Canım arkadaşım evleniyor benim… Uzun zamandır biliyorum evleneceğini, ona göre Türkiye planı yapıyorum. Ama yetişkin hayatın planlarla, programlarla gitmeyeceğini seneler önce öğrendim sanırım. Plan mı yapıyorsun? Hayat diyor ki “Ben sana bir sağ gösteririm, bir de sol vururum, o zaman anlarsın.” Ve planlar suya düşüyor. Yine yeni evim olan bu şehirde, eski evime, Türkiye’ye gidemeyeceğim diye sinir olurken, bana yakışır bir şekilde “Gidecem lan, ne olursa olsun” deyip valizimi sabah hazırlayıp öğlen uçuyorum. Emre’cim; öteki yarım, bu defa gelmiyor, ben yalnız uçuyorum yine İstanbul’a.

Uzun yolculuk yapan bilir, anlatsan bitmez, bir şekil memleketime iniyorum. Zaten Amsterdam’a inince memleketimden esintiler başlıyor. Amsterdam’ı Türkler istila etmiş, bu yüzden almıyorlar bizi Avrupa Birliği’ne.

 

İstanbul ve Benim İstanbul’um

İstanbul’ u anlatmakla bitmez. Şarkılar, ressamlar, şairler, romanlar, destanlar anlatamamış benim gibi amatör yazara kalmamış anlatmak. Ama ben benim İstanbul’ umu özlüyorum uzaklarda, küçük İstanbul’umu. 7 sene İstanbul’da hayatım 8-10 kilometrekarelik bir alanda geçti. Bunu uzaklara taşınınca daha iyi anladim. Etiler, Bebek, Beşiktaş, Beyoğlu, arada bir Kapalıçarşı, Eminönü vs derken benim İstanbul’un sınırları çizildi.

Anadolu tarafına toplasan 5 kere, ya da 10 kere geçtim desem valla yalan söylemem. Hele kendi başıma belki 1 ya da 2 defa geçmişimdir. O yüzden havaalanından çıkıştaki yerleri hızlı çekim geçiyorum zihnimde… Güneşli, benim İstanbul’um değil, E-6 hiç değil. Beşiktaş çıkışından çıkarken tanıdık yollar geliyor aklıma. 2019’un açıldığı yaz, 18-19 yaşımızda benim düdük kadar arabama tıkışıp sanayi mahallesine giderdik, sabaha kadar dans ederdik. Kaç sene olmuş. Hızlı geçiş… Park Orman… Köpeğim Apollon’u getirirdim hafta sonları. Hacı Osman yokuşundan ineceğiz boğaza kavuşacağım diye hevesleniyorum, ama Bahçeköy yoluna giriyoruz. Sarıyer’in yolunu kazmışlar, efendim oradan yol yokmuş. Eee… Misafir ya da bu durumda turist, umduğunu değil bulduğunu yermiş.

Ahh.. Memleketim, canım benim. Boğaz’a eve gelince kavuşuyorum. Bilerek gündüz inen uçağı seçtim. Bahçede oturuyorum, Boğaz havasını içime çekiyorum. Sonra telefonlar… Ferda’nın geleceğimden haberi yok, hissetmiştir belki ama ben bile bilmiyordum geleceğimi o yüzden Bekarlığa Veda gecesinde sürpriz yapacağım. Kızları arıyorum. Çok komiktir, kız arkadaşlarımın ismi “kızlar” olarak senelerdir ağzımda… Şimdi ise ne zaman düşünsem aklımda bir gülümseme yaratır. Planlar yapılıyor, telefon trafiği başlıyor. İşte benim İstanbul’um. İki dakikalık boğaz havası, kazılmış yollar, yol trafiği, telefon trafiği, kızlar ve son yıllarda İstanbul’a taşınan ailem. Çay içiyorum, beni bilen bilir hiç sevmem çay olayını. Ama Türkiye’de her fırsatta çay içerim dişlerim kamaşır… İki saat uyuyorum, sonra ver elini Asya tarafı, başkasının İstanbul’u.

