CHP Genel Başkanı Kılıçdaoğlu’nun reklamlarda söylediği “ben CHP’li AKP’li diye ayırmam” söylemini ilk duyduğumda tebrik ederken henüz CHP oylarının yükselmeye başladığını da fark etmemiştim. Ancak herkese: “Bakın Kılıçdaroğlu söylemini değiştirdi, BİR’lik bilinci ile konuşmaya başladı. Gerçekten böyle düşünmese de fark etmez, mutlaka oylarında yükselme olacaktır. Oylar da saf enerjilerin bir formu olduğuna göre, onlar mutlaka dengenin olduğu yerde çoğalmayı seçeceklerdir. Bu enerjinin doğasıdır.”

Diyordum. Meğer daha o söylem reklamlarda dönmeye başlar başlamaz CHP oyları yükselmeye başlamış bile. Sonra başka bir şey fark ettim ve geçenlerde Facebook duvarıma; “Son yılların en müthiş sloganı: Herkes için CHP! Nihayet akıllar başa dönüyor galiba.“ yazdım. Bu sloganı kullanmaya başladıklarından bu yana CHP oyları daha da artmaya başlamış.

Peki ne oldu? Neden bu oylar bu aniden, seçime iki ay kala arttı? Sadece Kılıçdaroğlu’na olan güven ya da AKP’nin üst üste açıklanan skandallar mı bunu sağladı? Sanmıyorum. Ben yine kendi sözümün arkasındayım. Ben yine durumun enerjinin dengeyi yeğlemesine bağlı olduğunu düşünüyorum. Bu konuda daha anlaşılır olabilmek için konuyu biraz dağıtmaya izinli olduğumu düşünüp aldım klavyeyi elime ve başladım tıklamaya.

 Değişimin Tarihi

Maya Takvimi, Nostradamus Kehanetleri, kanallık bilgileri ile ilgilenen spiritüel kesimin son yıllarda özellikle işaret ettiği 2012 yılı kapıda. O kadar yakın ve o kadar çok söylem var ki en rasyonel, en bilimci yaklaşımların yandaşları bile adeta nefeslerini tutmuş olana bakıyorlar.

İster inanç içinde saplanıp kalmış deyin ister fırsatçı, çok çeşitli kesimlerden çok ayrı bakış açılarına sahip insanlar 2012 özellikle de 21.12.2012 tarihini ajandalarına işaretlemiş durumdalar. Kimi felaket tellallığı ekseninde filmini yapıyor, kimi gruplar halinde toplanıp kutlayışa yelteniyor. Gerçekten bir şey olacak mı? Kimse bilmiyor.

Ben kendi adıma bu tarihin gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte ortaya çıkacak değişimin bıçakla kesilmiş gibi ani ve çok sarsıcı olacağını da düşünmüyorum. Akşam insan yatıp sabah melek kalkmayacağız yani. Benim anladığım kadarıyla, içine gireceğimiz zaman bölgesinde bu güne dek pek de tanımadığımız yeni tür titreşimlerle karşılaşacağız. O zaman bölgesi zaten var. Orada ve hep oradaydı. Sadece 3 boyutlu bir alanda yaşayan bizler lineer zaman algımız nedeniyle o zaman bölgesinin zaten orada olduğunu göremiyorduk. Görenler sözünü ettiğinde ise yine üç boyutlu bakış açısına bağlı lineer zaman algısı nedeniyle söyleneni kavrayamıyorduk. Ben bugün bile tam olarak kavrayabildiğimizi düşünmüyorum. Sadece yeni bilimsel veriler ışığında bakınca eskisi kadar itiraz edilmediğini ve anlaşılan realitenin kavranılmasına da çaba gösterildiğini fark ediyorum.

Tüm dünya neredeyse toplumun her kesimindeki insanlar tarafından bu kadar önemli bulunan bu tarihe yaklaşırken ülkemiz de kendisi için çok önemli bir dönemece girmiş durumda. 2012 Yılından önce olası son siyasal seçimler yine bir 12’li tarihte olacak: 12.06.2011.

(Olaya basit numeroloji açısından bakarsak 2011 yılı 4 sayısının titreşimi ile etkiliyor hepimizi. 4 Titreşimi istikrardan ve buna bağlı olarak kazanılan kalıcılıktan söz eder.

İleri düzey numerolojide ise 4 titreşimi insanın kendi tanrısallığına geçiş yaptığı ilk basamaktır. 4 rakamı kişinin tüm diğer -sandığı ve aslında sadece kendi yansımasından ibaret- var olan her şeyle bağlı kalmasına izin veren yüksek benliğinin temsilcisidir aynı zamanda.

