Asfaltları bile eriten, korkunç sıcak bir yazın ardından, Ekim bile bitmeden Ankara’mızda kışa yatay geçiş yapıverdik galiba. Dışarıda gökyüzü suratını asmış, yağmur ha geldim ha geliyorum edasında. Günlerdir doğru dürüst güneş yüzü görmedik desek yeridir. Genellikle tam da bu noktada; “Bizim zamanımızda sonbahar öyle güzel yaşanırdı ki..” diye başlamak adettendir. Ama, “Eski güzel sonbaharlar..”sohbetini bir başka sayıya bırakarak, sizlere, biraz içinde yaşadığım kentten bahsedeyim istiyorum. Gelin birlikte Ankara’nın antik tarihine şöyle bir uzanalım, bu topraklardan kimler gelmiş, kimler geçmiş bir görelim ama tarih öğretmenliği taslamadan elbette!
Hazırsanız, buyurun kentimizin adından başlayalım anlatmaya;
Eski kayıtlara göre Ankara’mızın ilk adı, gemi çapası anlamına “Ankyra”ve kentin adı ile ilgili olarak iki farklı kaynak, iki ayrı söylenceden bahsediyor. Bunlardan birincisi olan, Bizanslı Stephanos’un ünlü “Coğrafya Sözlüğü” ne göre bu ad kente, “Mısırlıları denize kadar sürüp, çıpalarına el koyan “Galat’lılar” tarafından konulmuş.
Oysa tarihçi Pausanias, kentin adının Galat’lardan önce, “Kentin kurucusu ve Frig kralı Midas” tarafından konulduğunu söylüyor bizlere (Bu arada, Frig söylencelerine göre de Midas, gemi çıpasını bulan kişidir). Çok sonraları kent, Osmanlılarca “Engürü” olarak adlandırılmış ve söylenildiğine göre de isim Farsça, “Üzüm” anlamına gelen “Engür” den üretilmiş.
Yörede ilk insan yerleşimi, tarih kitaplarına göre 45 bin-15 bin yılları arasındaki “Alt Paleontolojik Çağ” a kadar uzanıyor. Yani Anadolu’nun en eski insan yerleşkelerinden biri olduğunu söylemek sadece kuru bir böbürlenme değil. Bu noktada, her zaman söylediğim bir şeyi bıkkınlık verme pahasına bir kez daha yineleyeceğim; “Türkiye, dünyanın en büyük açık hava müzelerinden biridir, bu anlamda da ülkemizin kıymetini bilmek zorundayız.” Örneğin yakınlarda, hemen Haymana’nın kuzeyinde, Dereköy yakınlarındaki Gavurkale de 16 metre boyunda bir Hitit kabartması var. (Düşündüm de, bir hafta sonu, antik tarihi seven okurlarımla bir araya gelip bu anıtı ziyaret etsek ne hoş olmaz mı?)
Aslına bakarsanız, Ankara yakınlardaki her vadide; “İlk, Orta veya Son Tunç çağından kalma” çeşitli boyutlarda höyükler yer alıyor. Kim bilir toprağın altında nice tarih hazinesi gün ışığına çıkarılmayı (ama yağmalanmayı değil!) bekliyor. Örnek mi; Bitik, Ahlatıbel, Karaoğlan, Polatlı, Yalıncak, Karayavşan. Bunun dışında, Beştepe ve Gölbaşında da çeşitli Hitit ve Frig buluntularına ulaşıldığı biliniyor. Özellikle Gordion Yassıhöyük’te bulunan ve kral Midas’a ait olduğu sanılan kral mezarı, aralarında en ünlü olanıdır. Bugün kral mezarından çıkan kral mumyası, yeniden bedenlendirilmiş olarak Anadolu Medeniyetleri müzesinde ziyaretçilerin ilgisine sunulmuştur. Zaman bulduğunuzda gidip görmenizi içtenlikle öneririm. (Bu arada aynı yerde Midas’a ait olduğu söylenen ve yüzlerce geçme parçadan yapılmış ahşap bir çalışma masası var. Gerçek bir sanat eseri. Gördüğünüzde hayran bakışlarınızı dakikalarca üzerinden ayıramayacağınıza dair bahse girerim.)
