Rusya’ya gitmek için 2003 senesi Temmuz ayını seçmemiz bir tesadüf  değildi. O sene St. Petersburg’un diğer adıyla Leningrad’ın 300. kuruluş yıldönümüydü. Temmuz ayı ise ‘Beyaz geceler’ için en uygun dönemdi.

O sıralar program yaptığım radyodan iki hafta iznim vardı. Ablama, “izne çıktığım andan itibaren hiç vakit kaybetmeden gidecek şekilde gezimizin başlamasını arzu ettiğimi” söyledim. O’da uğraşıp kuzenimizin Rusya’daki Türk işadamı dostlarının yardımıyla gezi akışını hazırladı. Bir ara, deniz seyahatini öncelikle tercih ettiğimizden; “gemiyle Volga nehrinden yapılan gezilerden birine mi katılsak?..” dedik. Ama o turların tarihleri hiç uymadı bize. Bir de gidenler “Onlar ‘ikona, kokona’ turudur. Siz sevmezsiniz!..” dediler. Gemide şık şıkıdım süslü püslü hatunlar, uğranılan her limanda da gezilen kilise ve katedrallerde bulunan ‘Ortodoks’ mezhebinin dini sembolleri ‘İkonalar’ sebebiyle böyle deniyormuş meğer…

 

Rusya’ya gitmek için evvelâ kişi başı 120 USD. gibi bir vize ücreti ödeyerek binbir güçlükle vize almak gerekiyor. Gezi müddetinizden bir gün dahi fazla vize vermiyorlar nedense?.. Bir aksilik olsa ve tarihleri kaydırmak isteseniz ödediğiniz para resmen yanacak! Ya da orada bir terslik çıksa da dönüşünüzü geciktirmek isteseniz, başınız derde girecek yetkililerle.

 

İstanbul’dan pırıl pırıl havalı bir öğleden sonra, adı hiç duyulmamış (arzu edene ismini ancak özelden verebileceğim) bir havayoluna ait içine biner binmez koltukların kırık, pencere kenar kaplamalarının yırtık, sökük olması dolayısıyla görünce şok geçirdiğimiz döküntü bir uçakla ayrıldık. Uçak salaş ve tıklım tıklım dolu olmasının yanında bütün tepe bagajları ve koridorlar naylon torba, paket ve kutu gibi nereye denk gelirse konmuş, şahsi eşyalarla dopdolu akıl almaz bir vaziyetteydi. Tuvalet ihtiyacı duyupta kalksanız, adım atacak bir yer yok! Sanki kargo uçağı da, lütfedip yolcu almışlar!.. Bazı kişiler daha kalkmadan başladıkları cep telefonu görüşmelerini tüm yolculuk boyunca kesintisiz sürdürdüler. Mani olmak için gösterdiğimiz çabalar katiyyen sonuç vermedi!.. Görevlilerde ilgilenmedi… Zaten Rusça dışında hiçbir dil geçmiyordu bu aletin içinde. Gerçi hareketlerimizden ve mimiklerimizden ne demek istediğimiz bal gibi belliydi de kimsenin anlamak işine gelmiyordu nedense. Tek güzel olan şey pencereden görünen manzaraydı. O gün havada tek bir bulut dahi yoktu ve gökyüzü masmaviydi. Evvelâ bir güzel Boğaziçi’ni katettik, sonra ver elini Karadeniz. Arkadan uçsuz bucaksız bozkırlar başladı, daha sonra ormanlar derken Moskova’ya indik.

 

Havaalanı’nın pisliği ve döküntülüğü de uçağı aratmayacak biçimdeydi. 1991’de gittiğim Bombay Havaalanı bile daha iyiydi doğrusu!.. Sonradan öğreneceğimiz üzere; meğerse Moskova’daki beş havalimanının en kötülerinden biriymiş bizim indiğimiz. Ne diyelim böyle uçağa, böyle havaalanı!.. Düşündükçe halâ sırtımdan soğuk terler getiren; cep telefonu görüşmelerinden dahi asla etkilenmeyen uçuş sistemine haiz o pejmürde uçak! Şükür gideceğimiz yere sağsalim varmıştık ama çoktan müzeye kaldırılmış olması gerekirdi kanımca…

 

Daha çilemiz dolmamış. Giriş için pasaportlarımıza damga vurulması da 1-2 saat kadar sürdü… Neyse ki gümrükten sorunsuz, bavullar falan açılmadan geçtik.
 

Alandan Viktor isminde şirin mi şirin sonradan tanıdıkça daha da seveceğimiz Türk iş adamlarının gönderdiği bir görevli bizi karşıladı ve Moskova nehrine bakan, bir hafta boyunca kalacağımız Ukraina Otel’e götürdü. 1000 odalı 29 katlı görkemli oteldeki odamız 17. kattaydı ve pencereden şehir göz alabildiğine görülmekteydi…

 

Ukraina Otel binasının benzeri 7 bina var Moskova’da, hepsi Stalin döneminde Alman esirlere yaptırılmış. Adeta birer eziyet abidesi gibi öylece dimdik durmaktalar. Bu 7 adet sarı renkli gökdelenden biri Moskova Üniversitesi, ikisi bakanlık, ikisi otel, ikiside mesken olarak kullanılmaktaymış.

 

Çökmüş Bir Rejimin Altında Kalmış İnsanların Başkenti : Moskova

 

12 Haziran 1992’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası tek başına yoluna devam eden Rusya Cumhuriyeti’nin yüz ölçümü 17.075.200 km2, 98’deki sayıma göre ise nüfus 147.100.000. Başkent Moskova’da ise 15 milyon civarı insan yaşamakta.
 

