Gerçek bulutun içinde seyahat ettiniz mi hiç?

Diyeceksiniz : “…küçükken pofuduk bulutları görünce üzerinde zıplamak, ayakları aşağıya sarkıtarak üstünde oturmak, ya da birbirilerine yakın duran bulutların birinden diğerine koşarak geçmeyi hangimiz düşünmezdi?”

Ama Dünya’da öyle bir yer var ki; oraya gidip bulutun içinde seyahat etmek, gezmek ve uyumak, yemek, içmek, özellikle çay içmek mümkün!  Bu yerin ismi ‘Darjeeling’; Hindistan’da, Himalaya dağlarında bulunuyor.

Çay gurmelerinin çoğu, yakından tanıdıkları eşsiz ‘Darjeeling Çayı’nın aslında ne kadar olağanüstü yerlerden geldiğini bilmiyorlar! Ben bu çayı içip onun yetiştiği topraklarda gezme şansını yakalayanlardanım! Sizlerle bu serüvenimin bazı güzel notlarını paylaşmaktan zevk duyarım!

 

Bana sorarsanız iki Hindistan var:

İlki: pis kokulu, kirli, muhtelif dezenfektanları bir paranoya ile her an elinizin altında bulundurduğunuz; çöp dağlarının ancak kötü bir rüyada bu kadar büyük olabileceği; gürültü ve egzoz karışımından dolayı panikle kaçmak istediğiniz; yabancılardan nasıl 5 (ya da 50, 500, 5000…) kuruş daha fazla koparabileceklerini düşünen taksi şoförlerinin ve masalarda dolaşan böceklerin bir Hindistan’ı…

Diğer yandan temiz ve bakımlı caddelerin; güzel ve iyilik saçan gözlerin; yüzlerce şirin sincapların; temiz kalpli ve yardımsever insanların; en eski ve derin felsefelerin; lüks mekanlarının (7 yıldızlı oteller de buna dahil); eşsiz servisin; maneviyatın ve mucizelerin ülkesi başka bir Hindistan.

Eğer tecrübeniz varsa ve yeteri kadar araştırma yapmışsanız; Hindistan’ın temiz, hatta “steril” yüzünü görerek, aslında mükemmel olan bu ülkenin tadına, yorulmadan ve hayal kırıklığı yaşamadan, varabilirsiniz!  Bir de üstelik manevi anlamda doyurucu ve dinlendirici bir yer arıyorsanız, alışılmış ve ün yapmış Aşramlarda değil, saklı ve az insanın gittiği yerlerde aradığınızı bulabilirsiniz.

Darjeeling böyle sihirli yerlerden bir tanesi. Onun hakkında günlerce, haftalarca yazabilirim; bu yazımda sizlere sadece bazı ipuçları vereceğim.

“Çayların Şampanyası” denilen Darjeeling Çay Ülkesine ulaşmak için ilk önce New Delhi ya da Kalküta’ya ulaşmalısınız.  Sonrasında kullanmanız gereken yerli Havayolu Şirketi Jet Air. Şahsen diğer yerli hava yolu şirketlerini tavsiye etmiyorum bile! Gerek servis, gerek temizlik, yemek ve genel disiplin anlayışı açısından sadece bu Hava Yolu şirketinin Hindistan’da sizi memnun edeceğini düşünüyorum. (Bu arada tüm iç uçuşları önceden ayarlamanızı da ısrarla tavsiye ederim!)

Benim tırmanıştan önceki ‘son durak’ tercihim Bagdogra şehri; bu şehir Himalaya dağlarına iç hatlarla ulaşılabilecek en yakın olabilecek mesafede bulunuyor.  Buradan kiralayacağınız şoförlü bir Jeep sizi 3-3.30 saat içinde Bulutlar Ülkesine götürecek.

