Son sekiz yıl içinde yaşananları da dikkate alınca, bir ABD Başkanı’nın Latin Amerika’da böylesine “sıcak”, coşkulu ve sempatiyle karşılanmış olmasının, gerçekten sıradışı rüzgârların habercisi niteliği taşıdığını kabul etmek gerek. Güney Amerika Zirvesi için Trinidad ve Tobago’ya giden Barack Obama, görünüşe bakılırsa kıtada çok uzun zamandır görmeye alışık olmadığımız farklı bir heyecanı, yalnızca liderlerin toplandığı salona değil, sokaklara da taşımış. Latin Amerika’nın çileli insanları için ABD, yirminci yüzyıl boyunca hep ürkütücü, rahatsız edici ve öfke uyandırıcı imgelerin gölgesi altında, kuşku ve güvensizlik içinde algılandı. Haksız da değiller elbette; kıtanın tarihi, Grover Cleveland’ın başkanlığından bu yana ABD tarafından manipule edilip finansal anlamda da ciddi biçimde desteklenen komplolar, siyasi cinayetler, darbeler ve karşı-devrim girişimleriyle dolu.

Anılar elbette o kadar kolay silinmiyor belleklerden. Latin Amerika insanının ABD’de gerçekten bir şeylerin değişmeye başladığına inanabilmesi için, alınması gereken çooook yol var. Ama en azından şu büyük bir rahatlıkla söylenebilir ki, Barack Obama’nın Beyaz Saray’a yerleşmesi,birçok anlamda beklentileri büyüttüğü gibi, “Kuzey’deki Büyük Birader”e olan bakışı da hiç değilse bir miktar etkilemiş. Çiçeği burnunda ABD başkanının göreve geldikten sonraki ilk önemli ve kritik dış teması diyebileceğimiz Güney Amerika Zirvesi’nde yaşananlar, bunun önemli göstergelerinden biri.

Sözgelimi, geride kalan sekiz yıl boyunca, yani Neocon’lar iktidardayken ABD’yi eleştiri ve ironi bombardımanına tutup, bu arada muhafazakâr ideologları da ciddi biçimde kızdıran ve korkutan Hugo Chavez, zirve sırasında oturduğu koltuktan kalkıp dostça bir selamla Obama’nın yanına gittiğinde, uluslararası medya da bu “ilginç anı” görüntülemek için yarıştı birbiriyle.

Düşünsenize, önce oturduğu yerden “Obama!” diye sesleniyor Başkan’a, “Yes?” yanıtını alınca da kalkıp yanına gidiyor, elini omzuna koyup dostça gülümseyerek bir kitap hediye ediyor. Ardından iki lider el sıkışıyorlar. Bu fotoğrafın 2009 yılı almanaklarında ilk sayfalara yerleşeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.

Ama, “bir kitap” deyip de geçmemek gerek. Chavez’in kendi elleriyle Obama’ya sunduğu kitap, kıtanın en sevilen yazarlarından Edouardo Galeano ’nun ünlü yapıtı Latin Amerika’nın Kesik Damarları. (Bizde zamanında Alan Yayıncılık basmıştı; yeni baskısı yapıldı mı bilmiyorum, ama eğer bugüne kadar okumadıysanız, çok şey kaçırmışsınız demektir.) Galeano, daha sonraki yapıtlarıyla da büyük beğeni topladı ve yankı yarattı; özellikle de “Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri”yle. Ama “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”, onun adını ve ününü de aştı ve Güney Amerika’nın tarihi üzerine yazılmış en çarpıcı, en sarsıcı, en yürek burkan ama aynı oranda en “ajitatif” çalışma olarak dünya literatürüne maloldu. Christoph Colombe ’un Batı Hint Adaları’na ayak basmasından itibaren, yalnızca bu toprakların yerlilerini değil, Afrika’nın yazgısı değiştirilip okyanus ötesinde köleleştirilen insanlarını da kuşaklar boyunca hırpalayan o amansız zulmü ve sömürüyü en ince ayrıntılarıyla anlatıyor Galeano, kitabında. Elbette, bu çalışmanın, yakın tarihe ilişkin önemli bir bölümünde “başrol oyuncusu” olarak da, ABD ön plana çıkıyor.

