Mutlaka vardır. Herkesin vardır. Bir şekilde herkesin aklından geçmiştir. Biraz romantik ve biraz da heyecanlı bir meseledir. Hem de çok. Bunu ben de bir-iki kez düşündüm. İçinden çıkamadım. Çünkü bir döneme giderken, bu dönemden vazgeçmek gerekiyor.
Meselâ Osmanlı zamanında Ege’de efe olmak güzel olabilir. Ama zor zanaat. Durmadan dağ-bayır gezmek lâzım. Yanında yancılar da olacak. Yolda bile öncü, sağ artçı, sol artçı, kuyruk düzeninde yürünecek. Bir de mecburen önüne gelene efelenilecek. Rakı içerken de ateş başında bağdaş kurulup, arada bir “deste” diye nida edilecek. Ben o kadar kasmaya gelemem.
Belki Fransız İhtilâli dönemi olabilir. Bastille yeni basılmış. Alenen tarih yazılıyor. İyi de peruka takmadan olmaz ki. Hem bir de meyhanelerde masadan masaya atlayıp nutuk çekmek lâzım, bir elde kadehle. Peruka ile mi uğraşacağım, gömleğin uzun kollarıyla mı? Dahası o işin sonu da giyotin.
Başka bir şey bulmak lâzım. Belki şövalyelik olabilir. Ama sanki o iş de pek gösterildiği gibi değil. Tam bir akşam taş masa çevresinde toplanıp, şarap-tavuk iyi olabilir. Arada bir de aksiyon. Ama her gün olunca biraz bunaltır insanı. Dahası internet yok, sabahları kahve yok. Akşamları maç yok. Bana hiç uymaz.
Eski Mısır ise asla olmaz. Zâten bütün belgesel kanallarının Eciptoloci propagandasından fenalık geldi. Neredeyse her gün eski Mısır’a gidip geliyoruz. Vallahi bunaldım.
Roma Zamanı iyi olabilir. Ama bende bu şans varken, kesin arenaya düşerim. Bir elimde Roma İstinaf Mahkemesi’nin usulden bozma kararı, diğer elimde serfliğin anayasaya aykırı olduğunu gösterir belge, gladyatörlerin önünde dönenir dururum.
Belki Orta Çağ fena olmayabilir. Herhâlde şehir şehir gezip hikâye anlatan ozanlardan olurdum. Japonya olsa hiç itirazım yok. Ama Allah göstermesin Avrupa’ya düşersek ne olacak? Yani bugünkünden 3 reich geriye gideceğiz. Muhtemelen ikide bir kenara çekip, “Katolik misin? Protestan mısın?” diye soracaklar. Ben “elhamdüllah Müslümanım” deyince, sanırım hakkımda hayırlı olmayacak. “İstavroz çıkar” dediklerinde ise, duramam, kesin, “hemen çıkarayım abi, nerede” derim…
Bence Amerika’nın keşfi de cazip. Hem toprak bol, iş çok. Bir kabile reisinin yanında işe girerim. Muhtemelen sigorta mı yapmazlar, ama hiç değilse istediğim kadar ata binerim. İyi de, beyaz adam gelince ne olacak? “Vallahi beyazım, güneşte yandım. Bunları da yerli halka sempatik olmak için giyiyorum” diyene kadar her şey olabilir. Kaybolan 500 ulus arasında yiter giderim.
Atilla zamanı iyi de. At sevsem de, o kadar sevmem. Üstelik yanından atla biri geçecek de, samimi olacaksın da, at üstünde evleneceksin. Balayında imparatorluğun en batısına götürsen, “vallahi ileride bu mezbelelikte Paris kurulacak. O zaman burada tatil dünyanın parası olacak. Tamam sezon öncesi geldik sayılır, ama hesaplı oldu” desem, yok demesem daha iyi.
Ama güzel de olabilir. Belki bâzen kızıp, “benim ekonomik özgürlüğüm var” der, ben de “atma, ekonomik özgürlük daha icat edilmedi” deyip, sonra “be he he” diye gülerim.