Asya ve Başka İstanbul

Kardeşim, dedim ya… Ben bu karşı tarafı bilmem, bilenlerle de karşıda buluşmam. Bizim kızın bekarlığa veda partisi karşıda bir yerdeymiş. Kaan Abim ve eşi Zeynep karşıda yaşıyor, sormayın nerede diye, ben bilmem. Çok katlı bir apartmanda, güzelce bir semtte yaşıyorlar, bir kere gittim. Onlar beni kızlarla buluşacağım yere götürüyor. Kızlarla börekçide buluşuyoruz. Börekçi olunca cümbür cemaat börek yemeğe karar veriyoruz. Ben maratona hazırlanıyorum, ama bir yandan kilo alıyorum diye rejime girmişim. Ama börek olur da, rejim kalır mı? Börekleri yerken herkes rejimden konuşuyor. Efendim meşhur bir sosyetik rejim uzmanı varmış vs vs.. Ben afiyetle börek yiyorum. Valla 40 kilometre koşarım gene de böreğimi yerim kardeş, yemeğimden geri kalamam.

Efendim börekler yeniyor, hemen sonra partinin yapılacağı eve gidilecek. Güya olduğumuz yerden 2-3 dakika mesafede. Yemin ederim yarım saat arıyoruz, tarifte sözde “yeni bir çeşme” var. Çeşme meşme yok kardeş. Ev sahibini arıyoruz… “Şu sokaktayız” diyoruz, onlar sokağı bilmiyor. Kaan’ın da ofisi buradaymış, çok iyi biliyor buraları… Bir aşağı, bir yukarı emme basma tulumbanın Honda versiyonunda gidiyoruz. Sonunda bulduk, iğne deliğinde bir ev. “Valla gelen kaybolur, kimse bulamaz bu evi” diye her zamanki başkasının organizasyonunu beğenmez tavrımla iniyorum arabadan. Kaan’ın arkasına bir araba yanaşıyor, yol çıkmaz sokak, kavga çıkıyor. Sevmem dedim ya ben bu karşı tarafı.

Hızlı geçiş yine… Canım Ferda geliyor. Her gelene çiçek getirmiş, ne kadar ince. Neden arkadaşlarımı bu kadar sevdiğimi hatırlıyorum. Hep oradaymışım gibi kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bana özet geçiyorlar, başkasının evinde, benim olmayan İstanbul’da kızlar ve ben yine beraberiz. Ferda’nın gülünde şöyle diyor “dostun yanındaysa hiçbir yol uzun değildir”. Neden gittiğimi düşünüyorum ister istemez, neden İstanbulları, ana memleketim Mersinleri bıraktığımı, neden uzun yollara gittiğimi. Belki, hiç uzak olmayacağımı sanarak, hep şehirlerin benle olacaklarını düşünerek. Uzakları hatırlıyorum yine…


Maraton ve İstanbul

Ne alaka, kel alaka… İşte bu ikisi beraber olmaz kardeş. “Uluslararası Avrasya Maratonu” var evet. Herkes de bilir, ama ne koşan bilirim, ne bu maraton koşulurken seyrettim, ne de birgün koşmayı düşündüm. Oysa benim yeni dünyadaki küçük şehrimde en az 10-20 kişi sayarım size maraton koşmuş. Kaç yarış seyrettim, gönüllü oldum. Su verdim neden koştuğunu bilmeyen ve de neden koştuğunu çok iyi bilen insanlara… Yanyana koştum benden çok hızlı koşanlarla… Beraber 12 saat ormanda nokta aradık, kaslarımız eridi sevdiğim arkadaşlarımla…