Bir başka deyişle, Güney Amerika’nın pervasız ve sivri dilli lideri Chavez, yanına kadar gidip elini omzuna koyarak Obama’ya bu kitabı armağan ederken, gayet net bir mesaj da veriyor aslında:

“Bak dostum,” diyor, “Sana sempatimiz var, güvenmeye ve yanında olmaya da hazırız. Ama Küba diktatörü Fulgencio Batista ’ya verdiğiniz desteği; devrim sonrasında gözünüzü karartıp şansınızı denediğiniz Domuzlar Körfezi kepazeliğini; Şili’de Salvador Allende yönetimini binbir alavere dalavereyle devirip, darbeci kuklanız Augusto Pinochet’nin cinayetlerini perde arkasından onaylama ve hatta yönlendirmenizi; Nikaragua’da Sandinistleri indirmek için çevirdiğiniz dolapları; El Salvador’da ve Honduras’ta yaptıklarınızı; Arjantin’de, Kolombiya’da, Uruguay’da tezgâhladığınız darbe girişimlerini; Güney Amerika’nın kaynaklarını, bir avuç yerel zenginin de işbirlikçiliğiyle hayasızca hortumlayıp bu insanları yoksul, eğitimsiz, doktorsuz bırakmanızı ve daha birçok şeyi unutmuş falan değiliz. Hesaplar, defterimizde yazılı, orada duruyor. Senden, bugüne kadar Beyaz Saray’a yerleştikten sonra ağız değiştirip bu çirkin dış politikanın çaresiz destekleyicisi durumuna düşen diğer bazı başkanlar gibi ikiyüzlülük etmeni değil, bu kez bir şeyleri gerçekten değiştirmeni bekliyoruz. Bu anlamda, bizdeki bu kredini iyi kullanmaya bak.”

Gerek Chavez, gerek Bolivya Devlet BaşkanıEvo Morales, zirvenin öncesinden başlayan demeç ve açıklamalarında, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde bu mesajı vurguladılar. Washington Post’un yorumuna göre her iki lider de, Obama’nın etnik kökeni ve ABD’de onu destekleyen kitlenin demografik yapısından yola çıkarak, değişimi gerçekleştirebilecek az sayıda insandan biri olarak gördükleri Başkan’ın “siyahi kimliği”ni ön planda tutuyorlar. Aslında, Obama’nın bütün dünyada estirdiği büyük heyecanın ardında yatan en büyük etken de bu değil mi? Dünyanın böylesi kritik bir aşamaya girdiği günlerde, iki yüz küsur yıl önce bütün gezegen için bir “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” umudu olarak kurulduğu halde çok kısa sürede karşı-devrim mekanizmaları tarafından öğütülüp bambaşka bir görünüme sokulmuş bu ülkenin başına, dürüstlüğü ve idealistliğiyle tanınan bir siyah liderin geçmesi değil mi, beklentileri alabildiğine yükselten?

Obama ve kurmayları, açıklamalarında “ırk ve etnik köken” konusuna değinmemekte büyük hassasiyet gösteriyorlar. Ama yine de Güney Amerika zirvesinde, kıtanın gerçekten büyük bir eşitsizlik ve adaletsizlik batağına sürüklendiğini, bu eşitsizlikten payını alan yoksulların çok önemli bir bölümünün de “farklı etnik kimliklere sahip” insanlar olduğunu vurgulamaktan çekinmeyen Başkan, şimdilik kredilerini iyi kullandı diyebiliriz. Tıpkı, daha bir yıl öncesine dek anti-Amerikan rüzgârların egemen olduğu Türkiye’de son derece sıcak ve yakın bir ilgiyle karşılanması gibi, Latin Amerika’ya ilişkin ilk önemli sınavından da, genel anlamda başarılı çıktı Obama. Ama bu daha henüz başlangıç. Şu an arkasında olan olumlu rüzgârlar daha ne kadar varlığını korur, heyecan ve coşku ABD’nin o son derece olumsuz, yerleşik imajını kırmakta ne ölçüde başarılı olabilir; bunu yanıtlamak için henüz çok erken ve daha da önemlisi, belirsizlikler çok çok fazla.

