Tatili münasebetiyle Mersin’deyim ve size 1. Bölümde bahsettiğim o nimetlerden misli misli nasiplenme şansına eriştim. Hele Ciğerci Apo’nun yanında yıllardır çalışan Ramazan Abi’nin bize kıyak geçip donattığı bir sofra vardı ki valla diğer masalardan utandık. Soğan salataları, ezme salata, koca bir taba kıyılmış limonlanmış sumaklı maydonoz ve nane vs. Neyse anlatırken acıkıyorum. Ben size biraz batırıktan bahsedeyim.

Batırık, en basit anlamıyla bildiğimiz kısırın sulu hali. Bulgurla yapılıyor. İnce bulgur sıcak suyla ıslatılıyor ve şişmeye bırakılıyor. Sonra içine salça, tahin, küncü, domates, soğan konulup bir güzel karıştırılıyor. O macun kıvamına geliyor ve sonra su eklenip yenmeye hazır hale geliyor. Hazırlayan kişiye göre içine konan malzemeler veya üstüne konanlar değişiyor. Marul, lahana, turşu falan koyanlarda var. Bizim apartmanda 20 daire varsa 20’si ayrı şekilde icra ederdi batırığı. Hatta Güneydoğu’da içine et bile koyan var. Yalnız batırık çok az bilinen yöresel bir yemektir. Mesela Mersin’le çok yakın ama bir o kadar da uzak Adana’da bile bilinmez. Hatta Mersin’e turistik gezi yapanlar bile yememişlerdir çünkü restoranlarda yapılmaz. Yalnız sanırım Antep’te de yapılıyor (Zaten Antep’te ne yemekler yapılmıyor ki, yok mu Antep yemeklerini anlatacak bir babayiğit yahu). Kısaca fırsat bulursanız hiç kaçırmayın derim.

Benim kafama takılan bir soru var tam Türk olduğumu belli eden. Bunu özellikle Digiturk’teki Alice kanalını izlerken çok yaşıyorum. Şu anda da batırığı yazarken aklıma geliyor. Yahu bu yemekleri icat etmek kimin aklına gelmiş. Yani öyle fantastik yemekler var ki en basitinden alın size batırık. Kimin aklına bulguru ıslatmak sonra da böyle malzeme ekleyip bir yemek yapmak gelmiş ya da nasıl bir tarihsel sürecin sonucudur. Hadi batırığı anlarım da cidden öyle yemekler var ki. Alice’de birgün bir mürekkep balığı yemeği yapılışını izledim. Adamlar mürekkep balığının mürekkebini hamurun içine katıyorlardı. İnanın gece rüyama girdi yahu. Yani nasıl bir ihtiyaç mürekkep balığı mürekkebini yemeğe katma fikrini insanoğluna vermiş. Daha binlerce örnek var insanın kafasına takılan. (Özellikle de bir Türk’ün). 

Şimdi daldan dala atlama yapmış olacağım ama biz Türkler cidden çok meraklı milletiz. Yani bu merakımız bilimsel alanda olsa medeniyetimiz bu hallerde olmazdı. Elalem evreni, uzayı merak edip yeni araştırmalar falan yaparken bizler ‘bu adamların aklına bu araştırmaları yapmak nerden geliyor’ diye merak edip duruyoruz. Avrupa’ya hiç gitmedim ama eminim ki her şehir meydanında bir tane elini arkasında kavuşturmuş ve etrafa meraklı meraklı bakıp, kendi kendi “Fesuphanallah!” çeken bir tane tip mutlaka vardır. Bu kişinin milliyetini sormaya bile gerek yok. Selçuk Erdem’in bir karikatüründe vardı: cehennemin kapısında bir zebani bekliyor, adamın biri kapıda elleri arkasında durup merakla bakarken ‘birader burayı ısıtması amma zor oluyordur’ diye bir kelam eyliyor, zebani de “sen Türk müsün?” diye soruyor. Durum daha güzel özetlenemez herhalde. 