Spor hayatımın yeniden parçası oldu benim yeni dünyamda. Türkiye’de de sporcu oldum çok gençken, hatırlamıyorum bile. Ama İstanbul ve aşk bende spor bırakmadı, pek aratmadı da. Yeni dünyamda spor bir meditasyon oldu bana, anlamadığım bir yer aldı hayatımda. Yeni dünyamda; bir elimde sigara, bir elimde şarap Nevizade’de kulak tırmalayan sesimle şarkı söylediğim akşamların yerine; sabah 5:15 hava karanlıkta, kanser vakfı yararına yatağından kalmış insanların yeni aydınlanan sabahları girdi. Sabah 5’te bilmem ne klüpten çıkıp yediğim Servet Abi dürümünün yerini, Powerjel’ler Powerade’ler aldı. Ben ne kadar “değişmedim” desem de, 5 sene uzaklar değiştirdi tabii ki beni de. Önceleri bu uzak dünya ve önün uzayli insanları bana garip, soğuk gelirdi. “Salak” der nice Türk bunlara… “Duygusuz, kendini düşünür” deriz onlara. Şimdi kendi İstanbul’um da oradaki düzenimi arıyorum. Garip geliyor, evimi, benimsediğim uzaylıları özlemek.

“Koşmam lazım” diyorum, giyiyorum ayakkabılarımı, iniyorum sahile. Hala jetlag var, biraz da İstanbul’a gelmiş olmanın tembelliği. Abartmıyorum, yulaflı kahvaltımı bile yanımda getirdim, uzaylı oldum ben de. Yağmur yağıyor, Memphis’in yağmuruna kıyasla hiçbir şey. Ayrıca maraton mu koşacaksın, alışacaksın yağmura. Ya yağmur yağarsa maratonda… Yok öyle ertelemek vesaire. Yağmur, çamur koşacaksın kardeş…

Başlangıç yerim Bebek. 14 mil koşmam lazım. 23 kilometre. Kafamda hesap yapıyorum hatırladığım İstanbul’u. Hisar 2-3 kilometre, sonra Ortaköy 6 km vs. Yani “bir tur gidip dönsem, köprüden köprüye olacak bu iş” diyorum. Koşmayan bilmez, ben de bilmezdim. Önceleri ilk kilometrelerde nefes kesilir, sonraları kaslar ağrır. Sonraları koşma tecrübesi arttıkça, boğazda kışın vapurda dışarı çıkıp içilen sigara gibi soğuk içinizi acıttığı gibi, bu acıdan garip bir hoşnutluk duyulur. Aman soğuk gitsin diye aceleyle sigarayı bitirmek istersiniz, sonra içeri girip içiniz ısınınca tekrar dışarı çıkmaz isterseniz. Koşmak da böyle bir his iste. Kendinize neden bu işkenceyi yaptığınızı bilmezsiniz, bir gün sonra yine işkenceye seve seve gidersiniz.

Kardeş dere tepe koştum… Bu arada bir köpek kovaladı, meğer memleketimin köpeği yürüyen insana alışmış, koşanı görünce “ulan bu birşey yaptı sanırım, ben bunu kovalayayım” diyor ve bayağı kovalıyor… Balıkçılar amatör ve profesyonel – ya da kendini öyle sananlar- Bebek’ten Arnavutköy’e kadar dizilmiş. Toplam 2 saat koştum. 4 koşucu gördüm. Tek koşan kadın bendim. Yürüyen yüzlerce kadın vardı, bana da garip garip “deli canım bu kız” diye bakıyorlardı. Umursamadım, taa Çırağan’a koştum, daha 7 km olmuş. 3 defa o mesafeyi gittim. Boğaz’da doya doya hızlı tur yapmış oldum. “Benim İstanbul’um bu işte” diyerek eski zamanları hatırladım. Çay içtiğim yer, kumpir yediğim yer, üzüntülü günümde bankta oturup uzaklara baktığım yer, Apollon’u götürdüğüm park, şıkır şıkır giyinip gittiğim klüp, trafikte salak salak oturup beklediğim ışık, nice binlerce anı.  