Moskova 1147’de kurulmuş. Konuşulan dil Rusça. İngilizce, Fransızca ve Almanca da kısmen kullanılmakta dense de biz Moskova’da kaldığımız bir hafta boyunca ne İngilizce, ne de Fransızca konuşana rastlayamadık!

 

Sovyetler Birliği döneminde kilise ve katedraller ya yıkılmış, ya havuz olarak kullanılmış. İnsanlara büyük baskı uygulanmış dine dair hiçbir uygulama yapmamaları hususunda ancak Rus Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Hıristiyanlar bugün çoğunluğu oluşturmakta. Müslüman, Budist ve Yahudi azınlıklar da mevcut.

 

Rusya Federasyonu’nun toprakları yaklaşık ABD yüzölçümünün iki katı kadar. Para birimi ‘Ruble.’ Yanımızda Amerikan Doları var, gerek otelde gerekse dışarıda bozdurmamız için.. Eğer 100 verip bozdurursak elimize para üstü olarak tedavülden kalkmış geçersiz kağıtları tutuşturmaya çalışıyorlar. Bir de para bozduracak kişinin verdiği 100 doları görevli eline alıp evirip çeviriyor, inceliyor gibi yapıp bu arada sahtesiyle el çabukluğuyla değiştirip “Bunu bozamayız!” deyip geri veriyor!.. Kısacası herkes cin olmuş çarpacak adam arıyor. Bizde de turistlere bazılarınca yapıldığı gibi, kazıklamaya çabalıyor!..

 

İlk dikkatimizi çeken şeylerden biri binaların aşırı büyüklüğü ve ihtişamı diğeri ise sokakların caddelerin gayet geniş ve inanılmaz derecede lüks marka otomobiller ve jiplerle dolu olması. Lüks otomobillerin hepsinin ortak yanı şu; camlar simsiyah içeriyi göstermeyecek şekilde!.. Kullananlar mafya mensupları çünkü. Dünyada ‘Mafya’nın çıkış yeri olarak bilinen Sicilya’da bile iki kez gitmeme rağmen böyle bir izlenim edinmedim…

 

Bir Rus’un ortalama aylık geliri 100 bilemediniz 200 dolara denk gelecek kadar rubleymiş. Dükkânlara, özellikle giysi satanların fiyatlarına baktığınızda aşırı pahalı her şey. O zaman anlıyorsunuz neden ‘Laleli’ ‘Rus pazarı’ oldu, neden uçak kargo uçağı gibiydi. Herkes bir şey alıp götürüp orada satma, kâr etme çabasında…

 

Bari bankacılık yıllarında müdavimi olduğum Rus Lokantası “Rejans” tan alışkın olduğum leziz yemeklerden yiyeyim de keyfim yerine gelsin dedim. Ne mümkün?.. Ne kaldığımız koskoca otelde, ne de şehirde Rus yemeği yapan bir yer bulmak mümkün değil!.. Bir akşam “borç çorbası içicem” diye tutturup oteldeki restoranlardan birine gidip hayatımın en berbat çorbasını içtim!.. Oh olsun bana… Arandığında bir dolu başka ülke mutfağından yemekler sunulan restoranlar var, Rus Lokantası yok!.. Olacak iş değil… Nerede o leziz ‘proşki’ler, ‘kievski’ler, ‘Rus’ salataları?.. Sanki devlet sırrı gibi saklanmışlar. Bulabilene aşk olsun!..

 

Kahvaltıda ise; otelde kalan çoğu yabancı misafirlerden oluşan kitleye yönelik uluslararası standartları tutturma çabasına rağmen; büfede başta ‘kapuskı’ dedikleri ‘lahana salatası’ olmak üzere, zeytinyağlı lahana dolması, haşlanmış pirinç ve balık gibi tuhaf ikramlar var.

 

Başkenteki ilk ziyaret ettiğimiz yer Moskova Lomonossov Üniversitesi. Şehrin güneybatı taraflarında, Vorobyevi Tepeleri‘nde yer alıyor. Üniversite, kampüsünün önündeki parkın içinde bulunan şehrin adeta gözetleme kulesi. Olimpiyatlara ev sahipliği yapmış geniş Lujniki Stadyumu‘nun muhteşem manzarasına karşı konumda. Biz ziyaret ederken tam o esnada Amerikan özentisi beyaz limuzin içinde yeni evli bir çift geliyor, bu hoş manzarada resim çekilmek üzere. Herhalde burada da kışlar çok soğuk ve sert geçtiğinden olsa gerek, herkes yazın evlenme yarışında. Ortalık gelin-damat kaynıyor.

 

Metro sistemi şehri gezmek için daha uygun ve ucuz bir yol olduğu için turistleri çeker normalde, ancak burada hiçbir şey ‘lâtin alfabesiyle’ yazılı olmadığından metro kullanmak için ancak yanınızda bir Rus yada Rusça bilen olması gerekiyor. Bizi de bir gün, Türk işadamının Türkçe konuşabilen Rus hanımı gelip arabayla alıyor, önce şehre hayli uzakta olan ‘İsmailof Pazarı’na gidiyoruz. Sonra merkeze geri gelip metroyla geziyoruz.

 

Tverskaya sokağı Kızıl Meydan içindeki önemli alışveriş sokaklarından biri. Kremlin ve Kızıl Meydan yakınında hem oldukça büyük ve modern bir alışveriş merkezi hem de metro istasyonu var. İstasyonların çoğu mermerle, ışıl ışıl parıldayan avizelerle ve sanat eserleriyle muhteşem bir şekilde dekore edilmiş. Moskova metrosu; gerek dünyanın en büyük metro ağlarından biri olması, gerekse birbirinden şık istasyonlarıyla gerçekten görülmeye değer.

