Dilediğimce özleyemedim seni…

 

Ve sana söyleyemediğim o kadar çok sözüm kaldı ki…

 

Hayalkırıklıklarını minnacık omuzlarında taşıdığını gördüğümü, gülümserken insanın içini ısıttığını, kor halindeki ruhuna bir türlü dokunamadığımı, susarken nasıl konuştuğunu derinlerde, fark ettiğimi.

Erteledim sürekli.

 

Kayıtsız görüntüme sitem ederdin. Olmadık bahanelerle geçiştirirdik aramızdaki soruları. Hangimiz aniden duygularına  yakalansa ustaca kaçardık hep. Belli etmezdik duygularımızı aklımızca. Birbirimizi hep anladık ama aynı anda anlaşmayı başaramadık ne yazık!

Korkmuş muyduk yoksa yeni kırgınlıklar üretmekten? Kim haklıydı ne fark eder…

Biriktirdiğin hayal kırıklıkları bu kadar mı fazla geliyordu da, buralardan gitmen gerekiyordu. vedalaşmadan… ne bir hoşça kal, ne de el sallamak.

 

Sanki ikimiz de biliyor muyduk günü geldiğinde yarım kalan bir şeyleri tamamlayacağımızı.. Ne dersin o gün mü yaklaştı?

 

Kolay mı sanıyorsun ayrılığın tadına varmayı? İnsanın ağzını yakan acı, yüreğini burkan bir anı, bıçağın kaydığı an parmağındaki sızı…

Canı yanar insanın, acısı derinlere işler. Hiç geçmeyecek zannedersin o acıyı.

İşte böyle bir şey senin ayrılığın şimdi bana!

Eskiler zaman çaredir derler, zamanla yarışıp zamanla azalır, zamanla azaltırsın diye.

Ve bir gün bakmışsın ki , perde ! Tek kişilik bir oyundur hayat ve perdeyi hep yalnız kapatırsın.

 

Yaşam gücünü kendinden alanlara, her zaman ayrıcalık göstermiyor maalesef.

Senin mücadeleci, amazon ruhunun sinerek teslim olacağına inanmıyorum nedense! Şimdi yolun uzun ve yorucu, bir çok şeyi paylaştığın birileri yok, tek başınasın. Söyle bana aşkım, son yolcu sen misin bu yıl?

 

Kalabalıkların ortasında umarsızca kahkahalar atarken, yalnızlığını kim bilebilirdi ki senin? Aslında kimse fark etmedi! Ve alıştın sonunda her eve girdiğinde seni karşılayan yalnızlığın gibi, kendine sarılıp uyumaya alıştığın gibi. Şaşırtmıyordu artık seni muhtemel ayrıntılar ve onların sende bıraktığı derine inmeyi başaramamış çizikler. Sağlamdı yüreğin… Ağlamak bebekleri bile çirkinleştirebilirken, senin kadar güzel gözyaşı döken kimse görmediğimi düşünürdüm nedense?

Ne zaman tamamlamıştın farkında olmadan, seni senden bile koruyan güvenlik duvarlarının örgüsünü kim bilir?

Keşke bu kaleyi sadece o muhteşem yalnızlığına karşı kursaydın da bu gün sana “doğum günün kutlu olsun” diyebilseydim doyasıya. Korkmadan, uzattığım eli tutabilseydin keşke… Ve kötü kader aşamasaydı o duvarları …

 

Seni keşkeler ile tüketmeyeceğim, bir yanım ağlarken bir yanım hala sen olarak kalacak …

İnişleri olan hayatta hep çıkmayı severdin oysa! Karabasanlarını kovmak için çala kalem yazmayı. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağını seyretmeyi, yıldızlı bir gecede sessizce mehtabı seyretmeyi, bağırarak şarkılar söylemeyi, kimselere aldırmadan dans etmeyi severdin!

Olduğun gibi yaşayıp, “ben böyleyim, beni böyle kabullenin“ derdin. Dalga geçerdin sana gülenlerle önemsemezdin oysa. Yaşamı bisiklete biner gibi, sendelesen de pedal çevirmeye devam ederek yaşardın. Hani hiç düşmeyecektin?

 

Deli dolu yaşamayı severdin hayatı, coşardın, durulurdun, hayat doluydun…

Sevgimin büyüklüğünü anlatmam mümkün değildi ama, deniz feneri misali rehberliklerini anlatırdım sana ve sen başını omzuna eğip gözlerini kocaman açıp “hadi canım sende“ der ve gülerdin kahkahayla. Hiç inanmadın açığından geçenleri nasıl aydınlattığına korkarım.

 

En kötü anlarım da sevgisiyle yanımda olan, eğlendiren, güldüren, düşündüren coşturan oldun hayatımda hep.

 

Buz mavisi geçiyor son günler, uzağımdayken sen… Buz gibi parlak, gizemli ve en kötüsü soğuk. Hüznün kokusunu haberini aldığım ilk günlerde duydum. Bulutlu bir gizeme dönüşen duygularım birbirine karışmıştı ayırt edemiyordum. Yaşamakla ölmek arasında gidip geliyordum seninle birlikte. Gündüz gece, iyi kötü, aydınlık karanlık, sıcak soğuk oluveriyordu ardı ardına. Sevginin her şeye yettiği inancımı kaybetmeye o günlerde başladım, giderek eriyen sana, yardım edemiyor buzları eritemiyordum bir türlü. Giderek daralan çemberin içinde bugüne kadar yaşadıklarımız erimeye başlamıştı hızla.

 

“Umut biziz” demiştin bir gün, o zaman çemberi kırmalıydık el ele omuz omuza, yürek yüreğe. Oysa yalnızdın orda ısrarla. Yağan karların arasında yalnız bir yürek olarak kalmaya devam etmekte kararlı gibiydin. Düşmanın ihanetti, elle tutulmuyor, gözle görülmüyordu, bir eylemdi sadece.

 

Bir süre daha idare edebilirim sensiz, biraz daha yazabilirim sakladığım duygularımı. Şimdi sen nasılsın bilmiyorum ama, ben yorgunum çok. Seni özlemek ama sarılamamaktan buz denizindeymiş gibi üşüyorum şimdilerde. İçimde bir şeyler yıkılıp, kırılıyor. Sana gelememek, gel diyememek.

 

Zaman çok hızlı geçiyor ve bu yaşamın kuralları bizi fena vuruyor. Çocukken okuduğumuz sonu mutlu biten masallara benzemiyor hiç.  


Nasıl özlendiğini bilsen, özlenmemiş sanırsın kimseyi ve “Ben geldim yaşam! Bak bakalım iyi öğrenmiş miyim” diyerek kahkahayla açardın gözlerini belki de!

 

Aynı kervanın yolcularıyız hepimiz , her şeyin sonu olduğu gibi hepimizin yolu da döngüsünü tamamlayacak elbet. Hayatın anlamını ikiye bölen bu zamansız ayrılığın sınırından gün yüzüne çıkma zamanı gelmedi mi be güzel arkadaşım. Kadere karşı gelmenin apoletlerini omzuna koymayı severdin hani?  “Bak sınavı geçtim” demeyecek misin bu doğumgününde.

 

Gel bu yıl bir değişiklik olsun hayatımızda, ben değil sen bir hediye ver doğumgününde bana. “Yaşamın armağanını ver.

Gülüm Omay