Şimdi bu atlamayı niye yaptım. Mersin’de bir gün tuvalette derin düşüncelere dalmışken aklıma şu takıldı: Silifke taraflarındaki Cennet-Cehennem obruklarını mutlaka duymuşsunuzdur. Bunlar hemen hemen her dersanenin veya lisenin müfredatına girecek kadar popüler obruklardır ve gerçekten namlarını hakedecek kadar güzel doğa harikalarıdır. Ben bunları, bunca yıllık Mersinli olmama rağmen ancak bu yaz gördüm ve cidden büyülendim. Yalnız Cehennem Obruğu’nda öyle bir durum vardı ki gördüğüm günden beri çözmeye çalışıyorum. Cehennem Obruğu 100 metre civarında derinliği olan bir çukur ve emin olun şu anda bu maili okuyup da o çukura ürkmeden bakamayacak bir kişi yoktur. Ben yükseklik korkuma rağmen Atakule veya Mersin Metropol gibi yerlerden aşağı bakabilirim. Gerçi oralarda koruma var ama yine de yükseklik korkutucu. Yalnız ben 200 metrelik Metropol’ün tepesinden bakarken bile Cehennem’e bakarken ki ürpertinin zerresini hissetmedim. Hele bir de dibinde kocaman bir mağara girişi var ki eski insanların efsaneler üretmelerine şaşmamalı. Keza siz de oradan bir canavar çıkacak diye bekliyorsunuz. Ayrıca bilmediğim bir nedenden dolayı da dibine inilemiyor bu çukurun neyse esas meselemiz o değil. Bu çukurun girişine korkuluklar yapmışlar ve siz oradan aşağı bakabiliyorsunuz. Yalnız korkuluğun altı boş ve çukurun üstünde. Yani korkuluk koparsa aynen çukurun içine yallah!! Zaten çukur korkusuyla beraber o korkuluklar da sizi etkiliyor. Ben orada durabildiğim 45 saniye içinde korkuluğun tabanına taktım kafayı ve inceledim. Ardından da merak sardı. O korkuluk oraya nasıl takıldı diye. Tutunabilecek bir yer yok. Aşağısı 100 metre uçurum ve açıkcası oraya onu takmakta ciddi cesaret ister. Acaba vinç mi kullandılar diye dakikalarca düşündüm o tuvalette. Şimdi diyeceksiniz ki ‘düşündüğün şeye bak yahu, millet piramitleri kim yaptı diye sorar, sen neyi takmışsın’. Napim abi ben Türk’üm ve babamın oğluyum.

Benim babam, hemen hemen her Türk’ün olduğu gibi herşeye burnunu sokar, hele başkasının işini burnunu sokmaktan acaip mutlu olur. Zaten biz Türk insanın en sevdiği şey birbirinin işine burnunu sokmaktır. Alakası olsun olmasın herkesin her konuda bir fikri vardır ve o mutlaka doğrudur. Doğru olmasa bile öyle yapılsa daha iyi olur. Hiçbirşey olmasa bile o işe burun sokulmalıdır ki keyif alınsın. Bu özellik toplumun her kesiminde vardır, hatta bilgi ve irfan yuvası olan üniversiteler de bile vardır. (Sonuçta bilim adamları da okumuş türk evlatlarıdır).

Ben burada bir eleştiri yapmıyorum aslında. Dışarı çekilip bir bakın halimize. Biz aslında bu şekilde acaip eğleniyoruz ve mutlu oluyoruz. Sonuçta birşey üretmiyoruz ve üretene de mani oluyoruz ama olsun çok eğlenceli sahneler yaşanıyor. Babam böyle sahneler yaratmada üstattır. Acaip meraklıdır ve herşeye karışır. Hatta annem bu gittiğimde babama “ay yeter! senin anan daha iyiydi beeee, koca değil kaynana” diye veryasın ediyordu. Şimdi örnek olay düşünüyorum da o kadar çok eğlenceli olay var ki hangisini anlatacağımı bilemiyorum. Neyse aklıma gelince anlatırım. Velhasıl kelam ben de burun sokmayı severim aslında severdim demek daha doğru olur çünkü hayat zamanla o burnu öyle güzel sürtüyor ki… Ama o merak her zaman baki… 🙂

Nerden nereye gelmişim yahu, kaptırdık gidiyoruz. Yemek muhabbetini daha fazla uzatmak istemiyorum, çünkü bitecek gibi değil ve hele insan açken işkence gibi oluyor. 🙂 Cennet-Cehennem’den bahsetmeye devam edeyim size.