 

Rusya’da kumarhaneler serbest. Metro giriş-çıkışlarında bile -çok lazımmış gibi- ‘slot-machine’ler var…

 

Volga nehrinin bir kolu olan Moskova nehri 505 km uzunluğunda. Kenti ikiye bölmekte. Üzerinde oldukça yoğun bir trafik var. Moskova (onlar “Maskıva” diyor) nehri üzerinde yapılacak olan bir bot turu şehri keşfetmenin iyi bir yolu ve çok keyifli. Geziler, bizim otele yürüme mesafesiyle 10 dk. uzaklıkta bulunan nehir kıyısındaki iskeleden de başlayabiliyor. Nehirde yapılan bir-iki saat süren gezinti kenti tanımak ve bol bol resim çekmek için ideal… Şehrin merkezi, bir tarafında kalın kırmızı surlarla çevrili ve 20 kulesi olan 1818’de yapımı tamamlanan Kremlin Sarayı’nın bulunduğu ‘Kızıl Meydan‘. İmparatorluk döneminde Çarlar hep bu sarayda taç giymiş. Halen devlet birimleri içerde çalışmakta.

 

Bizim seyahatimize yakın bir zamanda yine Çeçenler tarafından bazı bombalı eylemler yapıldığından 2-3 gün üstüste sarayı gezmek için gösterdiğimiz çaba sonuçsuz kaldı. Bir dolu turist gişelerin önünde birikmiş. Yetkililer farklı fiyatlar söylüyor. Kimi “gezemezsiniz!” diyor, kimi de “girersiniz ancak 1 saat gezme müsadesiyle!” diyor. Saçma sapan insanı sinir eden tavırlar. Koca saray 60 dakika sürede koşsak bile gezilmez. Sonunda “lânet olsun!” deyip vazgeçiyoruz. Siz yine de gittiğinizde şansınızı deneyin. Çünkü Kremlin’in içinde Çarlık dönemine ait saraylar, katedraller, kiliseler ve de modern bir yapı olan Kongre Binası bulunuyor.

 

Kremlin görkemli bir hazineye de sahip. Hazine bölümünü özellikle ziyaret etmek gerekiyor. Tarihi Rus filmlerindeki göz kamaştıran şatafatlı pırlanta, elmas mücevherler burada sergilenmekte. Bu müthiş koleksiyonun nerdeyse yarısı Çariçe II.Katerina’nınmış…

 

Rusya’da kilise ve katedraller adeta Disneyland’deki şatolar kadar şık, renkli ve görkemli. 1555-60 yıllarında inşa edilmiş St. Basil Katedrali meydanın sonunda yer alıyor ve parlak renkli kubbeleriyle meşhur. Hikayeye göre Korkunç İvan bu kubbenin güzelliğinden o kadar etkilenmiş ki, bunun kadar güzel bir kubbe daha yapamasın diye mimarın gözlerini oydurmuş!

Bizim gezme fırsatı bulduğumuz bir diğer kilise Moskova nehrine yakın Kurtarıcı İsa Katedrali. Sovyet Rusya döneminde din karşıtlarınca yıkılmış ama sonra aynen yeniden inşa etmek zorunda kalmışlar. Müthiş görkemli ve huzurlu bir yer ve içinde eşsiz güzellikte ikonalar var…

 

 

 

Arbat Sokağı, geleneksel olarak bohemlerin takıldığı en önemli sokak. Bizim Ortaköy gibi güya, ama kıyaslayınca çok farklı konumda ve ufacık. Bugün, sokak gösterilerinin yapıldığı, zanaatkarların ve ressamların küçük dükkanlarının veya standlarının bulunduğu sadece yayalara açık bir yer. Sanatkârların gözü açılmış. Basit bir tabloya bile dolar bazında ciddi rakamlar telaffuz ediyorlar. Perulu bir topluluk canlı müzik yapıp para toplama ve cd’lerini satma çabasında. Köşede bir müzik market bulup radyoda çalarız zannıyla popüler Rus müziğinden cd’ler aldım. Bu arada satıcı bize ısrarla Tarkan cd’si vermeye çabaladı, tereciye tere satmaya çalıştığının farkında olmadan.

 

Arbat’ta Küçük restoranlar ve kafelerde var. Oturup bir şeyler yemek içmek, otelimize pek de uzakta olmayan bu mekânda soluklanmak iyi geldi.

 

Etrafa baktıkça Rus kadınlarının akıl almaz renklere boyadıkları saçlarıyla yarattıkları görüntü bana pek tuhaf geldi. Bu durum psikologların “mutsuz kadın saçının rengiyle oynar” görüşünü birden aklıma getirdi. Bu yorumdan yola çıkarak “Vah vah, pek mutsuzlar herhalde” dedim. Rus erkekleri genelde gözle görülür vaziyette votka müptelâsı ve kaba saba şeyler. O kadar votkayı içen adamdan ne yatakta ne de sokakta hayır gelmez herhalde… Bizimkilerin yaptığı Balalayka filmini izlediğimde “senaryoyu abartmışlar” diye düşünsem de, buraya gelip görünce “eksiği varmış, fazlası yokmuş” dedim…

 

St.Petersburg’a gitmek için tren bileti almak ve yataklı vagonda gece yolculuğu yapmak istedik. Bu esnada yaşadıklarımız günümüz Rusya’sına tipik bir örnek!..

 

Yanımızda Rusça bilen bir Türk görevli eşliğinde bilet satılan yere gittiğimizde gişeler öğle tatili nedeniyle kapalıydı. Bir dolu bekleyen vardı. Sıraya girdik, bizde bekledik. Görevliler öğle tatili bitmesine rağmen bir türlü sohbeti kesip işe başlamadılar. Biz sabırsızlanıp “İkaz edelim şunları” dediğimizde Türk görevli “Sakın ha! Ters etki yapar, inatlarından bir saat daha fazladan bekletirler” dedi. Nihayet paşa gönülleri oldu, gişeler açıldı, bu defa cart diye bir bey gelip en öne geçti!. İsyan etmek istedik. Yine burada yaşayan Türk “Aman Rus erkekleri çok kabadır! Döner size küt diye bir yumruk bile atar. Ne olduğunuzu anlayamazsınız!!!” dedi. “Peki buradakilerin hepsi koyun mu? Neden hiç ses eden yok?” dediğimizde; “Halâ kim eski KGB ajanı, kim Politbüro üyesi belli değil. O yüzden herkes birbirinden çekiniyor ve ses edemiyor!” diye cevapladı. Çok güzel!!!