Arnavutköy’den Bebek’e giderken hayali bir köşe vardır. İki köprünün ortası gibi, balıkçılar anlaşmış gibi, hep tam bu noktada dizilir. Rüyalarıma girer burası. Balıkçılar sıra sıra dizilmiş, balıkçıların oltalarının hayali çizgisi… Kimbilir neyi düşünerek, neye sevinerek yüzlerce kez yürüdüm buradan.. Balık tutarak dertlerini suya atan insanların yanından yürürdüm. Türk insanının yüzündeki dingin mi, üzgün mü, sinirli mi bilinmez bilinçli ifadesi benimle fotoğraf gibi gelir heryere. Koşarak üstünden geçiyorum zihnimdeki köşenin… Yosunla karışık boğaz kokusu, Akdeniz değil, Marmara gibi kokusu… Kokusunu boğazın bastırdığı, alamadığım sadece hayal edebildiğim bahçelerdeki manolyaların kokusundan geçiyorum… Beşiktaş’a yaklaşırken içim ürperiyor, vapur sesleri martıların çığlığına karışmış… Duymadım bu sesi başka hiçbir kentte, zihnimde çok iyi hatırlasam bile, o anda duymak garip oluyor. Sevdiğiniz, ezbere bildiğiniz bir şarkıyı duyup sesini daha açmak istemek gibi, daha da hızla koşuyorum bu sese doğru… İçinden geçiyorum sesin… Her adımda koşarken aklımda belirdi izler; gözlerim mekanları, kulaklarım sesleri, aklıma anılarımı kazımış, bana sadece üzerinden koşmak kaldı.

Turist ve İstanbul  

Bebek’e döndüm. Buz gibi su aldım içiyorum. Memleketlim canım benim. “Han’fendi incir almaz mısınız?”. Bebek’teki kazıkçı bakkal amca. Daha doğrusu Bebek otelin yanındaki manava biz böyle derdik. İncir bizim Memphis’te pek yetişirmiş. Ama ben 5 senede bir defa buldum, onu da aldığımda kasiyer kızcağız, “bu nasıl yenir” diye sormuştu. İnciri yedim, aman ne güzel. “Ne kadar” dedim, “8 milyon abla kilosu” dedi… 8 milyon kilosu, pound’u 4 milyon, o da 3 dolar gibi eder. Ehh ucuzmuş canım. 1 kilo aldım, üzüm de aldım, bir de kayısı. Soğuk suyum hala elimde “abla soğuk su spordan sonra ülser yaparmış” dedi bir ses. Sese doğru döndüm, sesin kaynağı yandaki apartmanın kapısında bekleyen korumaymış. “Teşekkür ederim ama ben alışığım” dedim. Israrla “Ama çok zararlı han’fendi yapmayın allahaşkına” dedi bizimki. Dayanamayıp “ben 23 kilometre koştum, soğuk su daha çabuk vücut ısısını düşüyor” dedim. “ Ne? 23 kilometre mi? Aman han’fendi bırakın elinizdekileri çocuk taşısın, oturun biraz” diye muhabbetler başladı. Hemen kaçtım. Nerdesiniz, Avrasya maratoncuları? Maraton İstanbul’da ama koşan da yok, koşanı deli sanmayan da. Ben de uzaylı olmuşum. Her mekanın bir kültürü var, İstanbul’da maraton olmaz, koşan da olmaz, ben olsam ben de koşmam, en azından şimdilik. Şeytan dedi, git Bebek kahveye, yak bir sigara eski günlerdeki gibi… Uymadım şeytana.