Yorucu uçuşlardan sonra sürprizlerle dolu yolculuk aslında burada başlıyor. Havaalanından ayrıldıktan 5-10 dakika sonra dağ tepelerinden düzlüklere kadar uzanmış Darjeeling çay bahçeleri başlar.  Görüntüsü harika! Uzaktan ağaçlar altında düzgün biçilmiş ‘bakımlı çim’ düzlüklerinin yaklaştıkça çay fideleri olduğu anlaşılıyor.  Bu; orman, tarla ve bahçe karışımı bir manzarayı oluşturuyor.  İnsan bu güzelliği görünce coşku ile arabadan atlayıp fotoğraf çektirmek için bir an bile tereddüt etmiyor!  Onlarca, yüzlerce kadın tepelerinde şemsiyeleriyle tarlalardan çay topluyorlar.

Eski zamanlarda bir gelenek vardı: çay o zaman Himalaya’ların sadece çok yüksek tepelerinde yetiştirilirdi. ( zaten şimdi de en kaliteli çay türleri tabii ki binlerce metre yukarıda yetişiyor. Açıkçası üzerinden uçakların inip-havalandığı tarlada yetişen ‘çay’ı kimse içmek istemez!…)

İşte o zamanlarda çay toplama mevsiminde tarlaya sadece küçük, belli yaşa erişmemiş kızlar ayak basabilirlerdi.  Çay toplamak, hazırlamak ve içmek kutsal bir uğraştı. Çünkü Darjeeling’in binlerce yıldır kutsal topraklarda yer aldığı biliniyor… Burada yetişen çay’ın enerjisi başka yerdekilere benzemediğinden, çay içme ritüeli de özeldi.  İnsan çay içerken bedenine dokunan sıcaklığı ve rahatlatıcı tadını hissederken, aynı zamanda çay’ın verdiği şifayı de bilinçli olarak kabul etmeliydi.  Manevi hiçbir olguya inanmasak bile, bu çay’ın yetiştiği yamaçların, dünya’nın en yüksek dağlarından gelen kar kokusu, en büyük miktarlarda bu dağlara düşen meteor tozu ile bezenerek, sağlıklı ve temiz olmanın getirdiği bir güç içerdiğini kolaylıkla kabul edebiliriz… İşte küçük kızların yalın ayaklarla bastıkları topraklardan, tertemiz elleriyle, özenle ve dua edercesine üzerine titreyerek her yaprağı koparılan çayın eski hikâyesidir anlattığım…

Tabii ki, İngiliz kültürü ve işin içine giren büyük paralar bu kutsallığın izlerini epey azaltmıştır.  Tarlalarda artık her yaştan kadınlar çalışır oldu; ve onların ritüelik olarak bir anda dua etmedikleri her ne kadar şüphe götürmezse de; o dağlar yine aynı dağlar, aynı meteor tozları ve kar taneciklerini taşıyan rüzgarlar orada hala esiyor.  Onun  için bu çaylar hala eşsizliğini koruyor…

Yaklaşık bir saat düz ve oldukça hızlı (oradaki yol durumuna göre hızlı eşittir en fazla 50~60km/saat) yol aldıktan sonra Himalaya eteklerinden yukarıya tırmanmaya başlıyorsunuz.  Çay tarlaları da yaklaşık 2.000 metre daha yukarıya doğru sizinle birlikte tırmanıyor ve orada çalışanların insan değil, dağ keçileri olması gerektiğini düşünmeye başlıyorsunuz.  Bu zorlu, dik yamaçlarda çalışmanın zorluğu bir yana, buraya çalışmaya gelenlerin tarlalara nasıl ulaştıklarını bile hayal edemiyorsunuz!…

Evet, Size neden hedefe olan uzaklığı km bazında değil de hep saat olarak telaffuz ettiklerini daracık dağ yollarında aracınızla ilerlemeye başlayınca anlıyorsunuz.  Ortalama hız: 20 km/saat! Bu hızı motorlu bir aracın değil de dağın zirvesine doğru uçurumların üzerinden atlayarak tırmanan kararlı ve azimli bir keçinin üzerinde yaptığınızı düşünecek olursanız, neler hissedebileceğinizi daha iyi hayal edebilirsiniz.  Tek arabanın bile zor sığacağını sandığınız bu yollarda eğer karşınıza çıkan başka bir araba daha varsa, kendinizi tam bir maceranın içinde buluyorsunuz.  Her biri “Cesur Yürek” olan şoförler lunapark misali son ana kadar burun buruna ilerleyip, o anda mucizevî bir şekilde manevra yapıp olağanüstü bir durum yokmuş gibi yoluna devam ediyor.  O yollarda açık yan aynalara bile yer yok…

Samimi söylemek gerekirse, ben oralarda kendimi çok güvende hissediyorum, sanki bu dağlar beni ve yanımdakileri koruyormuş gibi geliyor.  Onun için tereddütsüz yoluma devam ediyorum.