Ankara’nın tarihine bir göz attığımızda, Kimmer’ler tarafından sona erdirilen Frig uygarlığının ardından, İÖ 7. yüzyılda, Kızılırmak’a kadar tüm bölgenin Lidya egemenliğine geçtiğini görüyoruz. Ardından da İ.Ö. 547 yılında bölge
Uzun bir süre için Pers İmparatorluğunun eline geçiyor. (Bir şekilde Pers imparatorluğunun bu dönemini merak eden varsa, ünlü romancı Hanns Kneifel’in “Darius” isimli muhteşem romanını öneririm.)
Pers hükümranlığını sona erdiren ise, Büyük İskender yönetiminde Çanakkale’den Anadolu’ya geçen Makedon ordusu oluyor. (İşte doyumsuz bir konu daha; “Büyük İskender”. İskender’in o muhteşem yolculuğunu okumayı dilerseniz bence en iyisi Valerio Massimo Manrefdi’nin, “Büyük İskender” isimli üçlemesidir. Hararetle öneririm. İnanın bu kitaplardan çıkarılacak çok ders var). Bu arada İskender deyince, yazılı kaynaklarda Ankyra adı ilk kez, Makedon Kralı’nın ünlü Asya seferiyle ilişkili olarak geçiyor. Tarihin babası Herodot’a göre, orduların yürüyüş, ticaret ve posta yolu olarak kullandığı Kral Yolu, Ankyra’dan geçiyordu ve kent, o tarihlerde bu yol üzerinde bulunan önemli bir ticaret ve konaklama merkezi idi. İskender’e atfedilen şu meşhur düğüm hikayesini bilirsiniz. Tarih kaynakları İskender’in ordusunu Kelainai’den (Dinar), Gordion’a (Polatlı) getirdiğini, burada ünlü düğümü kılıcıyla kestikten sonra da Ankyra’ya ulaştığını söylerler.
Ne oldu? Bakıyorum gözler hafifçe kısılmış. Demin de çaktırmadan iki kez esnediniz galiba. Çok mu tarihe boğulduk yoksa?Haydi bir çay arası verelim öyle ise. Kahve de olur elbette. Kurabiye falan da vardır şimdi sizde.. Tamam tamam, siz biraz atıştırıp gelin, ben sizi burada bekliyorum.
Döndünüz mü! Eh, gerçekten de şimdi daha iyi görünüyorsunuz. Haydi devam öyle ise. Nerede kalmıştık? İskender’de.. Eveet, Büyük İskender hazretleri Pers egemenliğine son verince, haliyle bölgede de Helenistik dönem başlıyor ancak bu durum Kral Yolu’nun eski önemini kaybetmesine, dolayısıyla da Ankyra’nın bir ölçüde gerilemesine neden oluyor.
Kent, bir süre Selevkos ailesinin yönetimindeki Makedon egemenliğinde kaldıktan sonra bu kez de Balkanlar’dan gelen ve üç kola ayrılan “Galat’ların Tektosag” kolunun eline geçiyor. Ne zamana kadar? İ.Ö. 189 yılında Roma orduları gelip Ankyra’yı bu savaşçı ruhlu insanlardan alana kadar. Artık bölge Pergamon (Bergama) Krallığına bağlıdır. Ama konu burada kapanmıyor. İ.Ö. 168 yılında inatçı Galat’lar Pergamon krallığı ile savaşarak bölgenin yönetimini yeniden ele geçiriyorlar.
İ.Ö. 21 yılında Galatya bir Roma Eyaleti haline gelince, Ankyra’da haliyle bu eyaletin merkezi oluyor. Yazıt ve sikkelere bakılırsa kent, Roma döneminde hem ticari hem de askeri açıdan oldukça önemli bir merkez haline geliyor. Hele İ.S. 2. yüzyılda yeni yollar yapılması, kentin önemini daha da arttırıyor ve Ankyra, Bizans döneminde de ordular için kışlık konaklama, ikmal ve toplanma yeri olarak seçiliyor. Bu dönemde, dokuma ve boyalı kumaş üretimi ile ticareti sayesinde kentin ekonomik yaşamı oldukça canlanmış, kentte bir barış ve refah dönemi hüküm sürmeye başlamış.
Peki ne zamana kadar?
Dilerseniz bunu da bir sonraki sayımızda görelim sevgili okurlar.
Bu arada bir tarih, coğrafya ve kültür bilinciyle kentimize sahip çıkmayı sürdürelim. Kentlerimizin kirletilmesine, doğamızın yağmalanmasına ve tarihimizin tahrip edilmesine asla izin vermeyelim.