 

Sıra nihayet bize geldi… Türk arkadaş, görevliyle çıtır çıtır Rusça konuşup dönüp bize aldığı bilgileri nakletti. İlk önce gece 23.00 sıralarında bir tren seferi ve kişi başı 1.000’er ruble fiyat geldi. “Yanımızda o kadar nakit yok. Sizden borç alabilir miyiz? Az sonra bozdurur öderiz” demeye çalışırken gişedeki bayan “00.30’da başka bir tren var ve lüks mevki yataklı 500’er ruble” dedi. Gece biniceğiz, sabah iniceğiz zaten. Hemen “tamam bu olsun” dedik. Bu defa gişedeki; “Yarı yarıya indirimli seferi söylediğim için bana ne verecekler?” demez mi gayet yüzsüz ve pişkin bir ifadeyle. Beklemekten hayli sinirlenmiş vaziyette olduğumuzdan gönlümüzden istemeyerek 50 ruble koptu. Beğenmedi hanımefendi!.. Biletleri alıp uzaklaşırken vır vır söylendi arkamızdan… Bu durum ‘Dilenciye hıyar vermişler, eğridir demiş beğenmemiş…’ deyişini hatırlattı bana.

 

Yazık dedik bu ülkeye!.. Aslında durumlar bize pek de yabancı değil hani… Yine de insanların sergiledikleri son derece yoz, kimliksiz görüntü ve tavırlar karşısında üzüldük. Uzun yıllar okuduğumuz Rus yazarların muhteşem kitaplarından, dinlediğimiz bestecilerin klâsik müziklerinden sonra kafamızda bir yığın hoş şey canlandırıp, buraya geldiğimizde bunlarla karşılaşınca resmen soğuk duşa girmiş gibi olduk!..

 

Moskova’da kaldığımız bir hafta boyunca hava karardıktan sonra otelden dışarı çıkmayı güvenlik nedeniyle hiç düşünmedik. Hatta bir gece bir şey lâzım olup da lobiye kadar indiğimde asansörden çıkışta sağda bulunan bardaki kadın-erkek muhabbetlerini görünce tornistan odaya geri döndüm. Halbuki kaldığımız otel gerek bulunduğu mevkii gerekse müşteri kalitesi itibariyle gayet iyiydi. Ama bütün bunlar bugünkü Rusya’nın gerçekleriydi!..

 

St.Petersburg’u kuran Deli Pedro gibi bende Moskova’yı hiç sevmedim. Gerçi bir ülkeye gidip de onun başkentini görmeden olmaz deyip gelmiştik bizde…

 

Önceleri St.Petersburg seyahati için lüks mevki almak gereksiz miydi diye düşünürken, gece yolculuğunda şöyle soyunup dökünür geceliklerimizi giyer bir güzel uyuruz hayalleri kurarken yanımızda yine Viktor’la tren garına bir geldik ki… Aman Allah’ım! Sanki dünya savaşı çıkmış ve insanlar toplu halde kaçışa geçmiş. Mahşer gibi bir kalabalık. Herkes yanındaki eşyasıyla yerlere çökmüş değil adım atacak, kımıldayacak bir durum yok!

 

Önde Viktor arkada biz, binbir zorlukla önce trenimizi sonrada kompartımanı bulduk. O olmasa biz bunları asla başaramazdık. İçeri girer girmez bu iki kişilik kompartımanın pis ve hatta kir kokuyor olduğunu görünce soyunarak yatmak hayalimiz derhal suya düştü. Az buçuk almanca konuşarak anlaştığımız Viktor’a çok teşekkürler edip İstanbul’a davet ettik. O da içerden kapıyı iyice kilitlememizi tenbih edip gitti…

 

St.Petersburg’a kadar 9-10 saat süren yolculukta tuvalet ihtiyacı haricinde asla o pis kokulu nesinin lüks olduğunu anlayamadığımız kompartımandan dışarı çıkmadık. Sabah olup da gün ağarınca pencereden etrafa harika doğa manzaralarına baktık ve nihayet güzeller güzeli St.Petersburg’a vardık.

 

İstanbul’la Kardeş Şehir St.Petersburg…

 

Bütün gece süren tren yolculuğu sonrasında Moskova Tren Garı’ndan St.Petersburg’a giriş yaptık. Önceden yer ayırttığımız Octiabrskaya Otel hemen gara ve kentin en önemli caddesi Nevski’ye yakındı. Kolayca bulduk. Rahat huzurlu uyuyabileceğimiz bir oda bulana kadar otelde 4 kez yer değiştirdik! Otelin hemen yanından geçen tramvayın rayları yolu aşındırmış. Geçerken çıkardığı gürültüyü ve otelin o cepheye bakan odalarındaki sarsıntıyı tasavvur edemezsiniz. Bir de yaz olduğu için olsa gerek ki sivrisinek doluydu ortalık. Neyse yanımızdaki sinek kovucu alet ve tabletlerle sorunu hallettik.

 

Federasyon’un ikinci büyük şehri olan St Petersburg, Moskova‘nın 715 km kuzeybatısında ve kültürel merkez oluşunun yanı sıra zarif binalarıyla meşhur. Neva nehri üzerindeki 42 ada üzerine yayılmış.