Fiziksel, zihinsel ve ruhsal boyutların bir bütününden oluşan insanın enerji alanında, en içeride, en gizli köşede dünyaya gelirken ona katılan tanrısal ışık bulunur. Kişi ancak 4 titreşiminin kendisini etkilemesine izin verdiğinde bu tanrısal, yaratıcı parçasıyla elele bir yaşam sürdürebilir. Yüksek benliğin seçimlerine uygun yaşamaya başlamak o benliğin içerideki bu tanrısal ışığı yakmasına izin vermektir bir bakıma.

Sadeleştirilmiş haliyle 4 titreşimini yayan her yılda, insanlar diğer yıllara oranla daha fazla 4ten yayılan titreşimin kendilerini etkilemesine maruz kalırlar. Ancak sadeleştirilmiş her 4, her zaman aynı titreşime sahip değildir.

Örneğin 1993 yılının 1+9+9+3= 22 / 2+2= 4 numerolojisine göre 2011 yılının 2+1+1=4 numerolojisi aynı titreşimleri sunmuyor. Bir önceki sayıya ulaşmak için kullanılan (2 kez) 9, 8 ve 3 ile sonrasında ulaşılan (2 kez) 2 rakamları yerine bir kez 2 ve iki kez de 1 asal sayılarından ortaya konan son derece güçlü bir 4 rakamının titreşimsel etkileri (şaşırtıcı da olsa) aynı değildir. Kısaca 2011 yılının 4 titreşimi insanları son yıllara ilişkin tüm diğer 4 titreşimlerinden daha doğrudan ve dolaysıyla daha derinden etkilemektedir.)

Konuyu fazla dağıtmadan bakacak olursak, 12.06.2011 tarihi Türkiye’de yapılabilecek bir seçimin ülkeyi çok sağlam, istikrarlı ve kalıcı bir yere taşıma potansiyeline sahip olduğunu fark ederiz.

Her zaman büyük bir güven ve imanla sözünü ettiğim bir gerçekliği burada özellikle yeniden vurgulamak isterim. Her var olan zıddıyla BİR ve BÜTÜN olur. O günün numerolojisi de (12/06/2011 numerolojisi de 4 ediyor) kutupsallık içinde bir yanında sağlamlık, istikrar ve kalıcılık potansiyeli taşıyorsa, diğer yanında tam da aynı ölçüde dayanıksızlık, istikrarsızlık ve yok olma potansiyeli taşıyordur. Aynı potansiyel enerjiden kendimize en yarayanı seçip alabiliriz. Bunu yaparken ne yaptığımızı iyi bilmek daha sonra yaşayabileceğimiz pişmanlık ve üzüntüyü bir potansiyel olmaktan çıkarabilir.

Teori basit, var olan her şeye %100 evet diyeceğiz, her iki potansiyele de izinli olacağız, her iki yöne de yüreğimizde bir yer verip hayatımızda olduğu için teşekkür edip onurlandıracağız ve sonuç olarak biz kendi beğendiğimiz taraftaki titreşimi kullanacağız. (https://www.derki.com/ruhsallik/item/2016-varolan-herseye-evet)

Gelelim Seçimlere

Şimdi bu durumu ülkenin hazırlanmakta olduğu seçimlere uyarlayalım. O gün Türkiye için bir dönemin kapanıp yerine kalıcı istikrarın gelmesine olanak sağlayan özel bir titreşime sahip. Ancak aynı titreşim potansiyel olarak tam zıddını da içinde taşıyor.

Ülkede bir kesim insan kalıcı istikrarın peşinde çünkü böylesi bir durum kendilerini şimdi bulundukları yere göre daha yüksek bir alana taşıyabilir diye umut ediyorlar. Buna karşılık, kalıcı istikrar yerine kaos ve karmaşayı yeğleyenler de var. O kişilerin donanımları ancak kaos zamanı işe yarayan araç gereçten oluşuyor.

Bu 2 ana grubun arasında olan ve her türlü halden nemalanan ya da zarar gören bir de küçük kesim var. Amaç ise bütünün en yüksek hayrına olanı bulmak.

Ülke bir tane ve her ne kadar biz ve onlar deniliyorsa da ortada her hangi bir “onlar” grubu olduğunu düşünmüyorum. Herkes “biz” grubuna dahil bence. 1924 yılında çıkarılan ve 5 kez değişikliğe uğradıktan sonra 1937 yılında netleşen yasaya göre: “Madde 88. – Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denir. Türkiye’de veya Türkiye dışında bir Türk babadan gelen yahut Türkiye’de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye’de dünyaya gelip de memleket içinde oturan ve erginlik yaşına vardığında resmi olarak Türk vatandaşlığını isteyen yahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatının kaybı kanunda yazılı hallerde olur.” gerçeği tartışılamaz bir durumdur.

