1. BÖLÜM: BANGKOK

Çin’in başkenti Pekin’den Tayland’ın başkenti Bangkok’a yaklaşık 5 saatlik bir uçak yolculuğu sonrasında vardım. Tayland Havayolları’ndaki “Kraliyet Orkideleri (Royal Orkids)” şık kostümleri ve kibar tavırlarıyla yolcuları rahat ettirmek için ellerinden geleni yaptılar. Çin Havayolları’nın aksine, müslüman ve vejeteryan yolcular için lezzetli yemeklerin sunulması da cabası!

Tur paket programı gereğince, havaalanından özel araçla otelime bırakıldıktan sonra, odama yerleştim. Hey hat! Çin’den aldığım “uluslararası” telefon kartım, Tayland’da bir işe yaramıyordu! Turcell hattım da, sim kartı cep telefonumun dışında uzun süre kaldığı için bozulmuş. Neyse ki saat 21.30 sularında, Çin Uluslararası Radyosu’ndaki Taylandlı dostum Prof. Vipha Uthamachant’ın oğlu Piriya, kaldığım oteli bildiğinden, bana telefonla ulaştı.

Ertesi Sabah 10.00’da Piriya’nın ayarladığı İngilizce bilen Taylandlı rehberim beni deri koltuklu bir limuzinle otelden aldı. Akşam yemeği için Piriya ve kız arkadaşı ile buluşuncaya dek, kenti gezmek için yaklaşık 8 saatimiz vardı. Telefonda bu Bangkok turu için ödemeyi kararlaştırdığım 50 USD’yi bir zarfla çantama koyup hazırlamıştım.  (Uçak kente hava karardıktan sonra vardığından ve yoğun bir yağış olduğundan, dün gözlemleyemediğim kenti, şimdi güzel ve güneşli bir havada görmek ve gezmek büyük şanstı…)

Kentin bütün ana caddelerinde Kraliçe SİRİKİT’in dev posterleri yer alıyordu. Niçin kraldan çok kraliçenin resimlerinin kentin dört bir yanında bulunduğunu sorunca, rehberim, kraliçenin doğumgünü olduğunu söyledi. Kral PUMİPON’un doğumgünü aralıktaymış; o zaman da kent onun büyük boy resimleriyle donatılacakmış. (Kraliçe, bir dahaki doğumgününde askeri darbe olacağını ne bilsin!)

Kutsal, temizdir

Bangkok’taki ilk turistik durağımız, “Altın Buda”ydı. Som altından yapılmış Buda heykelinin bulunduğu bölüm dahil birkaç küçük odadan ve bahçeden oluşan tapınakta, kutsal sayılan bölümlere girmeden mutlaka ayakkabılarınızı çıkarmanız gerekiyor.

Bazı ziyaretçiler heykelin önünde sessiz ve saygılı bir ifadeyle dua ederken, turistler de onları rahatsız etmemeye çalışarak, fotoğraf çekiyor ve çektiriyordu. Ben de aynını yaptım.

Bahçedeki Buda ve 7 Başlı Yılan heykelinin bulunduğu bölümde de yere diz çöküp avuçlarını önlerinde göğüs hizasında bitiştirerek  (“Gasho” durumunda) dua eden bir kadın dikkatimi çekti. O da terliklerini avlu dışında çıkarmıştı.

Dünyanın neresinde olursa olsun, huşu içerisinde dua etmek ve dua edenleri seyretmek, insana huzur veriyor…

Sırası gelmişken Tayland’taki geleneksel tuvaletlerden de söz etmek isterim. Zira, lüks ve yeni binalar dışında her yerde aynı tarz tuvaletler var. Bizdeki alaturka tuvaletlerin, biraz daha yüksekçesini düşünün. Taharet musluğu olmasa da içinde temiz bir su bulunan büyük bir varil ve suyu dökmek için saplı bir tas ve bir kalıp sabun hemen bütün tuvaletlerde bulunuyor. En önemlisi de tuvaletlerin kapısı var! (Zira Çin’de kapısı, hatta duvarı bulunmayan, susuz, sabunsuz ve pis tuvaletlerden sonra, bu tuvaletler bana oldukça temiz ve rahat geldi.)

Altın Buda Tapınağı’ndan ayrıldıktan sonra, “Grand Palas” (Büyük Saray) ve “Sleeping Buda” (Uyuyan Buda)’nın bulunduğu semte giderken, Çin Mahallesi’nin içinden geçtik. Dorusu o sıralar yaklaşık 9 aydır Çin’de yaşıyor olduğumdan, burası hiç ilgimi çekmedi. Zira, burasının bir büyük bir Çin kentindeki, kalabalık mahallelerden pek farkı yoktu…

Rehberim, Bangkok’un en tanınmış, en güzel ve görkemli turistik yerlerinden biri olan eski kraliyet sarayına (Grand Palas) varmadan önce, beni bazı konularda bilgilendirdi: Girişte, İngilizce, Almanca, Fransızca, Çince, Japonca gibi dillerden birini bilen paralı rehberlerden biriyle anlaşabilirmişim. Ya da çeşitli dillerdeki broşür ve haritalar yardımıyla sarayı gezebilirmişim. Ha, bir de yanıma hırka almakla iyi etmişim; çünkü, bu saraya kadınlar ve erkekler şortla ve kolsuz blüzle giremezmiş. Girişte turnikelere kadar olan bölümde çeşitli turistik eşyalar satan şık mağazalar vardı. Kendime, bir harita ve broşür alıp, giriş ücretini ödeyip, biletimi alıp, turnikelerden geçtim.

Hoş bir rastlantı

Grand Palas, beni düş kırıklığına uğratmayacak ölçüde, egzotik, güzel, görkemli ve temizdi. Nereye bakacağımı, bu oldukça geniş, sayısız yapı, heykel ve resimlerle süslü sarayı gezmeye nereden başlayacağımı şaşırdım önce. İnsanları gözlemleyip, haritaya göz atıp, kendime bir rota çizdim. Dikkat çekici ve ayırıcı özellikler taşıyan yapılar sayesinde yönümü ve yolumu yitirmeyeceğimi umuyordum. Ancak, omuzumda ağırca bir çanta ve elimde kitapçık ve harita bulunurken, bir yandan görülmeye değer hiçbir şeyi kaçırmamaya uğraşmak, diğer yandan fotoğraf çekmek ve fotoğrafımın çekilmesini turistlere rica etmek, sıcakta hırka giymekten ötürü hissetiğim sıkıntıyı daha arttırdı.

