Zamanından önce büyümüş kız çocuklarını andıran tuhaf kış günleri gelip geçiyor, sıcak öğlenlerine, parlak güneşlerine rağmen yadırgatıcı hatta kuşkulandırıcı bir yanları var. İnsan kendini beklenmedik ılıklığa bıraktığında bile gözleri hep ufku tarayıp aniden beliriverecek bulutları bekliyor. Balkondaki küçük tik masanın üstündeki beyaz açelya ise dolgun çiçekleriyle mutlu gözüküyor. Halinde ağırbaşlı bir neşe, etrafıyla ilgilenmeyen bir memnuniyet seziliyor. Açelyanın üstünde durduğu masanın yanındaki sandalyeye oturup, bacaklarımı balkonun duvarına dayıyorum. Mırıldanır gibi şiir söyleyen Japon şairlerinden ödünç alınmış bir mısrayla söylersek, içim yaz denizi gibi sakin. O Japon ‘yaz denizini’ ölümü anlatmak için seçmişti, ben ise sükuneti ve huzuru anlatmak için seçiyorum. Benim huzurum onun ölümüne benziyordu belki de ya da onun ölümü benim huzuruma. Japon şairin ölüme benzettiği sakin yaz denizinin altında elektrikli balık gibi dokunduğu yeri çarpan bir görüntü ve ses kımıldanıyor. Genç bir kadın ciddi bir yüzle düz bir soru soruyor.

Neden erkekler beni bütünüyle sevmiyor? Bu, tanıdık ve acıklı bir soru, üzülmüş bir kadının sorusu. Cevap vermeden yüzüne bakıyorum. Anlamadığımı düşünüp açıklıyor.
Biri gözlerimi seviyor, biri memelerimi… Neden beni bütünüyle sevmiyorlar? Birden fazla erkek tarafından hayal kırıklığına uğratıldığı anlaşılıyor. Sevilmiş olsa bile istediği gibi sevilmediği ya da sevildiğini tam hissetmediği anlaşılıyor. Bu hayal kırıklığına kendisinin hangi eksikliğinin yol açtığını öğrenmeye çalışıyor.
Ardından beklediğim öbür cümle geliyor.
Erkekler galiba benden korkuyor. Bütün suçu ve eksikliği yüklenmeye dayanamayıp bir kısmına da erkeklerin korkaklığının neden olduğuna inanmak istiyor. Bu, mutsuz kadınların ‘bende ne eksiklik var’la ‘hayır, eksiklik bende değil erkeklerin korkaklığında’ medcezirinin birbirinin tamamlayan kaçınılmaz iki cümlesi. Ben de ona bir soru soruyorum.

Neden kadınlar yeterince sevilmediklerini düşünürler? Niye kadınlar, erkeklerin hiç sormadığı “Beni neden bütünüyle sevmiyorlar?” sorusunu sorarlar kendilerine. Niye kadınların ‘gözleri ve memeleri’ iki ayrı şeydir? Sanırım, kendilerini incelemekten duydukları zevke çok fazla kapıldıklarından erkeklere pek dikkatle bakmamanın, erkekleri epeyce dar bir önyargının içine hapsetmenin bir tür cezasıdır bu. Erkeklerin ‘bütün memeleri’ sevdiklerine, onlarla sevişmeye razı olan her kadınla seviştiklerine inanırlar. Bir erkeğin bir kadının vücuduna duyduğu hayranlık o kadın tarafından asla ‘değerli’ bir duygu olarak görülmez. Kendi memelerinin sevildiğine inanmaz çünkü. Bütün kadınlara duyulan bir isteğin kendi vücudunu da içerdiğini, kendisinin ‘özel’ olmadığını, bir kadınlar kalabalığının parçası olduğunu düşünür. Ne kadar içten olursa olsun, bir kadının vücuduna duyduğu hayranlığı ifade eden bir erkek büyük bir ihtimalle “Sen beni sevmiyorsun” cümlesiyle karşılaşır.

