Bazı şeyleri hep yıldönümlerinde hatırlıyor, sonra uzunca bir süreliğine unutup gidiyoruz.
Tarih aslında hiçbir zaman tekerrür etmez, ama yaşananlar unutulursa birileri o benzer koşulları yeniden oluşturup size dayatıverir.

Televizyonlarımızın tarih programlarına bakınız; sunulanların büyük çoğunluğu aslında tarih değil, ‘kronoloji’dir; akademisyenlerimiz de genellikle ‘tarihçi’ değil de sanki ‘kronolog’. Şu tarihte şu olmuş, falancayla filanca kapışmış, yok şöyle şöyle saray entrikaları yaşanmış… Yayınların önemli bir kısmı da hiç kimseye bir şey vermeyen ‘tarihsel paparazzi’. Oysa ki iki temel şey sürekli eksik kalıyor. Tarih sosyolojisi ve özellikle de ekonomi politik. Tarihi ve tarihsel olayları bunlardan soyutlarsanız bırakınız tarihin bilimsel boyutunu, geriye örneğin Hürrem Sultan’ın yaşamöyküsünü anlatan romanlardan veya Baltacı ile Katerina’nın uydurma söylencelerinden, vak’anüvislerin yağcılıklarından, ya da son osmanlılardan kimin kiminle düşüp kalktığından başka bir şey kalmaz. O zaman da bilimsel, yani ekonomik ve sosyolojik temellere dayanmayan, öyle olduğu için de hiçbir akıl yürütme ve çözümleme gerektirmeyen öylesi bir ‘magazinel’ tarihten ne ders alabilir ya da bütün bunları öğrenmiş olmaktan ne yarar sağlayabilirsiniz ki?

Gelelim Nazilere…

Alman ırkçı nasyonal sosyalizmi olan nazizmin asıl fikir babası fransız teorisyen Maurice Barrés’tir. Nazizmin üç sacayağı vardı: a. Ârî ve üstün kabul edilen cermen ırkının mükemmelliği inancı; b. Komünizm ve sosyalizm düşmanlığına dayalı aşırı sağcılık; ve c. Anti-semitizm (Yahudi karşıtlığı).
1928 seçimlerinde Nazi Partisi (Nationalsocialistische Deutsche Arbeiterpartei) ancak % 2,6 oy alabildi, ama 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının (ki kapitalizmin o kaçınılmaz dönemsel buhranlarındandır) neden olduğu işsizlik ve yoksulluk Nazi Partisi’ni güçlendirdi. Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Almanya, ekonomik krizin en ağır yaşandığı ülke oldu. Krizde nazilere destekle birlikte oy oranları da arttı. 1930’da oyları % 25,8’e çıktı; bu sırada toplumda siyasal bölünmelerin de gittikçe arttığı gözlemlenmeye başlandı. Açlık ve sefalet yanında, Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği utanç duygusu, milliyetçi söylemlerin yayılmasına ortam hazırlamıştı. Naziler kadar olmasa bile Kızıl Cephe de güçleniyordu.
Zaten gerek dinsel gerekse de ırkçı-milliyetçi söylemler sürekli olarak kriz dönemlerinde prim yapmaktadır.
Buna rağmen, Weimar hükümetinin duyarsızlığı ve nazileri gelip geçici bir heves gibi görerek önemsemeyip küçümsemiş olmaları önce Almanya sonra da tüm insanlık için tam bir felaket oldu.

1931’de beş büyük banka ve 20 000 işletme iflas etti. Orta sınıf yerle bir oldu. Hitler, Hindenburg’un karşısında seçimleri kaybetmişti, ama güçlenmeye devam ediyordu.

30 partinin katıldığı 1932 seçimlerinde alman halkının nasıl bölünmekte olduğu iyice açığa çıkmıştı. Bu seçimlerde parlamentoda hâlâ çoğunluğu sağlayamamış olsa da % 37 oyla en büyük parti naziler oldu. E ne yaparsınız… ‘milli irade’!

İşsizler ya komünistlere ya da Hitler’in ‘Fırtına Birlikleri’ne katıldı. Alman bankerler, kendilerince daha güvenilir bulup çıkarlarına uygun olduğunu düşünerek açıktan açığa Hitler’e destek vermeye başladılar. Bir yandan halk yoksullaşırken diğer yandan nazi yandaşı yeni zenginler türemeye başladı. Ulusal burjuvazi ve kompradorlar her zaman ve her yerde olduğu gibi yine ‘güçlüden yana’ tavır alıyorlardı.
Buna rağmen seçimler yenilendiğinde, toplumdaki tepkiler ve aydınların son gayretiyle nazi oyları ancak % 33’e geriledi. Ama bu nispî uyanış yetersizdi ve çok geç kalınmıştı.