İçimden, keşke yanımda birkaç arkadaşım olsaydı, o zaman birbirimizin fotoğraflarını da çekerdik diye düşünürken, iki genç adamın yüksek sesle Türkçe konuşarak yanımdan geçtikmekte olduklarını farkettim ve hemen onlara “Aa! Siz de Türksünüz” dedim. Onlar da sevinçli ve sıcak bir sesle karşılık verdiler: “Evet, her halde siz de…” Çabucak, birbirimize kendimizi tanıttık. Bu pırıl pırıl iki Türk genci Burak (28) ve Serkan (30)*, eğitim için gittikleri Avustralya’da tanışmışlar. İstanbullu Burak bir yandan lisansüstü eğitimini sürdürürken, diğer yandan fast food lokantasında ara zamanlı (part time) çalışıyormuş. İzmirli Serkan da İngilizcesini ilerletmek için Avustralya’ya gitmiş ve Burak’la aynı lokantada çalışıyormuş. Avusturalya’da yaşam çok pahalıymış ama, lokantadan kazandıklarıyla yılda bir iki kez böyle tatil yapabiliyorlarmış. Yaklaşık bir hafta önce Singapur’a gelmişler, oradan Bangkok’a geçmişler, yaklaşık 5 gündür Bangkok’talarmış ve bu akşam da Pukhet Adası’na uçacaklarmış. Benim de yarın sabah erkenden Ko Samui Adası’na uçacağımı öğrenince, Bangkok’da daha uzun kalamayacağım için  benim adıma üzüldüler. Onlar, kaldıkları oteldeki resepsiyon görevlisinin ve turizm bürosunun önerileri doğrultusunda birkaç turistik yeri gezip, fil safarisine katılmışlar. Fil safarisini hararetle önerdiler. Ama, benim vaktim yoktu. Yine de kendimi şanslı sayıyordum. Çünkü, bir gün içinde, onların birkaç günde gezdiği, gördüğü yerleri, limuzin kullanan, İngilizce bilen, güleryüzlü, Taylandlı bir rehberle gezme olanağı bulmuştum.

Yaklaşık bir buçuk saat boyunca, birlikte sarayı gezip, birbirimizin fotoğraflarını çekmeyi sürdürdük.

Saraya ilişkin yazabileceğim başlıca hoşluklardan aklımda kalanlar şunlar:

Her yerin son derece temiz olması, bahçe yollarında ayakkabıyla dolaşırken, zemini pırıl pırıl parlayan tüm yapılara ve avlulara yalın ayak girmemiz; yapıları süsleyen rengarenk taşların ve süs malzemelerinin arasında gerçek yakut, zümrüt ve som altın bulunması; bazı bölümlerde ruhu dinlendiren müziklerin kulağa gelmesi; özel biçimde budanmış  bitkiler ve ağaçlar, bütünüyle yeşim taşından yapılmış buda heykeli… (Çin’de yaşadığım düş kırıklıklarından sonra, burada gerçekten, tarihsel, kültürel ve estetik değer taşıyan yapılar, heykeller, duvar resimleri, tapınaklar, bahçeler görmek, beni son derece keyiflendirdi.)

Grand Palas’ta gezilmeye, görülmeye değer her yeri gördüğümüze kanaat getirdikten sonra, girdiğim kapıdan dışarı çıktık. Onlar, akşam üzeri otele gidip eşyalarını toplayıp, uçağa yetişmek için birkaç saatleri daha olduğunu, ama daha önce Kumsal (The Beach) filminde gördükleri dev “Uyuyan Buda” (Sleeping Budha) heykelini mutlaka görmek istediklerini, ama bu heykelin yerini bir türlü bulamadıklarını anlattılar. Onlara, benim rehberimin yardımcı olabileceğini ve oraya birlikte gitmemizi önerdim. Sevinçle kabul ettiler. Zaten rehberim de öğlen yemeğinden önce, beni oraya götürmeyi planlıyormuş. Arabada çene çalmaya devam ettik. Yakınlardaki Uyuyan Buda’nın bulunduğu tapınağın büyük bahçesi içinde birde ilkokul varmış. Okul formaları altına giydikleri bembeyaz çoraplarıyla, herhangi bir yaygı bulunmayan zemini pırıl pırıl parlayan okulda, kah oturarak, kah yüzükoyun yatarak ders çalışan, kitap okuyan çocukları sevgi ve hayranlıkla seyrettim. Fotoğraflarını çekmek isteyince, utandılar; ısrarlı ve güleryüzlü tavrımla birkaçını bana modellik yapmaya ikna ettim. Onlara poz verirken “Gülümseyin” dememe gerek yoktu. Zaten bu ülkede insanların neredeyse tamamı gülüyor ve olumlu enerji saçıyorlardı bana göre… İki Türk arkadaşım da beni bir Konfüçyus heykelinin yanıbaşında görüntülemeyi uygun buldular.

Uyuyan Buda heykeli kapalı bir yerde bulunuyormuş meğer. Girişte uzun bir kuyruk var. Ayakkabılarını çıkarıp, başında bir görevlilin bulunduğu tahta raflara koyanlar, sıraya giriyorlar. Heykelin çevresini tavaf edercesine yönlendirilen dikdörtgen koridordan belli bir hızla geçmek ve resim çekip, çektirirken, çabuk olmak zorundasınız. Ben de heykelin baş, gövde ve ayakucu kısımlarında bol bol fotoğraf çekip çektirdim.

Ayaklarım yok oldu!

Rehberimin ve yeni arkadaşlarımın önerisiyle, öğlen yemeği ve dinlenme molası için işportacıların, lokantaların, mini mağazaların ve masaj merkezlerinin bulunduğu kentin en işlek caddelerinden birine gittik. Burası hem Grand Palas’a hem de Serkan ile Burak’ın kaldığı otele yakınmış. Rehberim, öğlen yemeğinde bize katılmayacağını, arabasını biraz ileriye park edip, saat 14.30 gibi bizi arabada bekleyeceğini bildirdi. Biz üç Türk, uzun süre yurtdışında bulunmanın verdiği deneyimle, hızlı, güvenilir, ucuz ve doyucu bir öğlen yemeği için en uygun yerin KFC ya da Mc Donalds olacağına kanaat getirdik. (Türkiye’de yılda en çok bir kez gittiğim bu tür fast food restorantları, ne yazık ki; Çin’de geçirdiğim aylar ve deneyimlerden sonra, ayda birkaç kez gittiğim yerler haline gelmişti. Hem zaten akşam yemeğinde Çin’den arkadaşım Vipha’nın oğlu Piriya ile buluşup, geleneksel Tay yemekleri yiyecektim.)

Öğlen yemeğimiz de sohbetle geçti. Birbirimize elmek (email) adreslerimizi verdik. Onlar bana Pukhet Adası’ndaki deneyimlerini yazacaktı; ben de onlara Koh Samui’de yaşadıklarımı…

Yemekten sonra, bana hararetle masaj yaptırmamı önerdikleri yerin önünde vedalaştık. Alt katı lokanta, üstteki 2 katı masaj merkezi olan bu yer; Serkan’ın söylediğine göre çok nezih ve temizmiş. Masaj çeşitlerinin, sürelerinin ve fiyatlarının yazdığı listeye göz attım. Rehberimle buluşmak için yaklaşık 40 dakikam vardı. 120 Baht ödeyerek, yarım saat süren ayak masajı yaptırmak istediğimi söyledim. Genç bir kadın ayakkabılarımı çıkarmamı söyledi, bir üst kattaki çeşmede ayaklarımı sabunla yıkadı. Sonra yerde büyükçe minderlerin ve perdelerle ayrılmış bölmelerin bulunduğu, kapalı ve serince bir salona geçtik. Üzerimdeki pantalonu çıkarıp, bana verdikleri rahat ve geniş şortu giydim. Mindere uzanıp, sadece ayaklarımı değil, kendimi masajcımın ellerine emanet ettim. Ayaklarımı kremleyen, zaman zaman elleri ve parmaklarıyla, zaman zaman ucu sivri tahta çubukları kullanarak ayaklarıma kusursuz bir masaj yapan kadının işinin ustası olduğunu söylememe gerek yok. Pudralanmış ayaklarımı, ayakkabımın içine yerleştirirken, tanımlanması olanaksız, hoş bir duyguya kapıldım. Ayaklarım tüy gibi hafiflemişti sözü az kalır; ayaklarım sanki yok olmuştu ve ben uçarak yürüyordum…