Yasa böyle söylediğine göre pek çok arkadaşımızın “onlar” diyerek dışlamaya çalıştığı kişiler aslında kendi içimizin öz parçalarından başka bir şey değildir.

Bütünlüğün korunabilmesi ancak tüm parçaların görülmesi ve aidiyet hakkının kendilerine verilmesiyle mümkündür. Enerjinin akışkan ve destekleyici olabilmesi de…

Şimdi bu söylemi ülkeye uyarlamaya devam edelim. Türkiye Cumhuriyeti insan gücü de dahil hiçbir şeyi olmayan bir ulusun, her şeyi fazlasıyla bulunan çoklu uluslara karşı verdiği bir savaşın sonunda kuruldu. Üstelik savaş sadece dışarıdaki uluslara karşı değil, aynı zamanda kendi içinde yaşayan farklı görüş ve umutlara sahip vatandaşlara karşı da verildi.

İlkokuldan bu yana bizlere öğretilen Atatürk Devrimleri o savaştan hemen sonra, içerideki muhalif gruplara rağmen ortaya konan sosyal yaşam reformlarıdır bence. Elbette farklı kesimlerden insanlar “benim dediğim” veya “senin dediğin” kavgasına katıldılar. Savaşın zaferle sonuçlanmasından doğan ivme daha batılı bir medeniyeti seçenleri destekledi. Atatürk yanlıları ve diğerleri ayrımı tam da o zaman başladı aslında.

Öyle zamanlar oldu ki cumhuriyet tarihi boyunca tam da o yıllarda başlayan bu ayırım kendini pek çok farklı isimle defalarca ortaya koydu, gösterdi, belli etti. Her seferinde bir grup diğerine göre üstünlüğü ele geçirir gibi olduğunda ordu bir genel dengeleyici unsur gibi ortaya çıkıp kendiliğinden olması gereken enerjinin zıddıyla bütünleşmesi sürecini kesintiye uğrattı. Adım iyi niyetle atıldıysa da sonuçları hiç iyi olmadı. Her darbeden sonra ülke biraz daha beklenen hak ve özgürlük çizgisinin gerisine itildi. Oysa 1961’de çıkarılan anayasa ne kadar da demokrattı…

Bu Süreç Nasıl Başladı?

Peki ne oldu da bu kadar demokratik bir anayasanın yerine biz 21 yıl sonra 1982 yılında hak ve özgürlükler açısından son derece kısıtlayıcı bir anayasayı neredeyse % 92 evet oyu ile kabul ettik. Elbette ben burada “insanlar ordudan ve ortaya konan faşist rejimin kendilerine zarar vermesinden korktu” söyleminin ötesini soruyorum.

Bana sorarsanız bu sorunun yanıtı için de çok geriye gitmek gerek. Enerjinin hareketinin başladığı zamana…

Çoklu ulusların ülkeyi bölerek parçalayarak paylaşmasından sonra yokluk ve korku içindeki halkın enerjisi onların bastırılmış duygularından meydana gelen titreşimsel acı çemberlerinin içine sıkıştı.

Atatürk Devrimleri ile ortaya konan medenileşme süreci, savaşta ortaya çıkan korku, üzüntü, keder nedeniyle üremiş ve içe dönerek sıkışmış enerjinin rahatlayarak kendi yoluna doğru yönlenmesine de olanak sağladı. Ata çok güçlü iradesi ve korkmadan kullandığı yaratıcı enerjisi ile –muhtemelen bu etkisinin farkında bile olmadan- sağlam bir mıknatıs gibi işlev görüyor ve enerjiyi kendisinin seçtiği yönde yoğunlaştırıyordu. Onun gibi düşünenler güçlenip palazlanıyor ve güçlendikçe edimlerinden ve seçimlerinden daha da hoşnut hale geliyorlardı. Öyle ya! Yaptıkları iyi olmasa sistem onları o kadar desteklemezdi ki…

Artık karşı taraf değişmeye başladı. Önce düşman ülkeler karşı taraf iken şimdi içerideki devrimi, laikliği, ilerlemeye yönelik adımları beğenmeyen, devletin kendileri için karar vermesine ve böylece sorumluluktan uzak kalabilmeye alışkın (padişaha göre) kul ya da (peygambere/halifeye göre) ümmet bilincindeki halk içten içe kaynıyor ve eskiye öykünmeye devam ediyordu. İçsel olarak ortaya koydukları bu direnç nedeniyle Ata’nın ve çevresindekilerin yarattığı enerjiyle rezone olamıyor, giderek daralan kendi ürettikleri çember içinde sıkışarak ister istemez olanı ve oluşturanı suçluyorlardı. Ortaya yeni acı çemberleri çıkmaya başladı.