 

Bu adaların birbirine bağlantıları yaklaşık 350 köprüyle sağlanmış. Bu şehir aynı zamanda değişik dönemlerde ve tarzlarda inşa edilmiş her biri diğerinden farklı bir köprü müzesi gibi. Bu seyahatte öğrendim ki; Moskova Ankara’yla, St. Petersburg’da İstanbul’la kardeş şehirmiş… Hah şimdi oldu işte! Ben Ankara’yı da oldum olası pek sevememişimdir zaten.

 

Şu ana kadar gittiğim ülkelerde gezme imkanı bulduğum şehirler arasında en sevdiğim St. Petersburg oldu. Bir kere tıpkı İstanbul gibi eski bir imparatorluk başkenti olmanın izlerini taşıyor. Biz gerçi İstanbul’a laz müteahhitlerin önderliğinde elimizden geleni ardımıza koymuyoruz, tarihi ve coğrafi güzelliklerini talan etmek ve çirkinleştirmek için!..

 

St Petersburg; daha çok bir doğu şehri özelliği taşıyan Moskova‘nın aksine, tamamen Avrupa havasında ve daima “Batıya açılan bir pencere” olarak kabul edilmiş. İlk 1703’te Deli Petro tarafından inşa ettirilmiş ve 200 yıl Çarlık Rusyası’nın başkenti olarak kalmış. İç savaş sırasında Petrograd, Sovyetler döneminde Leningrad olarak bilinen şehir, 1991’de halkın baskısıyla oluşan genel istek üzerine tekrar asıl ismine dönmüş. Geniş bulvarları, dingin suları, köprüleri ve çarlık mimarisi örnekleri şehrin “Kuzeyin Venedik’i” olarak anılmasına sebep olmuş. II. Dünya Savaşı’nda çok zarara uğramalarına rağmen, kent yeniden tamir edilmiş.

 

Haziran ve Temmuzda şehir, karanlık yerini kısa bir alacakaranlığa bırakıp giderken meşhur “Beyaz Geceler”ini yaşıyor. Özellikle Neva nehri’nin denizle birleştiği yerde gidip ya kıyıda oturup yada tekneleri kafe restoran haline getirmişler onlarda bir şeyler içip manzarayı seyretmenin keyfine doyum yok… Beyaz geceler gerçekten çok büyüleyici…

 

St.Peterburg 24 saat capcanlı, yaşayan bir şehir. Moskova ne kadar ürkütücü ve sevimsizse burası da tam tersi.”İyi ki buraya gelmişiz” dedirtti. Hiç korkmadan geç vakitlere ve de yorgunluktan pestilimiz çıkana kadar gezdik.

 

Öncelikle evvelki sene Bodrum’da tatilde tanıdığımız Rus arkadaşımız Alexandre’ı (Sasha) arayıp bulduk. Bana göre Rusya’da onun kadar güzel bir erkek daha yok. Ama ‘O’ iki evlilik ve biri kız diğeri erkek iki evlâttan sonra yogi ve sufi olmuş. Hayatında içki, sigara, kadın ve kumara yer yok ve de katı bir vejetaryen…

 

Biz, gündüzleri gitmek için resepsiyondaki görevlilerden mutlak görülmesi gereken ve şehirden oldukça uzaktaki biri Peterhof diğeri Tsarskoïé SeloSarskoye Selo’ yada Catherine Palace diye geçen iki sarayın turları hakkında bilgi aldık. Oldukça pahalıydı ücretler, kişi başı 100-150 dolar gibi. “Ben de turizmciyim” desem de ne nasıl gidebileceğimize dair bir açıklama ne de fiyatlarda indirim yapmadılar. Ama St. Petersburg’da dil sorunumuz olmadı. Herkes başta İngilizce ve Fransızca olmak üzere bir dolu dil konuşuyor. Hatta Nevski caddesinde, ilk geldiğim gün girdiğim bir butikten çok hoş bir keten elbise ve ona buna hediye şık mutfak önlükleri aldım. Bana servis yapan görevli fevkalâde iyi Fransızca biliyordu.

 

Sasha, genelde iş çıkışı otele geldi. Bir İtalyan lokantasında yemek yiyip sonra Nesvki’de gezinip The Church of the Resurrectionİsa’nın Yeniden Dirilişi’ katedralini gezmeye gittik. Aşırı süslü tipik Rus mimarisi muhteşem bir yapı. Sonra şehirdeki sayısız kanallardan birinin üstündeki köprüde müzik yapan iki kişiyi önce dinledik sonra ben aşka gelip bir ‘Les feuilles mortes’u okudum. Etrafımıza toplananlar ve biz bir dolu bahşiş verdik bu doğaçlama gelişen güzel eşlik karşısında. Öyle memnun oldular ki Sasha’ya “Ne istiyorsa çalalım” dediler. Bende Kalinka’yı istedim. Bu mini müzik ziyafetinden herkes memnun kaldı ve gezmeye devam…

 

Çarlık döneminde sadece saray erkânının ve soylu davetlilerin girebildiği eski kışlık sarayın 1917’deki Bolşevik isyanından sonraki dönüşümüyle oluşan HermitageErmitaj’ dünyanın en büyük müzesi. Milyonlarca ziyaretçi buraya akın akın gelip geziyor ve eşsiz sanat eserlerini inceliyor. Paris’teki Louvre bile ikinci sırada geliyor. Denilen o ki; bu müzeyi gezerken her parçaya 10 saniye baksanız gezmeniz 3 ay sürer. Çünkü içinde, 2000 küsürü tablo olmak üzere 2,5 milyondan fazla eser var. Çarlık döneminin geniş özel koleksiyonlarına ev sahipliği yapıyor. Biz de St.Petersburg’daki bir günümüzü Ermitaj’ı gezmeye ayırdık. Bilet alırken yabancı ise 350 ruble, Rus iseniz 100!.. Hatta gez gez bitmeyeceği için, bir de çok giriş çıkışlı uzun müddetli bilet de satılıyor gişelerde. Özellikle tabloların olduğu bölümde saray duvarlarının yüksekliği 4-5 metre gibi ve sergileyecek o kadar çok eser var ki ta tavana kadar resim asmışlar. Eserlere daha iyi bakmak isteyenin kesinlikle bir merdivene çıkması lazım!..