Cehennem dediğim gibi cidden çok ürkütücü bir çukur. Cennet ise adı üzerinde gerçekten görülmesi gereken bir doğa harikası. Yalnız tamamını görmek için iyi kondüsyona ve sağlığa sahip olmanız şart. Derinliği 128 metre ve en dibine kadar inebiliyorsunuz. Zaten sorun orda başlıyor. Dibe iniş tam 950 basamak ve bu basamaklar hem çok dik, hem de çok kaygan. Zaten milattan sonra 350 yıllarında yapılmışlar. Ben kardeşimle inerken yukarı doğru nefes nefese çıkan bir sürü insanla karşılaştım ve hepsi çıkarken “Allah kolaylık versin” diyorlardı. Biz güle oynaya aşağı indik. Aşağıdaki mağarayı görünce cidden nefesim kesildi. O kadar büyüleyici bir yer ki yorgunluğunuzu unutuveriyorsunuz. Hiç durmadan mağaraya girdik ve inanılmaz güzel manzaralarla karşılaştık. Girişte şimdi hela ve Ahmet’in Ayşe’ye olan aşkını dünyaya ilan etmekte kullandığı mecra olan bir kilise kalıntısı var. Mağarının dibine yosunlu taşlardan çok dikkatlice indik ve kafamı kaldırıp girişe baktığımda Dünya’daki en güzel manzaralardan birine şahit oldum. 50 metre genişliğinde bir giriş, her taraf yemyeşil ve kilise kalıntısına akşam güneşi vuruyor. Orada büyülendikten sonra çıkış eylemi başladı ve o insanları o zaman çok iyi anladım. Kısaca şöyle ifade edeyim ben o aralar spor salonunda fitness yapıyordum ve Cennet’ten çıktıktan sonra 3 gün salona gitme ihtiyacı duymadım. Bu arada oralara yolunuz düşerse emin olun ki Mersin’in en güzel tantunisi ve sıkma-börekleri o bölgede yapılıyor. Ve siz bu nimetleri bir tepede yörük çadırının içinde hafif meltem eserken Akdeniz tamamen önünüzde götürüyorsunuz. O kadar güzel bir manzarada o kadar lezzetli yemek umarım size de nasip olur. 

Cennet Cehennem’in biraz ilerisinde ise yine coğrafya dersi müdavimlerinden Astım Mağarası var. Biz oraya kardeşim ve kuzenimle gittiğimizde çok çirkin bir beton restorantlar yığınıyla karşılaştık önce. Zaten Mersin’in turizminde en nefret ettiğim şey bu. Her taraf beton ve hadi betonu anlarım da estetik yoksunu yapılaşma… Herşeye köylüler sahip ve açıkcası o turistik tesis dene şeylerde köy evlerinin beton hali ki köy evlerinin bile kendine has güzelliği vardır. Maalesef inanılmaz bir tarihi zenginliği olan memleketimin içine bu çirkin betonlar etmiş. Keza o betonlarında ne kadar sağlam olduğunu en son selde gördük. Türkiye’nin en güzel sahillerinden biri olan Kızkalesi’ndeki oteller çatır çatır çöktü. Neyse biz Astım Mağarası girişini arıyoruz bizimkilerle. Ortada mağaraya benzeyen bir yer yok. Bir tabela gördük ve takıldık peşine. Adamın biri “mağara girişi burada” deyince girişi gördük. Bizim hela kapıları darlığında bir giriş, adam çağırmasa o betonların arasında asla bulamazsınız ya da tuvalet diye geçer gidersiniz. Girişe gelince gördük ki yerin dibine giden bir delik resmen. Kardeşimle kuzenim korktular ve sen büyüksün önden git dediler. Ben onlardan daha fazla korkuyom, zaten az buçuk klastrofobim de var. Yusuf yusuf pozisyonlarında inmeye başladım merdivenlerden, inmeden adama da sordum “aşağıda kimseler var di mi?” diye. Merdivenlerden inerken kendimi resmen akvaryumdaki balık gibi hissettim. Her taraf kaya ve siz nereye gittiğinizi ve karşınıza ne çıkacağınızı bilmediğiniz bir yere iniyorsunuz. (Mağara lan altı üstü demeyin yahu, ürküyor adam). Sonuna varınca öyle bir manzara karşıma çıktı ki nefesim resmen kesildi. Kocaman bir alan, sarkıt ve dikitler, loş bir ışıklandırma ve çok değişik bir hava. En imansız adamı bile oraya 3 gün bırak, ermiş olup çıkar. O sarkıt dikitler arasında dolaşmak o kadar güzeldi ki. Ayrıca dedikleri gibi sıkıntı da vermedi bana, sadece normalden biraz daha fazla yorgun hissediyorsunuz kendinizi. Tabii benim Türk kafam yine çalıştı ve “burayı nerden keşfetmişler” diye merak etmeye başladım. Allahtan duvardaki bir tabela da bunun yanıtı vardı. Türk milletinin en değerli keşiflerini yapan ve hatta bizleri bile yönetmiş çobanlar. (Çoban deyip geçme tüm büyük peygamberler ve Süleyman Demirel stajlarını çoban olarak yapmıştır).