Her iki taraf da aslında “sürtüşmeden enerji doğar, kavga edelim, enerji üretelim” alt düşüncesinden kaynaklanan eski alışkanlıkla hareket ettiklerinin bilincinde bile değildi bence. Kuantum fizikten, enerjiyi üretmek için sadece var olan titreşime odaklanarak çoğalmasını söylemenin yeterli olduğunu kanıtlayan bilgilerden henüz haberdar değildi hiç biri. Bu nedenle enerjinin iki kutup arasında gidip gelerek, sürtünüp sıkışarak üreyeceğini ve böylece destekleneceklerini sanıyor ve içgüdüsel olarak kutuplaşıyorlardı bence.

Ata’nın kendi iradesi ve gücü ile onun ve onun gibi düşünlerin tarafında biriken enerji, onun gücünün nötralize olmasından sonra (ölünce artık dünyevi enerjileri tutamaz hale geldi) nispeten serbest kalmaya, kendi yönünü kendi seçebilmeye başladı. Enerji serbestçe akarsa mutlaka dengeyi seçer. Bu nedenle hemen onun yoldan ayrılmasının ardından yeni bir titreşimsel dönüşüm süreci başladı.

İsmet İnönü kendi bilgi ve görgüsü ile elinden geldiğince devrimlerin oturmasına, halkın bu yeni yaşam biçimine alışmaya devam etmesini sağlamaya gayret etti elbette. Ancak onun gücü ile Ata’nın gücü arasındaki fark tutabildikleri enerjiyi de belirledi. Atatürk’ün güçlü alanına yapışan enerjiler bir bir serbest kaldıkça İsmet İnönü ve onun başı çektiği parti olan CHP de güç kaybetmeye başladı. Çok partili hayata geçişte enerji tamamen serbest kalmış ve dengeyi hızla sağlamak adına muhafazakar kesimin hizmetine girmişti.

Gelelim Günümüze…

Sonrası daha yakın tarih. Benim akranlarımın belleğinde sağ sol çatışması olarak yer eden dönem var mesela. Enerjinin iki kutup arasında sürekli gidip gelerek dinamizmi yarattığı bir süreç ve şimdilerde ikinci askeri darbe ile her iki kesimin insanlarının kendilerini bir anda başka bir kutupluluğun içinde buldukları son dönem.

Günümüzde enerjinin bu dansına yeni bir isim veriliyor: Laik, anti-laik…

Yine birkaç yıl geriye dönelim ve yine olanı titreşimsel seviyede anlamaya gayret edelim. AKP’nin yolunu beğenmeyen bir kesim insan sokağa çıkalım ve sesimizi duyuralım demeye karar verdiler bir gün. Ses birikmiş enerjinin akmasına destek veren bir araçtır ancak doğru kullanılmadığında tam da istenilenin aksi istikamete yönelir.

Halk ellerinde bayraklarla sokağa fırladı iki kez. Resimlere bakın göreceksiniz, yer gök kıpkırmızı oldu adına “Cumhuriyet Yürüyüşü” dedikleri o gösterilerde. O günkü hükümete ve onlara oy verenlere karşı bir hareket başlattı halkın bir kesimi. “Siz” dediler ve “biz sizi istemiyoruz” diyerek devam ettiler söylemlerine. Tam da o dönemde enerjiyi ve hareket etme biçimini oldukça iyi kavramış biri olarak ulaşabildiğim tüm insanlara dilimin döndüğünce edimlerinin sonuçları hakkındaki öngörümü anlatmaya gayret ettim.

