Ağustos ortalarıydı sanırım… Kafama göre Vosvos’umla İstanbul içine doğru yola çıktım… Ne gittiğim yer belli idi, ne de gideceğim yer… Aksaray istikametinden Unkapanı istikametine doğru geliyordum yavaşca… Unkapanı köprüsü üzerine tam gelmişken, köprü girişinden önceki sağdaki girişten Eyüp istikametine doğru dönüverdim…

 

Oldum olası Haliç kıyıları ilgimi çekmiştir… Eskilerde bu kıyılar bir mezbelelikti… Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan zamanında çoğu mezbelelik kaldırıldı, kıyılar park haline getirildi semtlerin tarihsel dokusu korunarak…

 

Eskiden Cibali Tütün Fabrikası denilen yerin önünden az önce geçtim… Yolun sol tarafında kalmıştı… Fabrikanın yerini şimdi bir Üniversite almış, Özel Kadir Has Üniversitesi… Gözlerim boşuna bir öğle zamanı fabrika önünde hava almaya çıkan tütün işçilerini aradı ve bu sırada da bir türkü tutturmuştum kendimce, “Sarı dünyam tütün benim”i de mırıldanıyordum usulca…

 

 

Ben böyle tütün işçilerini düşüncelerimde ve mırıldanmalarımda arayıp dururken, Fener’e kadar geldiğimin farkına varamadım… UNESCO’nun Balat-Fener Projesi kapsamında bazı binaların onarılarak yenilenmesi haberini duymuştum çok önceleri… “Acaba Fener’in içindeki binalar yenilendi mi? Nasıl bir görünümleri var diye” merak ederek, Fener’in içlerine direksiyonumu kırıverdim yine aniden…

 

Gözlerime inanamadım… Çünki nereye geldiğimin şoku içindeydim… Bazı evler çok güzel onarılmış, bazı evler ise metruk bir halde duruyordu karşımda… Bu semt son yıllarda Güneydoğu’dan aldığı göçler nedeniyle oldukça kalabalıklaşmış ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait bu metruk evlerin hemen hepsine de bu Güneydoğu’dan göçle gelen aileler yerleşince, İstanbul’un tam göbek yerinde bir kaos yaşandığına şahit oldum… Hele bu semte göçle gelen ailelerin çok çocuklu olması, genellikle aile fertlerinin işsiz olması ve uyum sorunu dolayısıyla semtte bazı sorunlar da gözlenmekteydi, tarifi imkansız… Güneydoğu’da bir köyde miydim, yoksa İstanbul’un göbeğindeki Fener’de mi?

 

Oysa bir zamanlar bu semt “Zengin Rumların Semti” olarak anılıyormuş… Bizans dönemindeki adı Petrion’muş. Osmanlı döneminde ise kıyısındaki bir deniz fenerinden dolayı buradaki Rumlarca Fanaraki/Fanari diye anılıyormuş. Zamanla ismi Fener’e dönüşmüş. Bu küçük ama zengin birikimli semt, 1601 yılından itibaren Rum Ortodoks Patrikhanesi’ni barındırması dolayısıyla da kent içinde özel bir öneme sahip olmuş.

 

Bizans döneminde, büyük kiliseleriyle ünlenen bu bölge, İstanbul’un fethinden sonra da bu özelliğini korumuş. Fatih Sultan Mehmet Ege adalarından ve Yunanistan’ın bazı bölgelerinden çok sayıda Rum’u İstanbul’a getirtmiş. Yeni gelen Rumlar’ın yerleştirildiği semtlerin başında Fener geliyormuş. Bu yüzden Fener’in Rum Ortodoks nüfusu sürekli artmış ve bu kimliği yüzyıllar boyu sürmüş.

 

Şaşaalı tarihinde nice beylere, prenslere ev sahipliği yapan Fener, İstanbul’un fethinden sonra Ortodoks Rumlar’ın kültürel açıdan büyük serbesti içinde olduğu, hatta desteklendiği bir yermiş. Komşusu Balat’ın sosyolojik kimliği ne kadar Musevi ise Fener’in de bu anlamda kimliği o kadar Rum’muş. Üstelik sıradan değil, varlıklı ve entelektüel Rumların yaşantılarıyla oluşturdukları bir kimlikmiş bu…

 

Fener, Osmanlı döneminden başlayarak, 1950’li yıllara kadar geçen uzun sürede varlıklı Rumların yerleştiği semtlerden biri olmuş. Fenerli Rumlar’ın Osmanlı döneminde devletin çeşitli birimlerinde görev aldıkları biliniyormuş. Bu kişiler,’Fenerli Beyler’ olarak da adlandırılıyormuş. Bu kimliğiyle Fener, Osmanlı Devleti’nin dış dünya ile ticari ve kültürel ilişkilerinin adeta bir odağı gibiymiş.