Eğer beklentilerden ve dünyanın hemen her yerinde Obama’ya sıcak bakılması sonucunu doğuran değişim heyecanından söz edeceksek, ilkin Başkan’ın dış dünyada nasıl algılandığını geçici olarak bir yana bırakıp, kendi ülkesinde ne kadar anlaşılabildiğini ve başarılı olabilmek için nelerle göğüs göğüse gelmek durumunda kalacağını sorgulamakta yarar var. Hani futbol geyiklerinde söyleyip durur ya bizim ulema, “Avrupa’da başarı tabii çok güzel ama Şampiyonlar Ligi’nde bir şeyler yapabilmek için önce o lige katılmak, yani Türkiye’de şampiyon olmak gerekir” diye; Obama’nın durumu da biraz buna benziyor. Dünyanın çehresini ciddi biçimde değiştirecek bir “Yeni Amerika” modelini öngörmeden ya da üzerinde tartışmadan önce, bu devinim ve rüzgârın kendi ülkesinde ne oranda başarılı olma potansiyeli taşıdığı ve ne gibi koşulların meydan okumasıyla karşı karşıya olduğunu iyi okumak gerek.

Her şeyden önce, 1998’e kadar geri gidip, ABD’nin (ve ABD ordusunun)çokuluslu finans ve enerji tekellerinin öngördüğü ve empze ettiği gibi bir “militarize enstrüman” olarak kullanılması yönündeki kararın uygulamaya konma sürecini anımsamak ve on yıl içinde bugüne dek nasıl gelindiğini dikkatli değerlendirmek şart. Yazılarımı izleyenler, George W.Bush’un 2000 yılı sonunda tartışmalı bir biçimde seçimi kazanmasının ardında, kararlı ve “çok müttefikli” bir siyasi-ekonomik blok tarafından, koşullar alabildiğine zorlanarak gündeme getirilmiş bir plana dikkat çektiğimi bilirler. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (Project for the New American CenturyPNAC) adlı “think tank” örgütünün sahnenin ön sıralarına itildiği bu stratejik adım, küresel düzeyde etkin çokuluslu şirketlerin her türlü desteğini alarak, yirmi birinci yüzyılı “unilateral” bir anlayış içinde “tek bir ekonomik-siyasi modele” kilitlemeyi ve bunun jandarmalığını da ABD silahlı kuvvetleri öncülüğünde, geniş bir cepheye yaptırmayı öngörüyordu.

Küreselleşmenin hazırlık adımları alabildiğine hızlandığı halde, uygulamada kimi marketlerde ve alanlarda görülen tıkanmalar, daha doksanların sonlarında, yaklaşan bir ekonomik sıkıntının ve kaynak darboğazının haberciliğini yapmıştı zaten. PNAC tarafından ayrıntıları bir “alan çalışması” biçiminde sunulan raporlarda, 2000’li yılların hem ekonomik hem de siyasi anlamda, uluslararası düzeyde kaotik bir eğilimi güçlendirecek koşullara sahne olacağı varsayılıyor ve “olabildiğince çabuk” davranılarak, bu potansiyel kargaşanın daha tam anlamıyla oluşmadan giderilmesi için “otoriter bir gücün” devreye sokulması öneriliyordu. Yani, stratejik yönetimi “yeni bir Amerikan liderliği” tarafından yürütülecek çok bölgeli operasyonlarla, kısa süre içinde yaklaşması beklenen zor ve kaotik dönemin bir biçimde önüne geçilecek ve henüz “testi kırılmadan” önlemler alınmış olacaktı.