Çevremdeki herkes o yürüyüşlere katılıyordu. Ortalıkta derin bir düşmanlık havası esiyordu. Sanki başka bir ulusun insanları gelip ülkeyi devralmış ve bizi sömürmeye başlamışlardı. Sanki bu yönetenler düşman ülkelerin kumandalarıydı da biz de emperyalizme karşı omuz omuza bir mücadele başlatmaya gayret ediyorduk. Herkes diğerinin de TC kimliği taşıdığını ve demokratik düzen içinde istediği gibi düşünme ve taleplerde bulunma hakkını unutmuştu. Bunun sonuçlarının iyi olamayacağının bilinciyle ulaşabildiğim herkese: “Arkadaşlar, onlar veya siz demeyin lütfen. Ortada onlar diye bir şey yok. Bu bir siyasal parti ve ülkemizin içinden çıktı, halkımızın insanı tarafından kuruldu. Söylemlerini, edimlerini beğenmeyebilirsiniz ancak onlar defolup gitsin ya da siz defolup gidin diyemezsiniz. Aidiyet haklarını ellerinden alamazsınız. Bilin ki bu söylemler enerjiyi sizin hiç de hoşlanmayacağınız bir yöne aktarır. Onlar dedikleriniz sizin aklınıza bile gelmeyecek kadar güçlenir ve sorumlusu da siz olursunuz. Gelin bunu başka türlü yapalım. Yine istediğinizi söyleyin ancak bunu enerjiyi, titreşimi diğer yöne doğru hareketlendirmeyecek biçimde yapalım” deyip durdum.

Bazı dostlar peki ne diyelim diye sordular, yanıtım: “Sizi görüyoruz ve ülkemizin, halkımızın bir parçası olarak kaderinizi, varlığınızı, seçimlerinizi ve o seçimlerde bulunma hakkınızı onurlandırıyoruz. Biz bu ülkede bu yürüyüşe katılan insanlar sizin yolunuzu benimsemiyoruz diyebilirsiniz” oldu. Gülenler ve dalga geçenler oldu. Benim çok saf olduğumu, bu yolun sonunda mutlaka kayıp olacağını, yapılacak en iyi şeyin mücadele olduğunu söyledi pek çokları. Daha ağır hakaret edenler de oldu.

Sonra Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ile ilgili savaşım başladı, ben yine aynı şeyleri savundum ve CHP’nin daha doğrusu o dönemdeki genel başkanının diğer tarafı mağdur ettikçe onlara güç verdiğini söyledim. Ne yalan söyleyeyim bir ara Baykal’ın “bilerek ve isteyerek” onların ekmeğine yağ sürdüğünü bile düşündüm.

Sonuçlar ortada. AKP kimsenin aklına bile gelmeyecek kadar yüksek bir oyla tekrar iktidara geldi. Abdullah Gül de cumhurbaşkanı. Kimi diyor ki hile oldu, olabilir. Kimi diyor ki ABD destekliyor ondan kazanıyorlar, olabilir.

Ben diyorum ki Erdoğan her seçimden hemen sonra BİR Bilinci’ne uygun söylemde bulunuyor ve diğerleri de buna aykırı davranıyor ve bu nedenle biri yükselirken diğeri çöküyor, bu da olabilir.

Gelin bir dakikanızı ayırın ve düşünün. Yazının başına bakın, tekrar okuyun, enerjinin hareketini anlamaya evet deyin ve öyle düşünün.

Oyunuzu kime vereceğiniz sizin bileceğiniz bir şey. İster AKP ister CHP ister bambaşka bir parti OL’sun. Unutmayın, enerjinin iyi ile kötü arasında ayırt etme yeteneği yoktur. O kendini var edebileceği titreşimin olduğu yere yönelir. Kuantum Fiziği enerjinin düşünceyi izlediğini söylüyor, araştırıp doğru olup olmadığına baktığından söz etmiyor. Oyunuzu kullanırken niyetinizde “bütünün en yüksek hayrına olan neyse o olsun” demek, bu söyleme inanmasanız bile buna en azından sözel olarak yönelmek çok mu zor? Bence değil.

Bu seçimde oy verirken: “Bütünün en yüksek hayrına oyumu kullanıyorum, hangi görüş ve ideolojiden olursa olsun seçime katılan tüm partileri ve adayları onurlandırıyorum ve ben oy pusulamı …. partiden yana mühürlüyorum” demeyi deneyin. Oyunuzu yine istediğiniz partiye vermiş ve enerjiyi de sıkıştırmamış olmanız dışında hiçbir şey yapmamış olacağınız bu seçim belki de aradığınız çıkış yolunu sağlar.”

Hazır 2012 kapıdayken, hazır 5 titreşimin değişim enerjileri bize hızla yaklaşırken, haydi 4 titreşiminin istikrar, sağlamlık ve kalıcılık sağlayan etkisine ortak olalım.

Her türlü seçim sonucuna % 100 EVET, her türlü seçim sonucuna izinliyim ve ben bütünün en yüksek hayrına olan sonucu seçiyorum.

Zeynep Alan Sevil Güven