Turist olmuşum ben turist, kendi memleketimde… Elimde incirler, meyveler, ekmek, süt, peynir… Daha saat 9:00, 23 kilometre koşum bitmiş, eve gidiyorum. Annem uyanmış, “Ayy fıstık hanım koştun mu? Aaaa, meyve mi aldın?” diyor. Ailecek meyveye düşkünüz. Maceramı ve aldığım güzel meyveleri anlatıyorum. Ve paketler açılıyor… “Kız, bu ne?” diye çığlık atıyor annem. “Bunlar olmamış ki”… Oysa ben yeni dünyamın standartlarında en iyi meyveleri aldım. Hem de ucuza… Olur mu ya, çok güzel onlar. Onlar benim meyvelerim. 8 milyon verdiğimi duyunca daha da bir patırtı kopuyor. “Kazıklamışlar kızım seni” lafları arasında, “Sen burada yaşamıyorsun tabii, olur böyle boşver” lafları dolaşıyor. Ben İstanbul’un fatihi… Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Istanbul’da en çok hak iddia edenlerin başındaki kişi… Çok bozuluyorum bu laflara. Turist olmuşum ve turist muamelesi görüyorum. Yazık…


Canlarım ve İstanbul

Çok ilginçtir, uzaklara taşındığımdan beri hep eskilerin rüyasını görür oldum. Çooook eski arkadaşlarımı, yaşadığım evleri, alakasız Türkiye mekanları gördüm hep. Türkiye’deyken ne rüya görürdüm hatırlamıyorum ama Amerika’da hep eskileri, Türkiye’deki arkadaşlarımı, eski evlerimi, ailemi, çocukluğumu görüyorum. Sabahları bazen bilmediğim bir nedenle canım acıyarak uyanıyorum, canlarımı özlüyorum.

Amerika’da yüzlerce arkadaşım var. Eskiden olsa arkadaşım demezdim. Yani Türkiye kriterlerinde “takıldıkların” kategorisine girer bu insanlar. Amerikalılar garip dedim ya… Aslında adamlar garip değil, biz değişiğiz biz. Onlar öyle görmüş, öyle yetişmiş. Biz Türkler başka yetişmişiz. Onlar da bizi garip görürler, anlamaya çalışırlar. Sabah kahvaltısında zeytin yediğinizi duyunca, kibarca “Oh ! really.. That’s interesting” derler (‘aa öyle mi, ne kadar ilginç’). Önceleri bunu biz Türkler iltifat sanar. Ancak bu sizi uzaylıgiller kategorisine koyar. Aslında bu lafın Türkçe meali “yaw, sabah sabah zeytin yenir mi, iğrenç birşey” demektir. Yüzlerce insan size Amerika’da günaydın der, ama hiçbiri Türk bir arkadaşınızın size hatır sormasına kıyas olamaz. Önceleri sanırdım ki, ben buralı değilim, çok gençken gelmedim, o yüzden arkadaşım olamaz. Benim arkadaşlarım belirli artık, “kızlar” benim arkadaşım, o yüzden kimseyi benimsemiyorum sanırdım. Meğerse Amerikalılara bakınca değil, onları tanıyınca onlarda canciğer arkadaşlık müessesesi olmadığını anladım. Türklerle evli Amerikalılar en güzel anlatır bunu, biraz hayranlık biraz sıkılganlıkla. Bu yabancı gelinler, damatlar, hem eşlerinin hayatında hep yanında olan arkadaşları olmasından gurur duyarlar, kendilerinin böyle arkadaşları olmadığından eşlerine imrenirler, aynı zamanda sonradan sonraya bu samimiyetten biraz sıkılırlar… Eşlerinin arkadaşlarının, eşlerinin donlarının rengini bile bilmesinden şüphelenirler, çoğunlukla da haklılardır.