Büyük Kanal Turu

Tayland’a gelmeden önce, internet aracılığıyla edindiğim bilgilerden, Bangkok yakınlarında, kanallar üzerinde bir pazar yerinin kurulduğunu öğrenmiştim. Ancak, rehberim, pazarın kurulduğu yere gitmenin çok zaman alacağını ve yorucu olacağını belirterek, bana özel ve geleneksel teknelerle yapılan kanal turunu önerdi. Yaptığım uzun pazarlıklardan ve rehberimin de bana göz kırparak verdiği “fiyat uygun” işaretinden sonra 700 Baht’a Büyük Kanal Turu yapmaya karar verdim. Bir saat süren tur boyunca, yüze yakın fotoğraf çekmişim. Tabii sonradan bunların yarısını sildim, çünkü hareket halinde bir tekneden resim çekerken, hız arttığında istediğiniz kareyi ve netliği elde etmek güç olabiliyor.

Kanallar ve kanallardaki evler ayrı bir dünya. Öncelikle dikkatimi çeken, her evin balkon, avlu ya da bahçesinde yer alan, bazılarının önünde minik Buda heykelcikleri, yanan tütsüler bulunan ve  bizdeki güvercin evlerine benzer minyatür tapınaklardı…. Evler ve bu mini tapınaklar oldukça süslüydü. Hemen hepsinde Tayland bayrağının asılı olması da ilginç bir ayrıntı. Bazıları villa tarzında ve son derece lüks, bazıları lüks olmamasına karşın oldukça sevimli, bazıları da derme çatma gecekonduları andıran bu evler arasında ulaşım kayık, sandal, motor gibi teknelerle sağlanıyordu. Hemen her evin önünde bu işe yaradığı bilinen irili ufaklı tekneler bulunuyordu. Yaklaşık bir saat boyunca değişik insan manzaralarıyla karşılaştım ve bunların bir kısmını fotoğraf kareleriyle ya da belleğime kaydederek ölümsüzleştirdim: Örneğin; evin önündeki iskele gibi bölümde çıplak oğlan çocuğunu hortumla yıkayan bir kadın… Tıkanan kanalizasyonu evin altına dalarak onarmaya çalışan ve kayıkta ona yardım eden genç adamlar… Teknesine doldurduğu el yapımı turistik eşyaları ve tropikal meyveleri turistlere satmaya çalışan yaşlı kadın… Suyun üzerindeki uzun ve patlak bir su borusunu onarmaya çalışan ve bir yandan da el sallayıp, gülümseyerek bana poz veren görevliler…

Tekneden inip, arabaya bindiğimde, bir dahaki uğrak yerimiz Gems Mücevher Galerisi’nin Türkçe (!) broşürüne göz attım. Bu biraz eskimiş Türkçe broşürü kısa sürede bulup, bana ileten rehberimin zeka ve becerikliliğini ve Türkçe broşür bastıran bu kuruluşu takdir ettim doğrusu. Rehberime, mücevher ve takıya çok düşkün olmadığımı, bir şey alacağımı sanmadığımı, yine de dünyanın en büyük mücevher mağazası ve fabrikası sayılan bu yeri görmek istediğimi belirttim. Fabrikanın bahçesi ve park yerleri onlarca araç ve turist otobüsüyle doluydu. Bir turist kafilesiyle birlikte önce taşların ve mücevherlerin elle işlendiği atölye bölümünden geçtik. Ardından, göz kamaştırıcı ve çok değişik çeşitlerde mücevher ve takıların bulunduğu; yabancı dil bilen, bir örnek giyinmiş yüzlerce satış elemanının görev yaptığı mağaza bölümüne geldik. Benimle bire bir genç bir kadın ilgilendi. Tayland’ta safir ve yakut en tanınmış ve en çok bulunan taşlar olmasına karşın, ben ametistten bir gümüş set (küpe, kolye, yüzük) ve bir çift beyaz altın küpeyi 260 Amerikan Doları’na aldım. Takılarla birlikte garanti belgesi ve fatura vermeyi ihmal etmediler. Yüzüğü de hemen parmağıma göre daralttılar. Galeri’yi eşleriyle gezen Batılı turistlerin benim yaptığımın neredeyse 5 – 10 misli alışveriş yaptığını belirtmeme gerek yok sanırım.

Papaya salatası

Mağazadan çıktığımızda, 18.00 sularıydı ve akşam yemeğine davetli olduğum lokantaya doğru yola koyulduk. Zarfın içinde akşamdan hazırlamış olduğum 50 doları rehberime teşekkür ederek verdim, o da teşekkürle kabul etti. Yaklaşık 20 dakika sonra bahçe içinde, dışı ve içi açık yeşile boyanmış tek katlı uzunca bir yapıdan oluşan lokantaya vardık. Pencereden dışarıya bakan ve Piriya olduğunu tahmin ettiğim Çinliye benzeyen genç adam, ben arabadan inerken hemen yanıma geldi. El sıkıştık, rehberimle vedalaştım. Lokantada, adının Nathaporn olduğunu öğrendiğim Piriya’nın yirmili yaşlardaki kız arkadaşıyla da tanıştım. Yemek siparişini tamamen yeni arkadaşlarıma bıraktım. Yalnız, onlara müslüman olduğumu, domuz eti ve yağı bulunan şeyler yiyemeyeceğimi belirttim. Genç ve güler yüzlü Piriya ve Nathaporn ile sanki birbirini yıllardır görmemiş eski dostlar ya da akrabalar gibi koyu bir sohbete koyulduk. Ben onlara Çin’e niye ve nasıl gittiğimden, Prof. Vipha ve eşi ile nasıl tanıştığımdan, Tayland’a gelişimden söz ettim. Piriya ve çocukluk arkadaşı Nathaporn’un aileleri birkaç nesil önce Çin’den Tayland’a göç etmişler. Piriya’nın anne ve babasınan daha çok Çinliye benzemesinin sırrı böylece çözüldü. 30 yaşında olmasına karşın 26 yaşında gibi görünen, bu kibar, uzun boylu ve güleryüzlü genç adam, yüksek lisans mezunuymuş ve büyük bir şirkette yönetici olarak çalışıyormuş. Çocukluk arkadaşı olan Nathaporn ise 27 yaşındaymış ve Piriya’nın annesi Prof. Vipha’nın üniversitede öğrencisiymiş. O da lisanüstü eğitimini tamamlamış ve yabancı bir sigorta şirketinde çalışıyormuş. Ayrıca nişanlıymış, ama Piriya ile değil. Piriya ile kardeş gibilermiş.

“Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” denir; ama ben yazımda, damak zevkime çok uygun olan geleneksel Tay yemeklerinden (Çin’e döndükten sonra bile keşfettiğim harika bir Tayland Lokantası’na 3 kez gittim) söz etmeden geçemeyeceğim.