Ama tüm bu anlattıklarım, çevrenizde gördüğünüz güzelliklerin yanında önemsiz detaylar olarak bir sonraki an unutuluyor.  Ve görkemli, mistik, sanki tüm dünyanın bitki örtülerini aynı yerde toplamış bir yer arabanızın camından önünüze çıkıveriyor! Yukarıya doğru ilerledikçe bambular seyrekleşir ve yerini olağanüstü güzellikte Himalaya çamlarına bırakır (Cedrus Deodara, ya da Deodar).  Bu çamların gövdesini görebiliyorsunuz,  ama kökleri ve zirveleri ile sanki yeraltına ve gökyüzüne uzanıp Himalaya’ların görkemini daha da pekiştiriyor gibiler!

Maymunlar! Yol boyunca ailecek şöyle sıra ile oturup, her geçen aracı inceleyip, arkasından dedikodusunu yapıyor gibi bir his bırakıyorlar.  Yani mahallenin meraklı teyzeleri ya da trene bakan inekler misali!

Bu arada hem inekler hem de trenler buralarda maymunlar kadar alışıldık öğeler! Evet, şu dağlarda, uçurumların eşiğinde dolaşan ineklerin işi ne dersiniz! Onlar da sanırım biraz keçilik karışmış melezler olmalı…

Trenlere gelince, buralarda ‘Himalaya Demir Yolları Treni’ işbaşında!  Kendisi dünyanın en yüksek yerleşim birimlerine tırmanan trenlerden!  Karayolu yerine trenle Darjeeling’e çıkmak isterseniz, 7 saatlik bir yolculuğu göze almalısınız.  Ama kendinizi Disneyland Himalaya şubesinde hissedeceksiniz! Zaten trenin ismi Toy Train! Yani Oyuncak Tren! Küçük, dar ve rengârenk boyanmış bu treni görünce binlerce metre yukarıya nasıl tırmanacağını sorgulamanız normaldir.  Ama 1879 yılından itibaren bu işlevi başarıyla sürdürmekle kalmadı, korunması gereken tarihi dünya mirası payesine de UNESCO tarafından layık görülmüştür.  Oyuncak olduğuna bakmayın!

Ve birden heyecan başlıyor! Aşağıdan tırmandığınız zaman çok yükseklerde gördüğünüz bulutların içine girmeye başlıyorsunuz. Bunu ilk kez yaşadığımda çocuk gibi çığlık atmıştım!  Evet, sis değil, duman değil, uçakla geçtiğimiz bulutların içinden geçiyorsunuz! Arabadan çıkıp buluta dokunabiliyorsunuz, fotoğraf bile çektirebiliyorsunuz! Tabii görünecek kadar şanslıysanız.  Dünyada olup bitenleri bir anda unutup değişik hislere teslim oluyorsunuz. Darjeeling artık yakın ve karlı Himalaya tepelerini uzaklarda fark edebiliyorsunuz.  Bir başka heyecan sarıyor içinizi bu sefer! Dünyanın en yüksek üçüncü dağı olan “Khangchendzonga” Dağı (Kan-çen-can-ga) yükseklik olarak birinci sırada olmazsa bile manevi gücü ve bağrında saklı sırları açısından gezegenimizin en önemli yerlerinden biridir!  Devlet tarafından korunuyor ve daha yukarılarda zirvelerine tırmanış yasak.  Davetsiz turistlerin bu kutsal ve mucizelerle dolu bölgeye girmeleri istenmiyor.  Aslında yerli halk Kançencanga için “istemezse hiç kimseye geçit vermez” diyor.  Hiçbir Tibetli rahip, sırra layık, bir adım ötesini taşıma yetisine sahip olduğunuzu ispatlayamadığınız sürece bu dağın sırlarını size anlatmayacak; Kançencanga’nın güzelliğinden, özel konumundan ve temizliğinden bahsedip, konuyu basite indirgeyerek kapatacaktır.