30 Ocak 1933’te Hitler ‘Şansölye’, von Papen ‘Şansölye Yardımcısı’ oldu. Yeni nazi devleti, yani ‘Üçüncü Reich’ ilan edildi. Bu sonuca, muhalefet oylarının bölünüp parçalanması ve nazizmi parlamento kanalıyla kontrol edebileceklerini sanan rakiplerinin yanlış hesapları neden olmuştu. Artık halka ‘başarılı’ görünmeleri kaydıyla istediklerini yapmakta özgürdüler. Yoğun bir propaganda ve muhalefeti lekeleyip yıldırma çalışması başlatıldı. Nazizmin, demokrasinin imkan ve araçlarını kullanarak yola çıkan, büyük sermayeye dayalı antidemokratik ve ırkçı söylemlerin, insanlık karşıtı soykırımların ve faşizmin iktidarı demek olduğu gittikçe daha iyi anlaşılmaya başlanıyordu. Görünürde, eskiye göre bir huzur ve güven ortamı oluşturulmuş gibiydi. Bu sonuçtan, sadece kendi çıkarlarını düşünen işadamları gurur duyuyordu. Şimdi sıra ırkçı-ulusalcıların finans kapital desteğinde bir kez iktidar olduklarında neler yapılabileceğini ve nelerin değişeceğini görmeye gelmişti.

Hitler, kendisi hiç de dindar olmadığı halde öyle görünmüş ve kilise ile birlikte yahudi aleyhtarı tüm şoven dindarların desteğini almıştı, sonuna kadar da almaya devam etti. İlk tutuklamalar komünistlere uygulandı; ardından yahudiler ve sosyalistler toplama kamplarına gönderildi. Sustukça sıra susanlara da geliyordu.

Politik zafer için her türlü baskı ve şiddet ile, ırkçı-milliyetçi söylem ve motifler alabildiğine kullanıldı. Hitler’e ‘führer’ (önder, başbuğ) denilmeye başlandı. Çünkü o, üstün halkın en üstün ve seçkin lideri olarak kabul ediliyordu.
Peki her ulusun Hitler gibi bir başbuğu olsa ne olacaktı? Her ulus kendini daha seçkin ve daha üstün görmeye başlar; egemenlik alanını durmaksızın genişletmeye, hattâ ‘emperyal’ olmaya çalışırsa, aralarında durmaksızın sürecek olan savaşlar mı?
Nazilerin ‘alman halkını arındırarak yeniden yaratmak’ gibi sözde idealleri, ırkçı politik felsefeleri böylesine çarpık ve kaypaktı. Silah üretimine ağırlık verildi. Yeni kurulan silah ve mühimmat fabrikaları ile otoyol yapımı işsizliği nispeten azalttı. Kitleler, kendilerine pompalanan ‘ülke onuru’ ve ‘alman ırkının üstünlüğü’ uğruna ekonomik sıkıntılara ve enflasyona katlanır oldu.

‘Saf alman ırkı’ yaratma amacıyla Hitler’in Genç Kızları grubu oluşturuldu, ‘insan hâraları’ kuruldu. Bugün unutulan, cinselliğin bir hayli ağırlıkta olduğu ve çırılçıplak kızların ortalıkta boygösterdiği ‘Amazon Geceleri’ düzenlendi. Amaç seçkin ve safkan alman erkeklerini damızlık gibi kullanarak bu seçilmiş kızlarla çiftleştirip sonunda ‘üstün alman ırkı’nı yaratmaktı. Bu amaçla işbirlikçi ve ‘masum’ yahudilerin dahi almanlarla evlenmeleri yasaklandı. Anti-semitik propaganda gittikçe yoğunlaştırıldı, binlerce sinagog yakıldı, yıkıldı. Onbinlerce yahudi ülkeden kaçarcasına göçetti; geride kalanlarsa Gestapo tarafından sürekli izlendi ve fişlendiler. Yahudilerle arkadaşlık dahi başlı başına suçlanma nedeniydi.
Komünistlerden sonra yahudilerin ve sosyalistlerin imhası başladı. Kitleler hâlinde toplama kamplarına alınarak sistemli biçimde ‘imha’ edildiler. İnsanlık tarihinin, araplar tarafından türklere uygulanmış olan
kitlesel husûmet ve etnik temizlik hareketinden sonraki en büyük soykırımlarından birisi uygulandı.
En gözde slogan, “Tanrı Führer’i Korusun !”du.