Bu amaçla yapılan çalışmalar, araştırmalar, raporlar ve lobi etkinlikleri, 1998’de başlamış; PNAC tarafından ABD yönetimine (henüz Bill Clinton döneminde) sunulan iletilerde, dünyanın “kritik ve sorunlu” bölgelerindeki “potansiyel tehdit oluşturan düşmanlar” işaret edilip, harekete geçilmesi gerektiği vurgulanmıştı. Bu raporlardan birinde, “Amerikan kamuoyunun henüz bu düşünceye hazırlıklı olmadığı ve bu nedenle, belki de ‘uyanışı’ sağlamak için yeni bir Pearl Harbor gerektiği” yorumuna bile rastlanıyordu.

Cephenin ön saflarında, kurucu ve yöneticileri arasında Dick Cheney, Paul Wolfovitz, Richard Perle gibi Neocon kurmaylarının bulunduğu PNAC vardı ama aslında bu psikolojik ve siyasi kampanyanın perde arkası destek ve tasarlayıcıları American Enterprise Institute(AEI) dahil oldukça geniş bir “think tank” ve lobi gücüne yaslanıyorlardı. Bir başka deyişle, 1980’de Ronald Reagan’ın iktidara gelmesinden sonra hızlanan “şahin politika” ve uzlaşmaz, sert dış politika tercihlerinin Bill Clinton döneminde kesintiye uğramasıyla “ciddi biçimde zaman yitirildiğine” inanan ve ABD’ye daha etkili bir jandarma görevi yüklemek isteyen baskı grupları, 2000 yılına son derece kararlı ve hazırlıklı biçimde girmişlerdi.

Yeni bin yılı karşılayacak ilk Beyaz Saray yönetimi, tartışmalı ve biraz da “kuşkulu” Florida oy sayımları sonrasında, Al Gore’un beklenmedik bir biçimde teslim bayrağını çekmesiyle birlikte, George W. Bush ve kurmaylarına bırakıldı. O kurmaylar ki, aynı zamanda PNAC hareketinin öncülüğünü üstlenen isimleri barındırıyordu içinde.

Görüntü, hazırlığını eksiksiz biçimde ve sabırla tamamlamış bir grupla, kendine (ve ülkesinin demokratik sistemine) fazla güvenden kaynaklanan bir rehavete kapılmış diğer bir grup arasında geçen, bir hayli eşitsiz bir mücadeleyi çağrıştırıyordu bir bakıma. Amerika’nın entelektüelleri, demokratları, değişim yanlıları ve aktivistleri, yaklaşan fırtınayı görmekte yetersiz kalırken, ayrıntıları bile hesaplayarak bir stratejiyi uygulamaya geçirme hazırlığındaki Neoconlar ve destekçileri, yürürlüğe koymakta oldukları planı kamuoyu gözünde “meşrulaştıracak” her türlü psikolojik, ideolojik ve ekonomik zemini yaratmaya başladılar. Beyaz Saray’ın yeni yönetimi henüz dokuzuncu ayına girerken gelen 11 Eylül şoku, benzersiz bir katalizör olarak işlev görecek ve ön görüşmeleri çok daha önce yapılmış ittifakları gündeme getirerek, 1. Körfez Savaşı sırasında oluşturulan ABD – Britanya öncülüğündeki askeri yapılanmayı daha da genişletecekti.

Sonrasıyla ilgili ayrıntıları sıralamaya gerek yok: Afganistan ile başlayan “potansiyel kaos bölgelerini hizaya getirme” stratejisi, aslında kararı daha 1998’de kapalı kapılar ardında alınan ve iktidara gelindiği anda masanın üzerine konan büyük Irak operasyonuyla sürdü. Sırada Suriye’yi yalnızlaştırıp mahkûm bırakma; Lübnan’ı sindirme ve İran’a gözdağı vererek Pakistan’dan Doğu Akdeniz’e dek uzanan geniş bir şeridi “güvenli hale getirme” vardı. Devamındaysa, eğer her şey yolunda gitse ve görünürde ciddi başarılar kazanılsa, muhtemelen Uzak Doğu (Endonezya, Malezya ve Kuzey Kore’yi içerecek bir bölgede yeni düzenleme) ve klasik “kontrgerilla yöntemleri”nin deneneceği Latin Amerika operasyonları gelecekti.

