde…”
Dedemin bu lafı beni güldürmüştü… Ama omzum hala çok rahatsız ediyordu…
Dedem şöyle dedi:
“Şimdi tekrar 10’a kadar sayacaksın… Ama bu sefer daha yavaş ve sakince… Sen 10’a geldiğinde, ağrı kendisi için yarattığın o uygun kutuya girmiş olacak…”
Dediğini yapıp 10’a kadar saydım ve gözlerimi açmadan şöyle dedim:
“Omzum uyuştu… Hala biraz ağrı var…”
“O kalan, iyi bir ağrı. Omzuna dikkat etmen için sana göz kulak olacak. Ve şimdi o kutuyu gönderebildiğin kadar uzaklara gönder…..”
Hayalimdeki kutunun görüntüsü benden uzaklaştı, uzaklaştı ve küçücük bir nokta gibi kalıncaya dek devam etti…
“Şimdi gözlerini açabilirsin….”

Bir kelebeği yakalamanın en kolay yolu kelebek ağı ile ava çıkmaktır. Bizim bir kelebek ağımız yoktu, ama bu iş için kullanabileceğimiz delikli bir çamaşır sepeti bulduk. Arka bahçemizdeki otlar ve çiçekler arasında bir çok kelebek vardı… Ama bunların hangisinin en genç kelebek olduğuna karar vermek pek de kolay değildi. Bunun üzerine, gözümüze kestirdiğimiz ufak tefek, beyaz kanatlı bir kelebeğin üzerine sepeti kapatıverdik. İşte kelebek içerideydi! Onu ellemememiz gerektiğine karar verdik. Bu yüzden otların üzerine uzandık ve onu, sepetin deliklerinin arasından seyretmeye koyulduk.
Kelebek hiç de hayatından şikayetçi görünmüyordu… Kafesinin içinde birkaç tur attıktan sonra çiçeklerden birinin üstüne kondu ve hareketsiz kaldı…
Evde, annemin bir sürü saksısı ve bu saksıların içinde çok pahalı olduklarını sandığım bir sürü rengarenk çiçeği vardı. Kelebeğimizin iki gün boyunca canlı kalması için daha iyi beslenmesi için –kelebeklerin çiçek tozları yediğini düşünüyorduk- anneme fark ettirmeden kopardığım birkaç çiçeği sepetin deliklerinin arasından içeriye attık. Ve bir de, bir çay tabağına doldurduğumuz suyu dikkatle araladığımız sepetin altından içeriye koyduk. Artık yapabileceğimiz tek şey beklemekti.
O günü arka bahçede, sepetin yakınlarında geçirdik. Akşam saatlerine doğru kelebeği son kontrol ettiğimizde, benim getirdiğim çiçeklerden birinin üstüne konmuş, hareketsiz duruyordu. Bize kalsa, el fenerleriyle onun başında nöbet tutacaktık, fakat ikimiz de akşam yemeği için evlerimize çağırıldık ve ertesi sabahı iple çekerek oradan ayrıldık.
Ve ertesi gün boyunca, kelebeğe hikayeler anlattık ve hayatta kalabilmesi için dua ettik…. İkinci günün akşamında, küçük dostumuz hala hayattaydı ve biz onu serbest bıraktık. Konduğu otun üzerinde kanatlarını hafifçe oynattı, ve sonra da antenlerini… Tam uçmayı unuttuğunu düşünüyorduk ki, havalanıp ilerideki çiçeklerden birine kondu! Başarmıştık!!! Bunu herkese anlatmak istiyorduk….

Karşı dairede yaşayan teyzeyi dikizlediğim bir akşam, annem odama girdi ve ne yaptığımı gördü. Babamın dürbününü izinsiz kullandığım için bana kızmasına hazırlanıyordum ki, annem sakin bir sesle şöyle dedi:
“Renkli televizyon mu seyrediyorsun yine?”
Şaşırmıştım. Biliyor muydu?
“O teyze sırf senin için perdelerini kapatmıyor. Bunu biliyor muydun? Ona dün şöyle dedim: ‘Bir süredir benim kızım siyah beyaz televizyonları nasıl renklendireceğini unuttu galiba… Biz evimize yeni ve renkli bir televizyon alana kadar çizgi film saatlerinde perdelerinizi açık tutmaya devam eder misiniz?’ Ve o da bana şöyle dedi: ‘İyi ama, benim televizyonum da siyah beyaz…’”
Afallamıştım. Dürbünü elime alıp karşı daireye tekrar baktım. Annem haklıydı…. Siyah beyaz bir mutfakta, siyah beyaz bir kedi, siyah beyaz bir fareyi kovalıyordu… Seyretmeye devam ettim ve önce fare, sonra kedi, sonra da mutfak renklendi…

Tam dalıp gitmiştim ki, kız kardeşimin sesiyle kendime geldim:
“Hala düşünüyor musun?”
“Hmmm… Bazı kelebek türlerinin bir günden daha fazla yaşadıklarını biliyor muydun?”

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.