Hitler’in beş büyük danışmanı, hükümetin de üzerinde yetkili ve ‘Hitler adına’ her istediklerini yaptırabilecek kadar etkiliydiler. Danışmanlarına ulaşabilenler bürokraside yükselebiliyorlardı. En yakın adamları eski bir pilot olan Göring, tavuk çiftliği sahibi Himler ve propaganda bakanı Goebbels idi.
Sakat doğan çocuklar ve sakatlıkları tespit edilenler, üstün alman ırkının sağlığını ve saflığını bozmamaları için yüksek dozda morfin verilerek öldürüldüler. Bu cinayetlerden resmî kayıtlara geçenlerin sayısı beşbinin üzerindedir.

Ama bu akıldışı ekonomik ve sosyal program 1938’de iflas etti; hiper-enflasyon baş gösterdi. Enflasyon o kadar yüksekti ki… bir sucuk ve bir ekmek için dört milyar mark ödenmesi gerekiyordu. Tek çare kalmıştı; dünyanın gözü önünde yıllardır hazırlanmakta oldukları ‘savaş’…!

12 Mart 1938’de hiçbir direnişle karşılaşılmaksızın Avusturya’ya girildi. Almanya’da olduğu gibi, Hitler’in anavatanı olan Avusturya’da da yahudiler önce aşağılandı, paralarına ve malvarlıklarına el konuldu; kaçabilenler kaçtı, kalanlar ‘imha’ edilirken dünya yine seyrediyordu. Çünkü işgalin ertesi günü, tarihi önceden kararlaştırılmış olan plebisit yapılmış ve halkın güya % 99’u Almanya ile ‘birleşmeye onay’ vermişti (!).
1939 martında, bu defa Çekoslovakya işgal edildi. Rusya ile imzalanan ‘saldırmazlık paktı’nın ardından 1 Eylül 1939’da Almanya, Polonya’yı da işgale başladı ki bu tarih İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı kabul edilmektedir.

Hitler’e göre Almanya coğrafî bakımdan zaten yeterince büyük bir ülke değildi ve önce Almanya büyümeli, güçlenmeli; ardından da onun önderliğinde yeni bir dünya nizamı kurulmalıydı. İşgal edilen Polonya’nın toprak bütünlüğünün garantörleri olan Fransa ve İngiltere 3 Eylül’de Almanya’ya savaş ilan ettiler. Böylelikle İkinci Dünya Savaşı fiilen başlamış oldu.

Hitler güya İngiltere ile havada savaşıyordu, ama o aşamada gerçek amacı karadan Rusya’ya saldırmaktı.

1 Eylül’deki istilânın ardından 1939 yılında en kanlı kıyımlar Polonya’da uygulandı. Beş haftada Polonya ordusu yok edildi; rütbeliler öldürüldü; ülke çapında büyük bir etnik temizlik başlatıldı. Milyonlarca polonyalı evinden, yurdundan edildi; çoğu yahudi olan milyonlarcası da kadın ve çocuk ayrımı yapılmaksızın toplama kamplarında açlığa ve ölüme terk edildi. Hayatta kalabilenler gaz odalarına atıldı, krimateryumlarda yakıldı, cânice katledildiler.

‘Saldırmazlık Paktı’ hiçe sayılarak 22 Haziran 1941’de ‘Barbarossa Harekâtı’ adıyla Sovyetler Birliği’ne karşı başlatılan kitlesel taarruz, gerçekte alman nazizminin de sonunu hazırladı. Başlangıçta her şey Hitler’in istediği gibi gitti. Evler yıkılıyor, her yer yakılıyor, tanklar insanların üzerine sürülüyor, erkekler öldürülüp kadınlara tecavüz ediliyor; tam bir vahşet ve cânilik yaşanıyordu. Yüzbinlerce ‘doğulu yahudi’ ve güya ‘insan saymaya değmeyecek’ kızıl komünist özel talimatlarla katledildi.
Hitler Baltık ülkelerine yöneldiğinde, örneğin Stalin tarafından zulme uğratılmış olan Litvanya’da, alman orduları önce kurtarıcı gibi karşılanmıştı. Ama Litvanya, Letonya ve Estonya’da da yahudiler ve komünistler yine acımasızca ve toplu halde katledildiler. ‘Arındırma operasyonları’ oralarda da yoğunlaştırıldı, oralarda da kadın ve çocuk ayrımı gözetilmeksizin katliamlar acımasızca sürdürüldü. Kurşuna dizilerek yapılan toplu infazlar almanlar arasında bile tepkilere neden olunca Himler’in talimatıyla ‘gaz odaları’ inşa edildi ve böylelikle ‘arındırmanın daha insanî yapılması’ (!) sağlandı. Alman toplumunda artık ‘bizler yahudi dinine inanan birer almanız’ demek de yeterli olmuyordu. Bütün yahudilerin, komünistlerin ve sosyalistlerin vatan haini oldukları kabul ediliyordu.
Auschwitz/Birkenau, Belzec, Majdanek, Sobibor, Chelmno ve Treblinka’da milyonlarca yahudi, komünist, sosyalist, hattâ çingeneler erkek-kadın-çocuk ayırt edilmeksizin gaz odalarında can verdi. Sadece Treblinka’da 875 000 ceset bulundu ve o cehennemden ancak 70 kişi kurtulabildi.