Arkadaşlarımı, canlarımı özlüyorum ben de… Ama ahh, bu İstanbul… Rüyalarda güzel de, içine girince öyle olmuyor işte. Çok az arkadaşımı görebiliyorum. Hemen hemen hepsiyle telefonda konuşuyorum ancak herkes koşturma içinde, zar zor buluşabiliyoruz. Varsın, olsun. Telefonda yakında olduğunu bilip konuşmak da güzel. Buluştuğum canlarımla kurcalıyoruz İstanbul’u. İçli köfte yemek istiyorum… Aziz hemen Avrupai buluşma yerlerini bertaraf ediyor. O da daha yeni döndü İstanbul’a, memleketimin lezzetlerine doyamadı sanırım. Yüzevler’e gidiyoruz geç bir saatte. Emin, Aziz ve ben… Adana, Mersin ahalisinin çoğu burada. Yemekler güzel. O gün milli maç varmış çocuklar beni kırmıyorlar içli köfteleri götürüyoruz. Sanırım Aziz bir ara çok yediğime dair bir yorum yapıyor, hemen bunu bertaraf ediyoruz. Nar ekşili salata, tulum peyniri, fırından yeni çıkmış pide, naneli bir salata… Hepsi pek güzel. Evlilikten, işten, benden, onlardan konuşuyoruz. Yeni dünyayı mekan etmişlerdi onlar da zamanında, pek mutlular şimdi memleketimde. Ama ben nasıl dönerim, dönemem ben. İşim, güzel evim, arkadaşlarım var artık uzaklarda… Canım ikiye bölünmüş benim. Ne oralıyım, ne buralı…

 

Elveda Yine İstanbul…

Geri dönüş seyahatinin 3 gün öncesi bende bir gariplik başlar. Sanki ölecem de yaşadıklarım benle kalacak gibi, ne olur ne olmaz aramam gereken herkesi arar, yapmam gereken herşeyi yapar, ve yemek hayatımın önemli bir parçası olduğundan yemem gerektiğini düşündüğüm herşeyi yerim. Sabah 3’te havaalanında olmam lazım. Geç yemek yiyoruz, geçlere kadar sohbet ediyoruz. Ben tatildeyim, herkes için daha haftabaşı. Sabah ben giderken onların gözlerine dikenler batacak. İstanbul’da hep uykusuz kaldığımı hatırlıyorum. Hep günler yetmezdi, uzatmaları oynardım günlerle, sonraki gün karper peynirimle simidimi yerken hep gözlerim yanardı. Şimdi yine gözlerim yanıyor, saat 1:00 olmuş, gece 8’de yatıp sabah 5’te uyanmalarıma kıyasla ayakta durduğum rekor sayılır.

Herkes uyudu, ben uyumuyorum. Son kez hergün doya doya baktığım boğaza bir daha gece bakıyorum. Ne hayallerde kaldığını, kimlerin kalbini kırdığını, kimlerin burada mutluluk bulduğunu düşünüyorum. Gurbet garip bir his. Hep “gurbetçiler” anlatır, “memleket hasreti” diye. Ben öyle çok özlemli, hasretli bir tip değilimdir. Peki nedir bende bu ikiye bölünmüşlük, nedendir içim hep burulur bu yerden giderken. Şu bilmediğim karşı kıyıya sadece 5 kere geçmişimdir de, 100 kere bakmıştımdır cevaplar ararken. Yine başka hislerle, “düşündüğüm” koltukta oturuyorum. Neler düşündüm o koltukta, ne saçma şeyler, simdi gülüp geçtiğim, o zamanlar kalbimi acıtan sevgiler… Para sıkıntıları, iş kararları, evlilik kararları, gitme kararları, gelme kararları, sevme sevmeme kararları, aile sorumlulukları, hayat ve ben. Nicedir, yıllar sonra anladım, kendimle ne kadar çok konuştuğumu bu koltuktan uzaklara bakarak. Şimdi birşey aramıyorum, cevap aramıyorum. Sadece o koltuktan bu şehre bakıyorum. İçime sığdıramadığım, imparatorların peşinden koştuğu, o kazan benim kepçe olduğum, açılan kafelerine, meyhanelerine yetişemediğim, en güzel gençliğimin, beni ben yapan çoğu hatırayı bana yaşatan şehre bakıyorum. Bir resme bakıp, öyle kalmak gibi. Önünden kalkıp gidememek gibi. Bu defa biraz daha ait olmadan, içine girmeden, turist gibi ziyaret ettiğim şehre canım arkadaşlarımı, ailemi, anılarımı, sevgimi tekrar dönüp almak üzere emanet ediyorum.

Konuk Yazar