 

Bir başka gün sabah otelden çıktık ve ta uzaktaki gece mavisi renkli kocaman kubbeli katedralin yanına kadar gitmeye ve yakından görmeye karar verdik. Adının sonradan Izmailovsky olduğunu öğrendiğimiz 1828-1835 tarihlerinde inşa edilmiş bu katedrali bulmaya çabalarken yakınında bir başka tren garı olduğunu fark ettik. Biraz soluklanmak için oturduğumuz garın karşısındaki parkta sohbet ettiğimiz bir bey bize “Bu gardan Sarskoye Selo yani Katrin Sarayı’nın olduğu yere tren gidiyor” demez mi… Çok sevindik ama yine de tereddüt ettik, gitsek kolayca dönebilir miyiz acaba diye… Adam “Her yarım saatte bir karşılıklı tren var. Merak etmeyin” dedi. Gişeye kadar bize eşlik etti. Kendisine teşekkür edip bir şeyler içmesi için 20-30 ruble gibi bir para verdik. Sevindi.

 

Oturma yerleri tahta olan trende bizden başka hiç yabancı yoktu. Şehre yaklaşık 1 saat mesafede olan Sarskoye Selo’ya vardığımızı artık mecburen öğrendiğimiz çat pat Rusça’mızla sorup öğrenip trenden indik. Saraya ulaşmak için birde otobüse binmek gerekti. Ben önden bindim, birden arkamda bir itiş kakış ve feryat koptu. Meğerse çingeneler ablama saldırıp suni bir kargaşa yaratıp soymaya çalışmışlar. Ama hem feryadı basıp hem de kuvvetli bir dirsek darbesi vurunca hamle edenlere, kendini kurtarıp otobüse attı. Dakikalarca kendimize gelemedik!.. Halimize bakıp herkes utandı ve mahçup bakışlarla adeta özür dilediler bizden. Sonradan bu hadiseyi anlatınca oraya defalarca giden Gezginler Kulübü Başkanı Orhan Kural “Sorma, onlar artık çete gibi olmuş. Ziyarete giden her turiste böyle saldırıyorlar. Şikayette kâr etmiyor. Herhalde hırsız-polis ortak çalışıyor. Siz ucuz kurtulmuşsunuz. Bu saldırılar esnasında kolu bacağı kırılan bile oluyor!” dedi.

 

Az kalsın başımıza büyük işler açacak bu tatsız olay bile hektarlarca bahçe içinde mimar Bartolomeo Francesco Rastrelli tarafından 1752-1756 yılları arasında inşa edilmiş muhteşem sarayın, kilisesinin ve hektarlarca araziye yayılmış bahçesinin güzelliğini gölgeleyemedi. Çok keyifli bir gün geçirdik. Bahçede saatlerce yürüdük. Saray planında ‘hamam’ diye gösterilen ama minaresi olduğundan cami olduğu yadsınamayan bahçenin ta öteki ucuna Osmanlı izlerini taşıyan eserin yanına da gittik. Resimlerini çektik. Bu göz alabildiğine geniş saray bahçesinde bir de ufak göl ve hatta ortada bir de adacık var. Bir de Sibirya mermeri kullanılarak 1770-1776 da inşa edilmiş Palladio köprüsü var. Kendimi o tarihlere ışınlanmış gibi hissetim.

 

Akşam üzeri artık şehre dönmeye niyetlenirken aniden gök yer bir olup bir sağanak yağmur başladı ki her taraf dere gibi oldu. St.Petersburg bu açıdan da kardeşi İstanbul’a benziyor. Kadınını bilemem ama havasına hiç güven olmuyor.

 

Şehrin adı bir ara Leningrad’mış ya, işte Lenin o dönem demiş ki; “Ben halkımı saraylarda yaşatacağım” ve işte muhteşem metro istasyonları böyle inşa edilmiş…

 

Bir başka gün; Aleksandr bizi önce kristalle gümüşle kaplı sütünlarla şaşırtıcı derecede güzel metro istasyonlarından geçerek sonrada minibüsle devam eden yolculukla şehre 29 km uzaklıktaki Peterhof yazlık sarayına götürdü.

 

Peterhof’a denizden de gelinebiliyor. Sarayın yeri Finlandiya körfezinin güney kıyısında. Kat kat şelâlelerle, fıskiyerlerle ve altın varak heykellerle bezenmiş, denizden içeri doğru olan kanala kadar devam eden bir bahçesi var ki hayran olmamak mümkün değil. St.Petersburg imparatorluğun başkenti olunca o dönemim çarı I. Pedro İngiliz Fransız kraliyet saraylarından daha görkemli bir saray inşa edilmesi için emir vermiş. Üç büyük mimarın yanında kendi de bizzat çizimlere yardım etmiş. 1705’te başlayan yoğun çalışmalar sarayın çok büyük bir davetle 15 Ağustos 1723’ te açılmasına kadar devam etmiş. Açılış için davet edilenler bu saraydan öylesine etkilenmişler büyülenmişler ki aylarca konuşulmuş. Çar da amacına ulaşmış, pek mutlu olmuş. Halâ tek kelimeyle muhteşem…

 

İnsan oraları gidip görünce; “Çarlık dönemi Rusya’sında lüksün, ihtişamın ve şatafatın -kötü bir şey yazmayayım hadi- suyunu çıkartmışlar” diyor…