Önceleri İngiltere ve Fransa’ya sadece silah ve mühimmat yardımı yapmakta olan ABD’nin savaşa doğrudan katılımı ancak japonların Pearl Harbor baskınından sonradır (7 Aralık 1941). Bu olay üzerine ABD Kongresi 8 Aralık 1941’de Japonya’ya savaş ilan etmiş ve bu tarihten sonra savaşın seyri tamamen değişmiştir.

İlerleyen tarihlerde, 1943 yılında italyanlar bir başka faşist diktatör ve Hitler’in de sadık müttefiki olan Mussolini’den kurtuldular. Ama almanlar neredeyse İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar beklediler. Normandiya Çıkarması ve Pasifik’teki bozgunun ardından, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra japonlarla almanların savaşı kaybedeceği belli olunca, 30 Nisan 1945’te Hitler intihar etti.

Alman Nasyonalsosyalist İşçi Partisi deneyimi, yani Nazizm görünüşte yokolmuş ama bedeli çok ağır ödenmişti. Caspers’in dediği gibi, “Bu olanlar insanlık için bir uyarıdır”. Bize göreyse unutulması suçtur, çünkü unutulursa her ülkede, değişik yöntemlerle de olsa (örneğin etnik, dinsel, kültürel… ayrımcılıklar körüklenerek) ve farklı biçimdeki sivil darbelerle her an yeniden yaşanabilir.

Nazilerin sebep olduğu İkinci Dünya Savaşı’nda 55 milyon insan öldü. Savaştan etkilenen bütün cepheler (Doğu Cephesi, Asya-Pasifik, Kuzey Afrika, Akdeniz, İtalya, Balkanlar…) ile açlık ve yoksulluktan ölenler de dahil edildiğinde bu rakam daha da yüksektir.
Oniki yıllık Nazi iktidarının (1933-1945) savaş öncesindeki ilk altı yılında Almanya’da ve işgal edilen ülkelerde öldürülen insan sayısı bugün hâlâ tam olarak bilinememektedir. Nazi kaynaklarına göre sadece altı milyon musevînin, sırf inançları farklı olduğu için ve bu nedenle de soylu alman ırkını bozdukları gerekçesiyle suçlu kabul edilerek soykırıma uğratılmış oldukları kesinleşmiştir.

Bugün hâlâ, “Kültürlü bir ulusun, Alman Nasyonalsosyalist İşçi Partisi’nin 55 numaralı üyesi, Avusturyalı eski onbaşı Adolf Hitler gibi, insanlıktan nasibini alamamış bir çılgının peşinden nasıl gittiği” soruluyor. Oysa ki yanıtı çok basit; ekonomi politiğin acımasız kuralları karşısında, büyük alman sanayicilerinin dayanılmaz çıkar hırsı ve işbirlikçi alman burjuvazisinin, şoven söylemlerin ardına gizlenen akılalmaz bencillik, umursamazlık ve aymazlığı bu kaçınılmaz sonu hazırlamıştır.

Sonuç olarak; kendisine, toplumuna ve insanlığa saygısı olan hiç kimse, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde elinden geleni ardına koymamalıdır. Bu aynı zamanda, geleceklerini kendilerinden ödünç aldığımız bizden sonraki nesillere olan borcumuzdur.
Bugün hiçbir gerçek aydının askerî darbe yandaşı olması düşünülemez. Ama aynı şekilde, insan olarak herhangi bir ülkede yavaş yavaş yerleştirilmeye çalışılan; hazırlayanların gözünde ‘kanlı mı, kansız mı’ olacağına basit ve önemsiz bir ayrıntı olarak bakılan, ya da ‘şeriat gelecek, fıstık gibi olacak’ denilen, ‘demokrasi amaç değil, araçtır; o bir tranvaydır, istediğimiz zaman ineriz’… türü söylemlerle ortam sulandırılarak gelişi gizlenmek istenen sivil-faşist darbelere de karşı çıkabiliyor muyuz? Bugün için bu çok daha önemlidir.

A. Kerim Soley