 

Yani kısacası Bizans ve Osmanlı iç içe yaşamış, yüzyıllar boyu bu semtin her yerinde…  İşte böyle bir yerdi geldiğim Fener semti…

 

 

Patrikhane’nin yan yolundan yukarıya doğru arabamla yavaş yavaş çıkarken koro halinde söylenen bir ilahi işittim… Yaklaştıkça buradaki bir kiliseden göğe doğru yükselen sesler daha netleşiyordu… İçeride ayin vardı …

 

Arabamı müsait bir yere park edip, indim ve kiliseye doğru yürüdüm… Kapıda yaşlı, tonton bir kişi karşıladı beni… Daha sonra adını öğrendiğimde Yorgo Amca diyorlarmış o semtte ona… Herkesin yardımına koşarmış bu yaşlı haliyle bile… Onunla ayaküstü muhabbet ettim ve bana şunları anlattı Kilise hakkında…

 

“O’nun adı Maria Palalogia’ydı… Babasının ve annesinin biricik kızıydı o da… El bebek gül bebek büyütülmüştü o da diğer kız çocukları gibi… Bir dediği iki edilmeyen güzel bir çocukluğu geçti Maria’nın… İyi bir eğitim aldı, gelişti, serpildi, genç bir kız oluverdi… Eh kolay değildi, bir Bizans imparatorunun kızı olmak… 13. yüzyılda yaşamış Bizans İmparatoru 8. Michael Palaleagos’un kızıydı o…

 

O tarihlerde Bizans, Batı’dan gelen Haçlılar ve yağmacı soyguncular sebebiyle darmaduman edilmişti… 13. yüzyıla girildiğinde de eğitim ve kültürel açıdan bitmiş bir Bizans görüntüsü vardı.. Bu arada bir yandan da sürekli Doğu’dan Moğol saldırılarına maruz kalıyordu koskoca İmparatorluk…

 

Böyle bir zamanda İmparator kızı olmanın faturası genç ve güzel Maria’ya kesilmişti… Doğu’dan gelen saldırıları durdurmanın tek yolu Moğollarla dost ve akraba olmaktı… Genç ve güzel Maria yüzünü ömründe bir kere bile görmediği Moğol Hanı Abagu Han’la evlendirildi…

 

Uzun bir yolculuk sonrası Maria, Moğolların işgali altındaki İran’a gitti ve yerleşti… Orada 15 yıl boyunca Moğol Hanı Abagu Han’a büyük bir bağlılıkla yaşadı… Ancak mutsuz bir evlilik dönemi geçirdi… Kocası Abagu Han’ın katledilmesi üzerine Han’ın ağabeyisiyle evlendirileceğini öğrenen Maria, İstanbul’a geriye döndü… Ve buradaki bir manastırda inzivaya çekilerek bir Rahibe olarak hayatının geri kalan kısmına devam etti.

 

İstanbul’a dönünce Bizanslılar ona “Moğollar Meryemi” ya da “Moğolların Azize Maria’sı” adını verdiler… Ve inzivaya çekildiği kiliseye de “Hagia Maria Kilisesi” veya “Kanlı Kilise” adını verdiler…

 

Yıl 1453’e geldiğinde; 

 

Fatih Sultan Mehmet ve emrindeki Osmanlı askerleri, Bizans sınırlarına kadar dayanmıştı… İstanbul  kuşatma altındaydı… Fatih’in gözü Kasımpaşa sırtlarından Bizans’a bakarken “Moğollar Meryemi Kilisesi”ne ilişti… Yüzünde bir gülümseme belirdi…

 

29 Mayıs 1453 Salı günü Fatih’in ordusu Doğu Roma İmparatorluğu’nun 1125 yıllık başkenti olan Bizans’ın içine girmişti… Elbette tarihte cereyan eden olaylar, amaçlarına ve elde edilen sonuçlarına göre önem taşırlar… Bizans’ın fethi demek, “bir çağın kapanıp yeni bir çağın” açılması demekti…

 

Bizans alındıktan sonra Fatih Sultan Mehmet bir ferman yayınlayarak bir tek “Moğollar Meryemi Kilisesi”nin camiye çevrilmemesi ve halka açık kalması emrini verdi…  Fermanın kopyası kilise içinde, aslı ise Patrikhane’de ve Osmanlı arşivinde bulunuyor. Günümüze kadar ibadetin sürdüğü, İstanbul’un tek Rum Ortodoks kilisesi olarak bugünlere kadar geldi bu kilise.

 

Bu kilisede artık pek ayin yapılmıyor. Sadece 15 Ağustos’ta “Meryem’in göğe yükselmesi” için ibadet yapılıyor…

 

Hemen kolumdaki saatimin takvimine baktım… 15 Ağustos’u gösteriyordu… Ve ben bir tesadüf eseri o gün, “Meryem’in göğe yükselmesi” için ibadet edilen gün, “Moğolların Azize Mariası”nın önündeydim…

 

Kilisenin alt katında da bir ayazması var. İçinde de çok güzel taşınabilir mozaikler var, bazı parçalar da Patrikhane’de korunuyor. Bu kilisenin en güzel mozaiği Theodokos Pammakaristos’un „İsa’nın Kıvançlı Anası“ anlatan mozaiktir ve bu kilisedeki en değerli hazinedir.

 

Yorgo Amca’ya verdiği bilgiler için çok teşekkür ettim… Ardımda “Moğollar Meryemi“ Maria Palalogia’yı kendi halinde sessizliğine bırakarak oradan önce Balat’a ve oradan da Eyüp semtinde doğru tarih içinde gezinerek yavaşça ayrıldım…

Ertan Yurderi