 

Moskova’da onca uğraş verip gezemediğimiz Kremlin’in acısını burada çıkarıyoruz sanki bu birbirinden görkemli sarayları ve çevresini gezerek…

 

Nevsky Prospektcaddesi’, şehrin en önemli ve şık caddesi. 4,5 kilometre uzunluğunda ve her iki kanadında sayısız güzel bina, dükkan ve marka butikler sıralanmış. İki önemli tarihi eserden biri Notre-Dame-de-Kazan Katedrali. 1801-1811 yıllarında inşa edilmiş ve çok görkemli. Diğeri Yeniden Diriliş Kilisesi. Ben, birde arada Ermeni Kilisesi bulup oradan Paris’teki arkadaşlarımın babasının koleksiyonuna hediye etmek üzere hatıra para aldım…

 

Bu caddenin tarihi 1710’lara dayanıyor. Daha sonra 19.yy başlarında bankaların ve otellerin açılımıyla daha da önem kazanıp finans merkezi haline gelmiş. Bugün müze haline gelmiş olan şair Alexandre Pouchkine’in evi yine bu cadde üzerinde.

 

Nevski’ye dik gelen sokakların çoğu trafiğe kapalı; yalnızca yayalar için. Buralarda da hoş mağazalar kafeler, restoranlar falan var. Birde çok şık ambalajlarda votka ve havyar satan dükkanlar…

 

Akşam üzeri ve bilhassa gece Nevski Caddesi’nde bir piyasa var ki anlatmadan geçmek olmaz. Rus hanımlar yatak odasında dahi giyilmesi cesaret isteyen transaparan ve dekolte kıyafetler, süper ötesi minilerle kaldırımlarda arz-ı endam ediyor. Birbirinden lüks üstü açık otomobilli -hatta nedense bazısının koltukları kürkle kaplı!- Jaguar’lı, Mercedes’li, Ferrari’li magandalar onlara yanaşıp götürme çabasında. Özel donanımlı, ful aksesuarlı Harley Davidson’lı tipler patır patır ortalıkta dolanıp hava atıyorlar. Bizim Bağdat caddesinin bir başka versiyonu… Caddeye nazır kafelerde ve restoranlardaki masalarda yerlerini almış olanlar ise bir yandan yiyip içmekte sohbet etmekte, diğer yandan piyasayı izlemekte

 

Birileri metro girişine ve alt geçide yakın bir yerlerde sokak ortasında yavru kedi, köpek ve hatta yılan satmaya çalışıyor. Yaşlıların hali içler acısı… Eli ayağı tutanlar çöpçülük dahil ne iş olursa yapma çabasında. Ya da kaldırım kenarında dilenmekte. Bir Rus hanım “bunlar 7-8 kişi bir odada kalırlar” diyor. Zaten ortalıkta hiç aile görüntüsü yok. Hanımlar tek ya da grup halinde en seksi halleriyle kaldırımlarda malum iş kovalıyor, beyler votka kadehlerinin birini boşaltıp diğerini dolduruyor… Ara ara dinlenmek için gittiğimiz parklarda gözlemlediğim üzere genelde bebekler bakıcılar tarafından gezdirilmekte. Görüldüğü kadarıyla aile mevhumunu çoktan yitirmiş Rus halkı!..

 

Önceden bilet alıp bir gece buraya kadar gelmişken Nevski’den dik girilen caddelerden biri üzerindeki Kraliyet Tiyatrosu’nda ‘Imperial Theatre on the Fontanka’ya klasik bale izlemeye gidiyoruz. Her şey öyle tarihi öyle klâsik ve şık ki; insan Anna Karenina’yı localardan birinde görebilecekmiş gibi hissediyor…

 

Bale gösterisi öncesi; Nevski’deki sokak ressamlarından birinin ısrarını kıramayarak oturup poz verip karakalem portremi yaptırdım. Pek başarılı bir çalışma olmadı…

 

Biz muhteşem bale gösterisini izlemeye giderken, aniden şiddetli bir fırtına çıktı. Antrakta dışarıya baktığımızda kıyamet kopuyordu ve sanki gök delinmişcesine yağmur yağıyordu. Allah’tan aynen İstanbul’daki gibi çıktığımızda herşey bitmiş gitmişti, ortalık süt limandı…

 

Arkadaşımız sayesinde, otelimizin hemen karşısından metroya binmeyi ve Nevski’yi baştan başa yürümek yerine daha kolay rıhtıma ulaşmayı ve Moskova’dakinden daha şık St.Petersburg metrosunu kullanmayı öğrendik.

 

Bir akşam kendi kendimize jeton alırken bozuk paraları pek tanımadığımızdan “ne vermek lazım acaba?” diye aramızda konuşurken gişedeki kadın birden son derece düzgün bir telaffuz ve akıcı bir Türkçe’yle bize yardımcı oldu. Çok şaşırdık ve teşekkür ettik.

