Günbatımı seyretmeyi severim… Dalmaçyalı köpekleri de… Kafam karışıkken bir tek rüzgar iyi gelir ruhuma, her şeyi silen süpüren doğasıyla… Yaşamı insan gibi yaşamak isterim herkes gibi… Bitmeyen güzel rüyalar göreyim isterim… Sadece tenime değil kanıma da işleyen sevmeler, yakınlıklar isterim… Bülent Ortaçgil gibi algılamak isterim çoğu kez traji-komik var’lıkları.. Dünya benim için genelde eğlenceli bir yerdir… Basittir yaşam… Sanıldığından da…

 

Çok zorlanırsam eğer, Aldous Huxley’i düşünürüm… Yüzünde hınzır bir gülümsemeyle karşıma geçip o şaşırtan, bir o kadar da uçlaştıran ünlü sözünü sadece bana söylediğini… Gözlerime bakar ve “Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir, Ebrucuğum” der… Bir an daha da kötü hissederim… Sonra cehennem ulaşılabilir olur… Dünyayı güzel bulan ben, daha güzel bir yerin var olduğunu düşünüp umutlanırım… Bende başlarım hınzır gülüşmelere… Umudu umutsuzluktan ayıran sınırı bulur ve tam oraya yerleşirim… Gidilecek bir yer yoktur aslında… Yapılacak bir şey de… Her şey kendi doğasında akmaktadır… Yaşam iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, adil ya da hain değildir… Sadece akmaktadır… Seni sobelemeye ya da faka bastırmaya çalışan yaramaz bir çocuk da değildir, intikamla dolu yaşlı bir ihtiyar da… Kendini özel sandığında özelsindir… Güçsüz hissettiğinde de onaylar… Seksi hissettiğinde de… Sanki eko yapan bir duvara karşı öylece duruyorsundur… “Kahpeee…” diye bağırırsın… Cevap gelir: “Kahpeee…”

Bunun ayrımına varınca çok önemli bir şeyi daha fark edersin… Yaşamı ancak suçlayarak, onu yaşamaya tahammül edebilen kitlenin varlığını.. Ve sayıca ne kadar da çok olduklarını… Annesinin suçudur… Yok yok, asıl suçlu babasıdır… Hatta çoğu durumda ikisi birden… O aslında masumiyet çağındadır, öyleyse arkadaşı haksızdır… Hem sonra arkadaşı zaten daha önce de böyle yapmamış mıdır?… Komşusu ne kadar da kötü niyetlidir… Tıpkı işyerinde bir süre çıktığı ama sonra yine benzer hatalarını görüp derhal ayrıldığı eski sevgilisi olacak o zibidi gibi… Neden sonra, bilinci artar… Artık bireysel olarak suçlamanın bir anlamı yoktur… Yorgun düşmüştür… Yeni şeyler söylemek lazımdır ya… Yaşam top yekun suçlansa sanki daha iyi olacaktır… Evet evet, ne annesi ne babası, ne işyerindeki zibidi, ne de komşusu… Bu, bal gibi yaşamın suçudur… Ve bu böylece akar gider…

Yaşamın tavrının, uçurumun karşındaki duvarın yaptığı ekodan pek de farkı olmadığı algılayanlar için durum farklıdır… Suçlamazlar, çünkü ortada suçlanacak bir “şey” yoktur… Ellerinin üzeri taş lekeleri doludur… “Çünkü sorumluluğu alıyorum” derler… “Ne ekersem onu biçerim, öylese nasıl bir bahçe istiyorum?” diye sorarlar… Yaşamın anlamını, varoluşun doğasını çözmekle geçer ömürleri… Yaşamayı unutmayarak… Zorlanmadan… Rüzgar gibi…

Oysa zorluklar yok değildir… Algı yüksekse, sevinçler kadar hüzünler de derin ve katmerlidir çünkü… Gerçeklerden kopmadan yüksek algı ile yaşamayı seçmek zor zanaattır… Ama kendilerini bilmeye çalıştıkları için, onlara neyin iyi geleceğini de bilirler… Acil durumda camı kırabilirler… Camın içinde bazen babacan Huxley, bazen sımsıcak, deniz kokulu bir Ortaçgil şarkısı vardır… Bu, bal gibi onların yaşamıdır… Ve bu böylece akar gider…

İdealist bir umut, ölmeden önceki o son anda, herkesin aklının tüm varoluşa ermesini dilemektir… Zor bir dilek değil mi?