O akşam soframızda özel hasırdan örülmüş çukur ve kapaklı kaplarında sunulan iki tür yapışkan pirinç vardı. Normal olan, yemekte ekmek işlevi görüyor bir bakıma; şekerli olan da hem acıdan yanan ağzınızı biraz rahatlatmak için hem de tatlı eşliğinde yeniyor. Tayland’ın meşhur papaya salatası o kadar hoşuma gitti ki, daha sonra yemek yediğim yerlerde de bundan ısmarladım sürekli. İçinde zencefil parçaları bulunan karidesli acılı ve ekşili çorba nefisti. Buharda piştiğini tahmin ettiğim büyük kanal balığı, küçük doğranmış acı yeşil biber, soğan, minik üçgenler şeklinde doğranmış turunç, kavrulmuş ve dövülmüş yer fıstığı, yeşil hardal ve tatlımsı kırmızı bir sosla ve de yeşil taze yapraklarla servis yapılıyor. Elinize aldığınız yaprağın içinde bir parça balıkla birlikte bütün bu malzemelerden azar azar koyup, sarıp bir lokmada ağzınıza atarak yemeniz gerekiyor ki, lezzeti birbirine karışsın.

Tatlı olarak iki seçeneği de denemeye karar verdik: Mango, hindistan cevizi sütünden yapılmış dondurma ve yapışkan pirinç birlikte yeniyor ve oldukça hafif bir tatlı. İkinci seçenek; bal ve hindistan cevizli dondurmayla servis edilen kızartılmış muz, “Yeme de yanında yat” cinsindendi.

(Yemek sırasında içimi rahatlatan bir bilgi de aldım: Tayland’da domuz eti bulunan yemeklerin dışında asla domuz yağı kullanılmıyormuş;  ayçiçek yağı ya da başka bitkisel yağlar kullanılıyormuş. Çin’de sebze yemeklerine ve ekmeklerin üzerine eritilmiş domuz yağı döküldüğünü bildiğimden, bunu öğrenmek çok hoşuma gitti.)

Gece Pazarı

Yemek faslı, sohbetle birlikte epey uzamıştı. Nathaporn, daha Bangkok’un meşhur Gece Pazarı’na gideceğimizi anımsatarak, oyalanmamamız konusunda bizi uyardı. Nathoporn’un kullandığı lüks otomobille, kentin ışıklarına doğru yol almaya başladık. Işıl ışıl kent, gece ayrı bir güzel, çekici ve gizemli görünüyordu. Trafik durduğunda, arkadaşlarımın ve birçok yabancının iş ve seks merkezi olarak tanımladıkları ünlü Pat Pong Caddesi, solumuzda kaldı. Burada Taylandlıdan çok Batı kökenli turist kaynıyordu…

Hediyelik  eşyadan, giyim ve mobilya mağazalarına ve lokantalara kadar hemen her şeyin bulunduğu Gece Pazarı, öyle iyi aydınlatılmıştı ki, gündüz gibiydi. Ufak tefek hediyelik eşyalar, tütsüler, çeşit çeşit masaj yağlarının yanı sıra Nathaporn sırtımda gezdirdiğinde büyük keyif almama neden olan, ucunda toplar bulunan dört kısa çubuktan oluşan masaj aracından kendim ve babamlar için; limon çiminden yapılmış, cilde ve sivrisinek ısırıklarına iyi geldiği söylenen sabundan 2 adet; sırtı tırtırlı tahta kaplumbağa (bu biblonun ağzına yerleştirilmiş tahta çubuğu, yerinden çıkarıp, kaplumbağanın sırtına ters yönde sürdüğünüzde vıraklama sesinin tıpa tıp aynısını duyuyorsunuz) aldım. Nathaporn da bana büyük bir paket karışık tütsü armağan etti. Valizimden fazla yer bulunmadığından ve yanımda yük olmasını istemediğimden bu kadarla yetindim.

Hepimiz yorgunduk ve sabah erken kalkmak zorundaydık. Dolayısıyla, beni havaalanına yakın, kent merkezine uzak olduğunu öğrendiğim otelime bıraktılar. Yatağıma girmeden saate baktım; 1.30 olmuştu.

Bilgi notları…

Kenti gezerken rehberimden, akşam da yemek sırasında söyleşirken Piriya ve Nathaporn’dan, Tayland ve Bangkok’la ilgili çeşitli bilgiler almayı da ihmal etmedim. Bunlardan bazılarını sizlerle de paylaşayım:

– Tayland’ın nüfusu yaklaşık 70 milyon, Bangkok’unki de 10 milyonmuş.  Ülke nüfusunun yüzde 30 – 40 kadarı Çin asıllılardan; geri kalanı ise Tay, Malay ve melezlerden oluşuyormuş…

– Taylandlıların yüzde 80’i Budist. Geri kalanlar arasında, Katolik Hristiyanlar, Hindular ve Müslümanlar önde geliyor. (Kaldığım odanın tavanında Kıble’yi gösteren yeşil bir okun çizilmiş olmasını da ilginç bir not olarak düşeyim.)

– “Kral ve Ben” filmine konu olan, ünlü oyuncu Yul Bryner’in canlandırdığı Siyam Kralı da Tayland’ın 5’inci kralıymış.

– Tayca’da çay sözcüğü bizdeki gibi, sabun da “Sabu” şeklinde söyleniyor.

İKİNCİ BÖLÜM: KOH SAMUİ ADASI

Burada kötü zaman geçirmek neredeyse olanaksız…

Sabah 6.30’da uyanmış. Kahvaltı etmeden, turizm acentasının aracıyla havaalanına gelmiştim. Koh Samui Adası’na giden uçağımı beklerken, havaalanından topladığım harita ve kitapçıklara göz atmanın yararını adada geçirdiğim günler boyunca görecektim. Bir de bekleme salonundaki açık büfe ve ücretsiz çay, kahve, meyve suyu, poğaca, sandviç, kurabiye ikramı; bilgisayar ve internet olanağı da Taylandlıların turizmde ve konukseverlikte geldikleri noktanın güzel göstergeleri olarak belleğimde yer etti.

Yaklaşık 40 dakika süren bir uçak yolculuğu sonrasında Ko Samui’nin üzeri bambu ve sazlarla örtülü, kenarları açık yapılar topluluğundan oluşan – bence dünyanın en şirin -havaalanına vardık. Uçakla havaalanı arasında üstü açık araçlarla kısa bir yolculuk yaptık. Henüz minik bavulumu almadan, elinde “GULCIN ERSEN” yazan kağıtla beni karşılamaya gelen sürücüyle tokalaştım. Valizimi hemen elimden aldı, onay için dönüş biletimi istedi ve bileti otelin resepsiyonuna bırakacağını belirtti.