 

Ertesi gün yine aynı saatlerde metro istasyonuna gittiğimizde o kadını gördük ve sevindik. Ancak birgün evvel bizimle su gibi aksansız Türkçe konuşan gişe görevlisi kadın; kendisine hitap ettiğimizde bu defa bön bön baktı. Buna bir anlam veremezken başımızı çevirdiğimizde hemen yanıbaşımızda Rus güvenlik görevlileri olduğunu gördük!.. O anda Prof.Oktay Sinanoğlu’nun bir matematik kongresine davet edilerek gittiği Sovyet Rusya döneminde Moskova’da başına gelenleri hatırladım. Şehri yalnız dolaşmaya çıktığında tipinden Tatar, Kırgız, Özbek yani Türk kökenli olduğunu anladığı insanlarla Türkçe sohbet etmeye çalışması peşine KGB ajanlarını takmış!.. Sonra yıllar evvel bir Pazar gazetede yayınlanan tam sayfa röportajda eski Türkiye İşçi Partisi lideri sıkı komünist Mehmet Ali Aybar’ın “Sovyet Rusya’ya gittiğimde bir at arabasına insan koşulu olduğunu gördüğümde komünizme olan inancımı yitirdim!” sözlerini de anımsadım…

 

Hiç unutamadığım Rus gaddarlığına dair çarpıcı iki örnek daha var. Biri; Rus yetkililerin dünya ülkelerinin yardım taleplerini geri çevirerek batan denizaltıda yitirdikleri personelin ardından yapılan basın toplantısında; ölenlerden birinin yakınının çektiği acılar sonucu daha fazla kendini tutamayıp feryat etmesi üzerine arkadan yaklaşan biri tarafından kadıncağızın ensesine batırılan bir iğneyle herkesin ve bilhassa kameraların önünde bayıltılıp boş çuval gibi sürüklenerek salondan götürülmesiydi!.. Diğeri ise; 1980’li yılların sonunda Ermenistan’da meydana gelen şiddetli depremin yaralarını sarmak maksadıyla Charles Aznavour’un önderliğinde açılan kampanyayla toplanan 3,5 milyon Fransız Frankı’na Rus hükümetinin el koyması suretiyle Ermenilere santiminin bile gitmemesi!.. Paris’teki arkadaşlarımdan biliyorum. Hatta enkaz kaldırma çalışmaları bile uzun müddet yapılmamış…

 

Rusya güya cumhuriyet rejimine geçeli yıllar olmuş ama ne yazık ki halk halâ üzerindeki korkuyu ve baskıyı atamamış… Çok ağır travmalar yaşamış bir toplum! Bu açıkça görülüyor ne yazık ki…

St.Petersburg’da yapılacak en keyifli şeylerden biride kanallardaki tekne gezisi. Bizde bir akşam üstü katılıp püfür püfür dolandık denizden de bu güzel kenti.

Sondan bir evvelki gün ziyaret ettiğimiz St. Isaac Katedrali 1818-1858 yıllarında yapımında çalıştırılan 2000 tutsak ile mimar Auguste de Montferrand tarafından inşa edilmiş 102 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek 3. katedrali. Yapımında 300 bin ton ağırlığında 43 çeşit taş kullanılmış. Yine Rus arkadaşımız Sasha ile; hem katedralin içini, hem de müzesini geziyoruz. Sonra uzun ve dar merdivenlerden en tepeye kadar çıkıp katedralin üstünden kuş bakışı St.Petersburg’un harika manzarasını seyrediyor ve bol bol resim çekiyoruz.

Katedralin hemen yanında hoş bir park ve yine aynı mimar Montferrand tarafından yapılmış ortada muhteşem bir at üstünde asker heykeli olan katedralle aynı adı taşıyan St.İsaac Meydanı var. Meydanın bir köşesinde St.Petersburg’a gelen zenginlerin, ünlülerin, devlet başkanlarının falan kaldığı lüks Astoria oteli var.

St.Petersburg’daki ilk yemeğimizi bir Özbek lokantasında yemiştik. Daha sonra İtalyan, Çekoslavak ve Fransız mutfaklarından yemek ihtiyacımızı karşıladıktan sonra nihayet benim ısrarlı arayışlarım ve arkadaşımız Alexandre sayesinde çok sevdiğim Rus mutfağı yemeği ‘Kievski’ bulup yedik. “Eh artık ölsem de gam yemem!” dedim. Bu kadar yol gelip buralarda 15 gün kalıp da bir Rus yemeği yemeden gitseydim gözlerim açık gidecektim zira. Bir de son gün akşam üzeri Sasha bizi çok özel bir sufi mekanına bitki çayı içmeye götürdü. Oradan da büyük huzur ve keyif aldık. Dönmeden evvel, havyar bize pek ilginç gelmediğinden eşe dosta biberli votka aldık.

Dönüş biletimiz Pulkovo Havayolları ile St.Petersburg-İstanbul idi. Nihayet bildiğimiz uçaklara benzeyen bir şeyle yolculuk yapma imkânı bulduk. Buralara bir kere daha gelmek nasip olursa; “St.Petersburg’u tekrar görmenin ve kısa bir feribot yolculuğuyla gidilebilen Finlandiya’ya geçmenin yanında Riga ve Yalta’yı da programa dahil etmek lâzım” dedik…

Gezimiz boyunca hergün veya gün aşırı kuzinimizi veya annemi arayıp “Biz iyiyiz, merak etmeyin” diye bildirdik. Çünkü gitmeden evvel bu ülke hakkında mafyaydı, şuydu buydu bir dolu tuhaf hikaye dinlediğimizden evdekiler merakta kalmasın istedik.

Seyahat sonrasında, 2003 yılı ağustos ayı itibariyle; cep telefonuma gelen ‘500 milyonluk’ faturayla şoka girdim! Turkcell’e yaptığım itirazlar baştan yanıtsız kaldı. Sonra radyoda yayın esnasında konu edince hemen ses geldi. Lütfedip verdikleri açıklama şuydu; meğer Rusya’da yapılan bir görüşme -oranın telefon şebekesinden kaynaklanan bir durum dolayısıyla- 3 kere ücretlendiriliyormuş! Bu cevap akla ve mantığa son derece aykırı olmakla beraber yapacak bir şey olmadığından ister istemez kabul etmek ve haram ederek ödemek zorunda kaldım.

Size tavsiyem; eğer Rusya’ya gidecek olursanız bu hususu asla göz ardı etmeyiniz. Yoksa bir uçak bileti parası kadar ekstra telefon masrafınız olur. Benden söylemesi…

Şiyma Aksekili