Bulutlar Diyarı Darjeeling’e adım attıktan sonra bu sefer doğa değil, insan yapımı harika bir yer tavsiye edeceğim.  Eşsiz butik otel ‘Windamere’ zevkinize ve taleplerinize cevap verecektir.  Bu otel “dünyanın en romantik on oteli” listesinde yer alan, inanılmaz konumu, düzeni ve bir miras olarak günümüze aktarılan hizmeti ile sizi şaşırtacak pek çok özelliğe sahip.  Binlerce metre yukarılarda, Himalaya dağlarının uzak bir köşesinde böyle bir zarafet, ilgi ve düzen bulabileceğinizi asla tahmin edemezsiniz.  Otel sürekli doludur; dünyanın her tarafından misafirleri var, ama onlar genellikle müdavimler ya da onların tanıdıklarıdır.  Bu otelin tarihi geçmişe 100 yıldan fazla uzanır. İngiliz kraliyet ailesinden tutun,  yüzyılımızın pek çok tanınmış insanları orada geçirdikleri güzel anılarını, duvarlarda bezenmiş çerçevelerin içinden kendi el yazılarıyla seslenerek, anlatacak ve o uzak köşede size sürprizler yapacaktır.  Özellikle yılbaşı kutlamaları için her yıl gelen çok özel konukların ilgisi nedeniyle o dönem rezervasyonları neredeyse 1 yıl öncesinden yapılır. Bu otelin ‘web’ sayfasını gezerseniz, o özel dokunuş eminim ki bilgisayar ekranından bile size değecektir.

www.windamerehotel.com

Eğer Darjeeling’e gitmeyi karar verirseniz, sabah 4’de uyanmaya hazır olun! Tembellik yapmadan otelin güzel sıcak çay ya da kahvesini içip meşhur ‘Tiger Hill’e çıkmalısınız.  Kançencanga Dağının tepelerine yeni doğan güneşin ışınlarının nasıl dokunduğun mutlaka görmeniz lazım!  Sadece bunu görmek için gelen insanlar var. Nefesiniz tutulur ve buna şahit olduğunuz için Allah’a şükredeceğinizden eminim!

Bulutlar içinde dolaşmak her ne kadar eğlenceli olsa da, güneşin ışıltılarında dans eden tüm dorukları ve özellikle sizi görkemiyle büyüleyecek olan Kançencanga dağını görebilmek için bulutsuzluğa duyulan özlem de o kadar ağır basıyor.  Son olarak ziyaret için bu ikisini dengeleyebileceğiniz yılın en uygun zamanı olarak mart sonu-nisan ortası ya da eylül sonu-ekim ortasını tavsiye ederim.

Anjelika Akbar

400’den fazla senfonik ve oda orkestrası, şan, koro, enstrümantal ve etnik-klasik gruplar için bestesi bulunan Anjelika Akbar Kazakistan’da, müzisyen ve filozof bir baba ile yine müzisyen bir anneye sahip olarak dünyaya geldi. Belki de hayata ve çevresindeki her şeye sadece müzikal açıdan değil felsefi açıdan bakmasının bir nedeni de genleri... Anjelika Akbar’ın, 1999 yılında kendi prelütlerinden oluşan ilk albümü “Su” çıktı. Aynı yıl Can Dündar’ın “Köy Enstitüleri’’ adlı belgeselinin müziklerini besteledi. 2002 yılınında çıkan Vivaldi’nin “Dört Mevsim” keman konçertolarının dünyada ilk kez solo piyano uyarlaması, Sony Music International etiketiyle çıktı ve Sony Classical kataloğuna girerek, bu katalogdaki ilk Türk Klasik Müzik albümü oldu. Yine 2002 yılında Rana Erkan ve Zara ile çalıştığı, “bir’den Bir’e” isimli albümünü çıkardı. Anjelika Akbar evli ve 2 çocuk annesidir.