Adanın batısında Laguna plajı bölümünde yer alan otel, lobiyi ve yüzme havuzunu çevreleyen banyolu tuvaletli odalardan ve bungalov tarzı kulübelerden oluşuyordu. Plaj kenarında üzeri sazlarla örtülü şık ve sevimli bir lokantanın yanı sıra minik bir bar ve havai tarzı gömleğiyle kocaman gülümseyen bir barmen dikkatimi çekti. Üzeri minderli tahta şezlonglar, şemsiyeler ve duş hoşuma giden ayrıntılardı. Çok yorgun ve uykusuz olduğumdan birkaç saat kestirdikten sonra, deli gibi denizin kollarına kendimi atmaya karar verdim. Tabii odaya çıkıp, kısa sürede yerleştikten sonra, yatağa uzandım ve heyecandan bir türlü uyuyamadım. Bu egzotik tatil beldesindeki ilk saatlerimi uyuyarak geçiremezdim! Aslında, 4 gün boyunca plajda güneşlenip, denize girmek bile yeterliydi; ama ben ayrıca dalış yapmak ve fil safarisine katılmak istiyordum. Hemen lobiye inip, daha önce dikkatimi çeken afiş ve broşürleri incelemeye koyuldum. Resepsiyonda İngilizcesi epey bozuk olan gence de danıştıktan sonra, adanın birkaç yerinde ve otelin yakınında yazıhanesi bulunan 5 yıldızlı Happy Divers dalış okulunu aradım. Yaklaşık 10 dakika sonra dalış merkezinin 30’lu yaşlarda Taylandlı bir yetkilisi, otelin lobisinde belirdi. Yaklaşık 20 dakika dalış programı, seçenekler, benim dalış deneyimim, ekipman, yemekler (müslüman olduğumu, domuz eti ve yağı yiyemeyeceğimi özellikle belirttim) ve ücret konularında konuşup anlaştık. Yarın Koh Samui’nin batı açıklarında yer alan National Marina Park’ın kuzeyindeki iki adacığın (Koh Wao Yai, Koh Yipon) çevresinde yapılacak dalışlara katılmaya karar verdim. 60 Dolar olan ücreti biraz yüksek bulmakla birlikte, ertesi gün dalış sonrası içimden “Helal olsun” dedim.

Saat 15.00 sularıydı. Plaj öğlen saatlerine nazaran daha kalabalıktı. Yine de boş şezlonglar vardı. Ben de havlumu bunlardan birinin üzerine bırakıp, bedava kokteyl hakkımı kullanmak üzere bara gittim. Barmenin hindistan cevizi sütüyle hazırladığı alkolsüz ve leziz kokteyli yudumlarken, sanki günlerdir tanışıyormuşuz gibi sıcak bir sohbete daldık. Taylandlılar dahil Çin Hindi’nde yer alan birçok ülke halkının ortak bir yanı var: Şakalaşmayı ve espri yapmayı çok seviyorlar. Bunun için sizi yeni tanıyor olmaları engel değil. Sizin kahkahalarla gülmenize neden olurken, kendileri de kıkırdamayı ihmal etmiyorlar. Bu şakacı, cana yakın ve kıkırdayarak gülen barmenle hemen resim çektirdim. Resim çektirirkenki, alçakgönüllü ve utangaç tavrı beni ayrıca şaşırttı.

Her derde deva masaj

Ardından daha fazla zaman yitirmeden, kendimi denize attım. Su fazla soğuk ve tuzlu değildi. Kıyıdaki beyaz kumlar, denizde de ayaklarımın altında tatlı bir yumuşaklıkla uzanıyordu. Jet ski ve hız motorları yüzünden açılmaya korktum. Kıyıdan 30 – 40 metre uzaklaştıktan sonra, kıyıya paralel yüzdüm. Çıktığımda, plajdaki palmiyelerin altında masaj yaptıranlar dikkatimi çekti. Bikinimin kurumasını güneşlenerek bekledikten sonra, tam vücut masajı için kendimi masajcının ellerine teslim ettim. Otelin kadrolu 3 masajcısından biri ve erkek olan masör, Bangkok’taki kadın masajcı kadar usta olmasada, bir saatlik masajın sonunda, yorgunluk, stres, klimalar ve üşütmeden kaynaklanan tüm ağrılarım geçmişti. (Bir saatlik Tai masajı için yalnızca 200 Baht ödedim.) Masajın ardından tekrar denize girip, dinlenmek üzere odama döndüm.

Sabah havaalanında atıştırdığım kurbiye ve kekler dışında hiçbir şey yemediğimden, akşam erken acıktım. Resepsiyondaki görevliler, otelden çıkıp, sola doğru yürürsem, birçok geleneksel ve uluslararası menü sunan lokantayı arka arkaya görebileceğimi, ama yakınlardaki geleneksel bir lokantanın hem fiyat hem de yemekler açısından hoşuma gideceğini belirtti. Ben de o lokantaya gittim. Hem yaptığım seçimden, hem de yemeklerin lezzeti, temizliği ve sunumundan çok hoşnut kaldım. Yeşil köri, hindistan cevizi sütüyle hazırlanmış sosun içinde yüzen bergamut, karnabahar, minik kırmızı yuvarlak biberler, ince doğranmış tavuk parçalarından oluşan son derece acı çorbayı gözlerimden yaşlar akarken, büyük bir zevkle yedim. Tabii yanında hasır kabında sunulan pirinç lapası imdadıma yetişti. Kavrulmuş mantar ve sebzenin lezzetine de diyecek yoktu.

Yemekten sonra, turistik eşya satan mağaza ve dükkanlardan bazılarını geze geze yürümeye başladım. Lokanta ve barlarda yabancı turistlerin yanı sıra, özellikle yüksek sesli müziklerin yayıldığı barların içinde ve girişinde travestilerin ve onlarla birlikte olan yabancı (Batılı) erkeklerin çokluğu dikkatimi çekti. Normal fahişelerle, travesti fahişeler arasında belirgin ayrımlar var: Normal fahişeler, alçakgönüllü ve güleryüzlü ve uysal bir tavır içinde, fazla makyajlı ve süslü değiller; travestiler ise, o sıcağa karşın parlak ince çoraplar giymişler, son derece süslüler, çoğunun yüzünde ağır bir makyaj var ve çok gürültücüler, yoldan geçenlere laf atıyorlar, toplu halde geziyorlar…

Tayland’a yağmurlu mevsimin sonlarında gittiğimi belirtmiştim. Saat 22.00 sularıydı ki; birden yağmur başladı. Otel odasının demirbaşları arasındaki iki büyük şemsiyeden birini almadığıma pişman olmuştum.Önce, takı ve müchevher satan bir mağazaya sığındım, yağmur hafifleyince de zaman yitirmeden, koşar adımlarla otele döndüm. TV kanallarını zaplayıp, biraz kitap okuduktan sonra uyumaya karar verdim.

Sıcak ve sivrisinek olmadığından, çok rahat ve deliksiz uyumuşum. Sivrisineklerin azlığı hatta yokluğu beni ne kadar şaşırttıysa, otelin duvarlarında, merdivenlerinde dekor gibi duran (bizim yusufçuk ya da süleymancık dediğimiz) minik kertenkeleleri de o kadar doğal karşıladım.