Ben bu yaz bir de Kanlıdivane’yi gezdim ki orda da muhteşem bir obruk vardı. Zaten o zamanın insanları obrukları kutsal sayarlarmış. Cennet’in çevresinde tapınaklar ve yerleşim yerleri vardı. Kanlıdivane obruğunun ki ise tam bir ibadet merkezi. İlk Hıristiyanlara ait 4-5 tane kilise ve daha eski olan tapınaklar var. Şehrin girişinde sizi karşılayan Helenistik Kule ise insanı çok etkiliyor. Zaten Kanlıdivane’ye ilk girdiğinizde manzara karşısında diliniz tutuluyor. Kocaman bir obruk ve çevresinde çok güzel yapılar. En geride ise kocaman bir anıt mezar. Kelimelere dökülmesi zor bir görüntü. Gerçi Mersin’de böyle görüntülere o kadar çok rastlıyorsunuz ki… 

Haa unutmadan size bir de Kızkalesi’nden bahsedeyim. Orası Türk milletine kafayı yedirten bir yerdir. ‘Bu adamlar denizin ortasında o kaleyi nasıl dikmişler’ diye düşün dur tuvaletlerde. Denizin ortasında kocaman bir kale var ve o kadar güzel görünüyor ki. Ayrıca tam karşısında sahilde de bir kale var ve ona bakarken dağların üstündeki kaleyi de görüp kafayı çiziyorsunuz. Sahil ise ayrı bir güzellik. 1.5 km tamamı kum, ayağınıza en ufak çakıl taşının değmeyeceği bir sahil. Zerre taşın olmadığı bir deniz ve 50 metre açılsanız bile boyu zor geçiyor. Resmen havuz gibi. Yalnız son yıllarda mafyalaşma ve artan nüfus ile birlikte gittikçe kirlenen bir bölgeydi, ona da doğa müdahele etti ve ne var; ne yok yıktı geçirdi. Can kaybı olsa üzülürdüm, ama oraların yıkılmasına hiç üzülmedim. Çünkü o kadar güzel bir bölgeyi köylü kafasıyla o hale getirir ve piç edersen, Tanrı bile bozulur. Sen git insanların kumlara basarak yürüdüğü alana kaldırım döşe. Gerçi bunlar bile o güzelliği silip atmayı becerememiş. Eğer gidip görmek ve denize girmek istiyorsanız mutlaka ama mutlaka haftaarası gidin. Maalesef haftasonu Mersin’de ne kadar amele-kıro tayfası varsa orada ve aklınıza gelebilecek birçok pislikte beraber. Zaten çoraplarıyla yada paçalı donlarla denize girmeye kalkan adamları görmek adamın moralini bozuyor, hele de bir bayansanız canınız çok sıkılır. Haftaarası ise hepsi sizin. Kimsecikler yok. 

Ben Mersin’i anlatmaya devam edeceğim. Zaten daha yeni başladım. Eğer siz Mersin’i görmek isterseniz emin olun çok fazla masrafa gerek yok bunları deneyimlemek için. En basitinden Cennet Cehennem’i görmek istediniz. Ankara’dan Mersin 24 milyon. Mersin Silifke 3 milyon. Yolda inip yürürsünüz biraz içerilere doğru. (eğer arabanız yoksa, gerçi biraz uzun olur ama olsun). Sıkma börek 1 YTL, tantuni 2 YTL, ayran 500 bin. :)) Sonuçta Mersin’de gezmek ve yaşamak oldukça ucuzdur. 

Gelecek yazımda Mersin’den cinsliklere yer vereceğim. Size Mersin’nden tek bir sahneyle veda ediyorum; 

Mersin Şehir İtfaiyesi’nin kapısında şöyle bir yazı asılıdır:
“Küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkar.”  M. K. Atatürk”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...