 

Ama ‘gözlerini, yüzünü, saçlarını’ sevdiğini söylediğinde bu kez de ‘yeterince dişi bulunmadığına’ inanır kadın. Kadını üzmemek için gözlerini, memelerini, saçlarını, bacaklarını birbirinden ayırmadan bir bütün olarak “Seni seviyorum” dediğinde ise bu kez oyun tersine döner.
Nerelerimi seviyorsun? Uzun bir liste yapmak zorunda kalır erkek.
Ama bu arada tek bir yeri atlasa kadının bütün dikkati o yanlışlıkla atlanmış bölüme toplanır.
Sen benim diz kapaklarımı sevmiyor musun? Bazen, kadınların, uçuruma düşerken bir erkek tarafından son anda tutulmuş bir biçimde sevilmeyi arzuladıklarını, onların her an korkutacak bir uçurumu ve kendisini tutan güvenilir bir eli aynı anda istediklerini düşünürüm. Başka hiçbir şeyle ilgilenmeden, bütün hayatını ona adayarak erkek o uçurumun başında kadını, korkusu ve güvenini aynı anda besleyerek tutmalıdır. Neredeyse vahşi bir taleptir bu ve kadın daha azına razı olmaz.

Sanırım her kadın, senaryosunu kendi yazdığı bir filmin kahramanıdır ve karşısındaki erkekten de bu senaryoya uygun konuşmasını, bu senaryoya uygun davranmasını, seyredenleri hem ağlatıp, hem güldürecek bir film yaratmasını bekler. Tek sorun, erkeğin bu senaryo hakkında neredeyse hiçbir fikri olmaması, kadının ona senaryoyu söylememesidir. Kadının çekmeye hazırlandığı bir sahnede onun yazmadığı bir repliği söylediğinde kadının niye öfkelendiğini ya da sevilmediği inancıyla üzüldüğünü anlamak bir erkek için neredeyse imkansızdır. O bir filmin içinde olduğunu bilmez. Senaryodan haberdar değildir. Onun için de hiçbir erkek hiçbir kadını o kadının istediği gibi sevmeyi beceremez. Kadınlar, garip bir biçimde erkeklerin ‘kadınlar gibi’ sevmesini isterler. Bazen de olur bu. Ama o zaman, erkek kadının bu sevgiyi ‘fazla kadınsı, güçsüz, bıktırıcı’ bulduğunu görür. Kadınları bıktırmakla üzmek arasında çalkalanır durur erkekler.

Belki de onları bıktırmadan ve üzmeden sevebilmek için bir uçurumun başında onların elini erkek gibi tutup bir kadın gibi gülümsemek gerekir. Bu olmadığı sürece kadınlar “Beni neden bütünüyle sevmiyor erkekler?” diye soracak, sonra da hatanın onların ‘korkaklığında’ olduğu fikrini benimseyecektir. Sürekli olarak bir kadına ve bir erkeğe dönüşebilen, kadının senaryolarından kendisine haber verilmese de haberdar olan, gerekli cümleleri söyleyen, kadınların kendilerini ‘akılları ve bedenleri’ olarak ikiye ayırdığını bilen ve hayatlarını o kadına adamaya razı bir erkek isteyeceklerdir. Ve hep ‘yeterince sevilmediklerinden’ yakınacak ve gerçekten acı çekeceklerdir. ‘Niye kadınların yeterince sevildiklerine inanmadıklarının’ cevabını da sanırım hiç veremeyeceklerdir. ‘Bir yaz denizi gibi’ olamaz kadınların içi; dalgası ve rüzgârı bol bir denizdir onlarınki. Ama galiba bütün eğlenceli diyaloglarına, oyunlarına rağmen bu maceraların en acıklı yanı kadınların gerçekten sevildiklerini kavramalarının, bu sevginin tadını çıkarmalarının, bir erkeğin bir erkek gibi sevebileceğini anlamalarının zorluğudur.

Kim bilir kaç kadın, bir erkek kendisini deli gibi severken sevilmediği için ağlamıştır. Kaç kadın, en güzel sevgi cümlelerini, ‘kendi senaryosunda’ yazmadığı için değersiz bulmuştur.

 

O genç kadına, o kendisini üzen erkekler kalabalığını düşünüp üzülürken, saçlarını şefkatle okşayıp, “Belki de seni bütünüyle sevmişlerdir” demek istedim. “Belki de sen sevildiğini anlamamışsındır.” Kış güneşi güzeldi. Beyaz açelya dolgun çiçekleriyle aldırmaz bir mutluluk içindeydi. Genç kadın üzgündü. Bir şey söylemedi ama ‘Sevseler anlardım’ diye düşündüğünü sezebildim. Bir yaz denizi değildi hayat. Belki de o yüzden Japon şairi ölümü anlatmak için seçmişti onu.

 

(İlk Yayın: Yeni Aktüel, 26-Ocak-2005)

Konuk Yazar