Dalış merkezinin jipi, saat 7.30 sularında beni otelden aldı. Dalış teknesinin kalkacağı iskeleye gidene dek, jipteki üç kişiye değişik yaş gruplarından 5 kişi daha eklendi. Teknede de dalış merkezinde çalışan ya da müşteri olan yabancı ve Taylandlılardan oluşan 6-7 kişi daha vardı. Böylece tekne Alman, İsveç, Hollandalı, Kanadalı, İspanyol, Rus, Türk (ben) ve Taylandlılardan oluşan yaklaşık 15 kişiyle yola koyuldu.  Kahvaltı, yağda pişmiş peynirli yumurta, domuz salamı, kahve, çay, avakado, karpuz, meyve suyu ve ekmekten oluşuyordu. Ben yumurta, meyve  ve meyve suyuyla yetindim. Sonra bir fincan kahve içtim. Teknede daha çok isveçli iki kızkardeş, Diana (23) ve Amanda (18), yine yaşının bana yakın olduğunu tahmin ettiğim İsveçli Stephan Dietriel ile sohbet ettim. Onlar yaklaşık 10 gündür buradalarmış ve tatillerinin sonuna yaklaşmışlar. Kızlar, tüplü dalışı burada öğrenmişler ve ilk derin dalışlarını yapmak için bugünkü dalışa katılmışlar. Dive Master olduğunu öğrendiğim Stephan ise, burada ve dünyanın çeşitli yerlerinde defalarca dalmış.

Yaklaşık bir saat sonra dalış yapacağımız yerdeydik. Benim budy’lerim Stephan ve yine bizim yaşlarımızda olduğunu tahmin ettiğim Maurizio Campana adlı bir İspanyoldu. Dalış lideri ise, bu merkezde çalışan yakışıklı Alman bir genciydi. (Yaklaşık 2 yıl önce Bodrum’da Erman  Dive ile gerçekleştirdiğim dalışta budy’m olan Mert Gökalp’e şaşılacak ölçüde benziyordu. İnsanlar çift yaratılmış diye boşuna denmemiş!) Hava ve su sıcak olduğundan şortiyle dalmakla yanlış yaptığımı kısa süre içinde anladım. Nedenlerini yazının devamını okuyunca öğreneceksiniz.

Çapkın çöpçü balığı

Öncelikle, Vietnam’daki kasırga nedeniyle suyun bulanık olduğunu ve görüşün 7-8 metreyle sınırlı olduğunu belirterek dalış maceralarımı anlatmaya başlayayım. Bu durum, akvaryumda görmeye alışkın olduğum, rengarenk balıkların – üstelik dev boyutta olan -yüzlercesini görmeme engel değildi. Ancak, son derece rahatsızlık veren bir durum vardı; açıkta kalan tüm vücudumu, müthiş bir yanma ve kaşıntı hissi kaplamıştı. Bunun denizdeki milyonlarca minik denizanasından kaynaklandığını anlamakta gecikmedim. Neyseki, akıntıya ve suyun derinliğine göre, “Denizanası denizi”nin yoğunluğu değişiyordu ve ben biraz rahatlıyordum. Bu arada bizim denizlerimizde görmeye alışkın olmadığım ilginç görüntüleri de sizlerle paylaşayım:

Bunlardan en dikkat çekici olan, dikenlerinin uzunluğu 20 – 25 santime ulaşan, tepelerinde nazar boncuğuna benzer göz gibi bir organ ve dört beş mavi – beyaz fosforlu noktalar bulunan deniz kestaneleriydi* ki; dikenlerinin ucunun azıcık değdiği yerler bile acı ve kaşıntı veriyordu. Bacaklarımdaki çizik ve yaraları sıkıp, siyahımsı sıvıyı akıtmadan da acı ve yanma hissi geçmiyordu. Bu nedenle, olabildiğince zemine yakın yüzmemeye çabalıyordum. Değişik renklerde dev boyutta süngerlerden başka, dev bir atom marula ya da lahanaya benzeyen ve üzerinde açılıp kapanan bir göz bulunan tuhaf bir canlı da gördüm. Ayrıca, fotoğraf çekimi yapan bir Alman dalgıcın gösterdiği dahil, bütün deniz tavşanları beşiktaşlıydı. Doğrusu, renk cümbüşü yaşatan onca deniz canlısı arasında, gördüğüm tüm deniz tavşanlarının siyah – beyaz olmasını yadırgadım biraz.

Dalıştan sonra, Türkiye’deki hemen her dalıştan sonrakine benzer bir hava içindeydik. Keyifli, biraz yorgun ve acıkmış… Tekneye çıkıp malzemelerimizi çıkardık, teknedeki görevlilere teslim ettik. Duşumuzu aldık. Öğlen yemeği için tavuk ve domuz etinden üç ayrı çeşit yemek, iki çeşit pilav, kavrlmuş sebze ve salata vardı. Meşrubat ve çikolata ise paraylaydı. İkinci dalıştan önce midemin dolu olmasını istemediğimden, hemen biraz tavuk, pilav ve salata atıştırdım. Kahveyle birlikte de çikolata yedim. Yemek sırasında dalış arkadaşlarımla dalışla ilgili espriler yapıp, isviçreli ve ispanyol dalıcıların konu açması üzerine, müslümanlık, ramazan ve oruçla, Türkiye’deki laiklik ve kendi bakış açıma, din ve ibadet anlayışıma ilişkin epey söyleştik.

İkinci dalışa yine aynı ekiple, bu kez birbirimize kaynaşmış olarak ve daha da hevesle başladık. Hepimiz su altında birbirimize espriler yapmaya, gördüğümüz ilginç şeyleri diğerlerine göstermeye can atıyorduk. Dibe henüz inmiştik ki; budy’m, sevişen iki yengeci gösterdi. Üstüste çıkmış ve öpüşür gibi görünen yengeçlerin pozisyonu görülmeye değerdi. Dalışın ilerleyen dakikalarında budy’m ve dalış lideri dahil ekipteki tüm dalgıclar beni işaret edip, bir şeyler anlatmaya çalışıyor ve gülüyorlardı. Neden sonra, dalış boyunca beni taciz eden, özellikle bacaklarımın şorti dışında kalan çıplak kısımlarına yapışarak yüzmeye çalışan iri bir çöpçü balığını fark ettim. Bu “Çapkın” balık, dalış sonrasında da espri konusu oldu.

İkinci dalış sonrası birbirimizin dalış defterini doldurup, imzalamak ve fotoğraf çekme faslıyla geçti. Alman dalış liderimizin verdiği formu doldururken, tek şikayetçi olduğum konuyu, tuvalette lavabo, musluk ve sabun bulunmaması şeklinde belirttim. Çünkü, teknenin tuvaletinde klozet bulunmasına karşın, içi temiz su dolu büyük bir varil ve maşrapa dışında, alışkın olduğumuz tarzda bir donanım yoktu.

Akşam 5.00 gibi oteldeydim. Doğruca plaja gittim ve gün batıncaya dek yüzdüm. Güneş batıp, ortalık kararmaya başlayınca, bu saatlerde yüzdüğümü belgelemek için, benden başka plajda tek kalan Alman bir turistten fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Ben de onun resmini çektim. Ahbap olduk, ertesi gün fil safarisine katılmayı planladığımdan, yine akşam üzeri 5.00 sularında plajda buluşmaya karar verdik.

Akşam ise İsviçreli kızkardeşler Diana ve Amanda ile buluşup bir İtalyan lokantasına gittik. Vejeteryan pizza eşliğinde, Diana’nın ısmarladığı nefis beyaz şarabı içip söyleştik. Ardından, açık havada “pankek” (pudra şekerli ve muzlu krep) yapan  satıcıyı aramaya koyulduk. Kızların söylediğine göre, krepleri çok lezzetliymiş. Satıcıyı, her zamanki yerinde bulamadığımıza ben de üzüldüm doğrusu.