Başka şeyler de olabilir. Meselâ kendimi Çin Seddi’ne akın eden Cengiz Han’ın ordusunda bulabilirim. Yanaşık düzen ile manga muharebe düzenini zâten biliyorum. Seddi aşarız da, sonrası ne olacak? Belki de iyi olur. Bana bir Çin prensesi verirler. Gözler çekik, elmacık kemikleri çıkık.
İyi de olur. Nasılsa Çince de bilmiyorum. Arada bir söylense de, “tabii tabii” demek kifayet gösterebilir. Ama akrabaları yatıya gelirse ne yapacam. Olsa olsa sarayım olur. Kime yetecek? Kahvaltıya kalsalar, bir senelik mahsül gider. Ondan sonra mecbur, Tayvan’da bir fabrikaya girer, bütün gün Çin malı spor ayakkabısı yaparım.
Tamam, buldum. En iyisi ben Afrika’ya gideyim. Hem hangi zaman olduğu da önemli değil. Dünya kurulduğundan beri Afrika’da zaman aynı. Arada bir efendi değişmiş o kadar. Muhtemelen beni dışlarlar. Dışlasınlar, ben de gölgede yatar avokado, mango filân yerim. Muz yiyemem. Çünkü maymunlar vermez. Vermesinler, ben de onları gölgeye sokmam.
Arada bir “hutu-tutsi” olayı çıkarsa, “abi beni karıştırmayın” derim. Masailer aslan avına çağırırlar da, “abi ben gelmem. Çevreciyim. Hem hani kutsal bu mahlûk, vallahi çarpılırsınız” derim. Avdan yamuk yumuk döndüklerinde de, “ben zâten demiştim. Durun ya, ne üstüme geliyorsunuz, mango ister misiniz” derim.
Pigmelerin olduğu yerde de kesin “bütün zamanların en değerli basketbol oyuncusu” seçilirim. Smaç kralı bile olurum. Futbolda olabilir. Ama mutlaka yerden kısa top oynamamız lâzım. Yoksa ben yokum.
Irak da enteresan olabilir. Ama kısa sürer, aklıma yatmadı.
Öyle olmayacak. Acaba Meksika nasıl olur? Bence pek fena olur. Ya beni Aztekler tanrıya kurban etmeye kalkar, ya da yolda darbeciler ile karşı darbeciler arasında çaprazda kalırım. Bir taraftan “revulisyooon” diye bağırarak gelenler, diğer tarafta “no revulisyooon” diye bağırarak koşanlar, ortada “imdaaaaat” diye bağıran ben. Olmaz, hiç olmaz.
Galiba başka bir yer daha iyi olacak. Meselâ 19. Yüzyılda Osmanlı sefiri olmak. Nasıl olsa, bütün tezgâhları artık biliyoruz. Acayip işler yapardım. Kesin İstanbul matbuatı her kağıt için “imzalayalım, zâten daha iyisini önermezler” derdi. Ben de başka bir şeyler derdim. Padişah kovacak olursa, ben de “madem azlediyorsunuz, bari şöyle Bodrum falan gibi kıymetsiz, tee denizin dibi bir yeri bana verin de, iyice kahrolayım” derdim. Tutmazsa, o zamanda “ne olur beni Antalya’ya filan sürmeyin. Merhamet edin” diye ağlaşırdım…
Rusya’da aslında cazip. Ama hangi dönem olacak, o çok önemli. Meselâ benden iyi Kazak köylüsü olur. Aslında Kafkasyalı da fena olmaz. Kıyafetler de süper. Ama parmak uçlarında o kadar dans edebilir miyim, onu bilmiyorum. Tanıdıklar, iyi olduğumu söylerler. Ama her akşam oynayamam. Mis gibi dağ havası, her yer yeşil. İyi de Ruslar geldikçe, işin tadı kaçar.
Herhâlde benim için en iyisi yine şimdiki zaman. Hem şimdiki zamanda olunca, galiba bir sürü zamanı bir arada yaşamak da mümkün. Çünkü sadece dünya küreselleşmiyor, tarih de devr-i daim ediyor. Yok, aynı nehirde iki kez yıkanılmazmış da, yok gelecek de gelecekmiş de. Boş verin, bunları. Bugün yine de en iyisi.
-Alıntı-