Filler bahane, safari şahane

Ertesi sabah yine erkenden kalktım ve telefonla yer ayırttığım şirketin açık jipiyle, fil safarisini, ada turunu ve daha birçok şeyi kapsayan maceraya atıldım.

İlk durağımız, tura katılan diğer turist ve araçlarla buluşacağımız açık pazar yeriydi. Burası kaldığım otele yakın olduğundan alışveriş yapmamaya karar verdim. Yaya olarak, kaldığım otelin kıyısından da yürüyerek gidebileceğimi sonradan farkettiğim; ünlü “Büyük Anne” ve “Büyük Baba” kayalarını görmeye gittik. Büyük Anne, yatar pozisyondaki bir kadının hafif ayrık bacak arasını andırıyordu. Büyük Baba da fallus görünümündeki bir kayadan ibaretti. Bu iki kaya oluşumunun bu denli yakın olması da ayrıca ilginçti.

Burada fazla oyalanmadan, jiplerin bulunduğu yere dönüp, hızla fil safarisi yapacağımız, fil ve timsah gösterilerini izleyeceğimiz, küçük bir hayvanat bahçesini andıran yere vardık.

Burada sıranın bize gelmesini beklerken, muzır bir maymunun, bir turist kadının elindeki su şişesini kapıp, kafaya dikmesini gülerek seyrettik. Fillere, çocukların ağaç evlerini andıran yüksekçe bir kuleden binmek gerekiyordu. Diğerleri zor görünen bu işe pek cesaret edemediklerinden, ilk boşalan filin sırtına binme şansı benim oldu. Önümde, filin boynunda, Taylandlı fil sürücüsü oturuyordu. Bana bozuk İngilizcesiyle sorular soruyordu, az sonra kendisinin ineceğini ve beni buraya oturtup, resmimi çekebileceğimi söyledi. Dediğini yaptıktan sonra, o yürüyerek, ben filin boynunda tura devam ettik. Ancak, burası filin sırtındaki oturak kadar rahat değildi, ayrıca filin kafasındaki seyrek kıllardan kötü bir koku geliyordu. Bu nedenle, yine fayton koltuğunu andıran oturak kısmına geçtim.

Fillerle turumuzu tamamladıktan sonra, bebek fillerin gösterisini izlemek için, açık bir basketbol sahasını andıran gösteri yerine geçtik. Sevimli fil yavrularının sirklerdekini andıran gösterileri, hepimize neşeli anlar yaşattı. Bir sonraki gösteri ise ilkinin tam tersi, bizleri oldukça gerdi.

Önce kuşların, maymunların, timsahların bulunduğu küçük hayvanat bahçesini gezdik ve küçük bir köprüden, altımızdaki dev timsahlara bakarak geçip, sığ fayans havuzları ve fayans zemini çevreleyen tribünlerden oluşan, “Timsah gösterisi” alanına geçtik. Havuz kenarında kıpırtısız yatan üç timsahı görünce, acaba uyuşturulmuşlar mı, diye düşünmeden edemedim… Derken, alana üzerlerinde siyah tişört ve şort bulunan iki genç kız ve bir genç adam geldi. Önce yere diz çöküp dua ettiler ve timsahlardan bu gösteri için izin istediler. Sonra her biri bir timsahı kuyruğundan tutup, suya çekince, timsahların çevik ve hızlı çırpınışlarından, ilk kuruntumun yersiz olduğunu anladım. Bu, aslında “Timsah gösterisi” değil; ölümle alay eden, timsahları “hipnoz” eden 3 genç ve cesur insanın olağanüstü gösterisiydi.

Ekmek timsahın midesinde

Gösteriyi uzun uzun anlatmak yerine, çarpıcı bir iki şeyi aktarmak istiyorum: İlki; genç kızlardan biri timsahın sırtına oturmuşken, ötekisi elindeki tahta çubukla, timsahın ağzının kenarlarına, burnuna dokunarak timsahın ağzını iyice açmasını sağladı ve kafasını timsahın koca ağzından içeri sokup, yaklaşık 4-5 saniye bekledi. Bu sırada kızın gülümsüyor olması daha da çarpıcıydı. İkincisi; erkek gösterici, bir kağıt parayı başka timsahın midesine kadar soktu. (Ya da biz öyle sandık.) Ardından timsahtan iyice uzaklaşıp, hala ağzı açık olan timsaha doğru, yerde yüzü koyun hızla kayarak yaklaştı ve kolunu omuzuna kadar timsahın ağzına sokup, hızla çıkardı. Sonra, banknotu timsahın midesinde olduğu için ıslandığını göstermek üzere açıp, bazı izleyicilere yakından gösterdi…

Timsah gösterisinin ardından, jipleri yokuş bir yol kenarına park edip, birkaç yüz metreyi yaya tırmanıp, yeşillikler arasındaki bir şelaleye vardık.  Şelale altında yüzen ve küçük gölün çevresindeki kayaların üzerinde dinlenen turistlerin seyrekleşmesini bekledikten sonra, rehberimiz, isteyenlerin yüzebileceğini söyledi. Zaten kot şortumu ve tişörtümü, bikinimin üzerine giymiştim. Zaman yitirmeden soyunup, rehberimden aldığım cesaretle, kayaların üzerinden şelalenin altındaki göle atladım. Gerçekten epey derindi ve su çok serindi. Şelale ve akıntının tazyik ve şiddetinden bulanık görünen suyun son derece temiz olduğu belliydi. Yaklaşık 15 -20 dakika boyunca suyun içinden çıkmadan, yüzebildiğim kadar yüzdüm. Sonra, çabucak toparlanıp, yerlerimizi yeni turist topluluğuna terkettik.

Öğlen yemeğini, açık havada çevresi tahta korkuluklarla çevrilmiş, yüksekçe ve manzaralı bir taracada hazırlanmış uzunca bir masada yedik. Pirinç pilavı, salata, körili tavuk ve çeşitli meyvelerden oluşan yemek, hafif ve lezizdi. Yemek öncesi müslüman ve Türk olduğumu belirttiğim rehber, bildiği Arapça sözleri (Esselamü Aleyküm, Maşaallah, Şükran…) sıralayarak bana epey takıldı. Bu arada solumda oturan genç bir Alman çiftle de ahbap olduk. Zira onların da üniversiteden Türk arkadaşları varmış. Önümüzdeki yaz tatillerini Türkiye’de geçirmeye karar vermişler.

Sanki lunaparktayım

Yemekte sonra, oldukça bozuk bir yoldan, adanın en güzel manzarasına sahip bir tepeye çıkacağımız; isteyenlerin, jipin arkası yerine, şoför mahalli üzerinde safariye devam edebileceği belirtildi. Ben ve balayındaki bir Rus çift, bu işe heves ettik. Bozuk yollarda hızla giden, çukurlara özellikle dalan jipin üzerindeki yarım saatlik yolculuk, lunaparktaki en korkutucu oyuncaklardan birine binmekle eşdeğer bir heyecan yaşattı bana. Yanımdaki Rus kadının dinmeyen çığlıkları, kahkahalarımın daha da şiddetlenmesine neden oldu. Manzara ve fotoğraf çekme, çektirme faslından sonra, dönüşte jipin arkasında gitmeye karar verdim. Ama, dönüş yolunda da ayrı bir heyecan yaşayacakmışım meğer…

Yol boyunca jip ara sıra duruyor, rehberimiz, yol kenarındaki ağaçlar, çiçekler, hayvanlar hakkında bilgi veriyordu. Bir ara, dalların üzerinden yaklaşık 30 santimetre uzunluğunda yeşilimsi bir yılanı alıp bize uzattı. “Baby snake. No poison” (Bebek yılan. Zehirsiz) dedi. Ancak, benim dışımda herkes geri kaçıp, korku ya da tiksinti sesleri çıkardılar. Bense elimi uzatıp, tutmak istediğimi söyledim ve yılanı başının altında hafifçe tutarak elime aldım. Ancak, fazla aşağıdan tutmuş olacağımki, panik içindeki hayvan, boynunu çevirip elimin üzerine dişlerini geçiriverdi! Rehberim yılanı başından tutarak elimden ayırdı. Elimin üzerindeki dört minik delikten kan sızmaya başlamıştı. Rehber, dezenfekte edici bir sıvıyla elimi sildi. Akşama izi bile kalmamıştı…

Dönüşte, “Buda’nın Büyülü Heykeller Parkı”na uğradık. Burada bir iki poz çekildikten sonra fotoğraf makinamın bataryasının bitmesine çok üzüldüm. Çünkü, küçük şelalesi, çeşitli heykelleri, yoğun bitki örtüsü, loş ve rutubetli ortamıyla oldukça gizemli ve egzotik bir ortamdı…

Buradan sonraki durağımız, kauçuk üretiminin yapıldığı bir yerdi. Üç rehber arasında en esprili ve İngilizcesi en iyi olanın bizlere kauçuk ağacları arasında verdiği bilgileri aktarayım:

Mutluluk Ağacı

Kauçuk, Brezilya kökenli bir ağaç. Tayland’a ilk kez Malezyalı göçmenler tarafından yüzlerce yıl önce getirilmiş. Tayland şimdi dünyadaki en büyük kaucuk üreticisi ülkeymiş. En fazla kauçuğu Çin’e ihraç ediyorlarmış. İşçiler, gece 1’den sabah 9’a kadar çalışıyorlarmış. Önce, ağaç gövdelerini uygun biçimde kesip, akan “Süt”ün, küçük kapları tamamen doldurması için, yaklaşık 4 saat bekliyorlarmış. Sonra bu sıvıyı su ve asitle karıştırıp, 25 santime 50 santim boyutunda, birkaç milim kalınlığında kauçuk tabakalar elde ediyorlarmış.

Kauçuk ağacının bu ülkedeki adı “Mutluluk Ağacı”ymış. Bunun nedenini bizlere soran rehber, yanıtlarımızı beklemeden hevesle soruyu cevapladı: Çünkü, prezervatif kauçuktan yapılıyormuş. Şaka bir yana, Tayland için iyi bir gelir kaynağı olan kauçuk, burada “Mutluluk Ağacı” olarak nitelendirilebilir.

Akşamüzeri, oturur şekilde canlandırılmış “Büyük Buda” heykelini ziyaret ettik. Merdivenlerle tırmanılan bir kaide üzerindeki dev heykelin gün batımı sırasındaki görünümü daha büyüleyiciymiş aslında…

Yine, ayakkabılarımızı çıkardık ve çok açık giyinmiş olanlar, omuzlarına plaj havlusu almak ya da bellerin havlu dolamak zorunda kaldılar. Benim şortum dizin hemen üzerinde olduğundan “örtünmem” gerekmedi. Çevrede, giysi, takı, krep, dondurma ve hindistan cevizi satan onlarca satıcı vardı. Ancak, alışveriş için fazla zamanımız yoktu. Saat 17.30’da oteldeydim. 19.00’a dek denizde yüzdüm. Akşam yemeğimi bu kez otelin lokantasında yedim. Tay usulü makarna, ballı muzlu krep ve hindistan cevizi dondurmasından oluşan öğünüm doyurucu, lezzetli, ama biraz pahalıydı.

Yemekten sonra, otelin girişindeki koltuklarda, gezi notlarımı tutarken, önceki akşamüstü plajda tanıştığım Alman turist Mark ile karşılaştım. Birlikte sahildeki bir kafeteryada kahve içmeye gittik. Meğer kızkardeşinin erkek arkadaşı, deri konfeksiyon işiyle uğraşan bir Türkmüş ve kendisi de birkaç kez, yılın altı ayını Türkiye’de geçiren kızkardeşini ziyarete gitmiş. Ayrıca, o gün de (12 Eylül) onun yaşgünüymüş. Uzakta patlayan havai fişekleri görünce, “Bak doğumgününü kutluyorlar” diye espri yaptım. Sahilde kısa bir yürüyüşten sonra, otelin gece ışıklandırılan havuzunda yüzmeye karar verdik.

Sabahın erken saatlerinde ikimiz de Tayland’tan ayrılmak üzere yola çıkacaktık. Bu nedenle, gece yarısından hemen sonra vedalaşıp, birbirimize iyi geceler ve iyi yolculuklar dileyerek odalarımıza çekildik. Almanya’da özel bir güvenlik şirketinde çalışan bu arkadaşımla internet aracılığıyla iletişimimizi sürdürüyoruz.

Mutlu veda

Eşyalarımı geceden toplayıp, 2.00 gibi yattım. Saat 4.45 gibi çalar saat ve uyandırma servisi gerekmeksizin uyandım. Çünkü, yan odadaki erkek turist, odasına aldığı Tay hayat kadını ile sıkı bir kavgaya tutuşmuştu. Her ikisininin de bozuk İngilizceleriyle bağrışmaları ve kapı çarpma sesleri üzerine, gayri ihtiyari kapıyı açıp, başımı dışarıya uzattım. Yan odanın kapısı önünde ağlayan Tay hayat kadını, beni görünce, tekrar içeriye girdi. Lobi’deki resepsiyonist ve genç koruma görevlisi, göz ucuyla benden yana bakmalarına karşın, hiçbir müdehalede bulunmadılar. (Odada duvara asılmış çerçeve içinde “Odanıza aldığınız her misafir için, ayrıca 300 Baht ödemeniz gerekir” şeklindeki notu görünce, müşterilerin odalarına hayat kadını almasının normal karşılandığını anlamıştım.)

Ben de elimi yüzümü yıkayıp, hazırlandım ve saat 5.30 gibi beni otelden alan araçla havaalanına vardım. Havalanında benim dışımda yalnızca Amerikalı ya da Kanadalı olduklarını tahmin ettiğim orta yaşlı bir turist çift vardı.

{mosimage}Kötü bir sürpriz! Havaalanındaki resmi işlemler sırasında, Koh Samui’den ayrılırken, her turistten 500 Baht servis ücreti adı altında bir tür vergi alındığını öğrendim. Yanımdaki bütün Baht’larımı harcamıştım. Havaalanının karşısındaki döviz bürosu RMB (Çin parası) kabul etmiyor ve 100 doların (= 4100 Baht) altında para bozmaya yanaşmıyordu. Bu duruma çok sinirlendim. Turist çift imdadıma

Konuk Yazar