Bunlar, işin askeri boyutları. Elbette bunun bir de geniş ve oldukça ayrıntılı finansal boyutu vardı ki, aslında bütün destek ve güç buradan kaynaklandığı için, çok daha fazla önemseniyor ve ayrıntılar titizlikle hesaplanıyordu. Siyasi boyutta, Birleşmiş Milletler’i bir “karikatür” haline getirme stratejisi, Neocon’ların ilk dört yılı içinde büyük oranda başarıya ulaştı; ideolojik düzeyde destek bulma amacıyla yerel cemaatler de kullanılarak hızlandırılan “Radikal İslam’a karşı fundamentalist Hıristiyan cephe” hazırlıkları, hiç değilse Amerikan taşrasında bir miktar karşılık buldu. 2004 seçimlerinde, Neocon yükselişinin frenine basabilecek güç ve kararlılıktan hâlâ ciddi biçimde uzak olan liberaller, demokratlar ve aydınlar, John Kerry ile bir yenilgi daha tadınca, Bush ve kurmayları iyice rahatladılar artık. Kendilerine güvenleri arttı, garantiledikleri yeni dört yıllık dönemi olabildiğince verimli kullanmak için vites yükselttiler ve Irak’ta, Lübnan’da hayli “aceleci” biçimde, yeni yapıyla ilgili öngördükleri adımları atmayı sürdürdüler.

Ne var ki, bu dönem içinde, gözükara Ortadoğu politikası başta olmak üzere, Bush yönetiminin Amerikan ekonomisi ve dolayısıylaAmerikan orta sınıfı üzerine benzersiz bir yük bindiren politikaları, birer birer iflas etmeye başladı. Büyük küresel şirket grupları dışında kalan (ve aslında Amerikan ekonomisinin ciddi bir bölümünü oluşturan) girişimciler, 2001’den beri uygulanan stratejilerin verdiği zarara sessiz kalmamaya başladı. Irak’tan gelen asker tabutları; kamuoyu vicdanının kaldıramayacağı boyutlara ulaşan zulüm ve katliam haberleri; zaten hatırı sayılır derecede “hırpalanmış” durumda olan Amerikan ekonomisinin, Irak ve Afganistan’daki askeri harcamalar nedeniyle çökme noktasına gelmesi; üstelik bütün bunlara karşın 2002’de öngörülen ve kamuoyuna empoze edilen “olumlu sonuçlar”ın henüz ufukta bile görünmemesi, dengeleri ciddi biçimde değiştirmeye başladı. 2006 yılına girildiğinde, artık bir dahaki seçimleri Cumhuriyetçi Parti’nin hiçbir biçimde kazanamayacağı (hatta ciddi bir hezimete uğrayacağı) netleşmeye başlamış, Neocon cephede çatlaklar belirmiş, kimi finansal “abiler” de desteklerini çekmeye başlamışlardı. Ancak kâbus gibi geçen 2000’li yılların etkisiyle öyle bir güvensizlik çökmüştü ki demokrat Amerikalıların üzerine, bu gözünü hırs bürümüş, kararlı ittifakın, dizginleri elden bırakmamak adına seçimlere hile karıştırmaktan tutun, provokatif girişimleri kullanarak seçimleri ertelemeye dek varacak her türlü yöntemi deneyebileceğine ilişkin endişe ve kuşkular, yüksek sesle dile getirilir olmuştu.

2007 sonlarında, Neocon’ları yönetimden tümüyle tasfiye etme ve Amerika’yı, 1770’lerdeki heyecan ve iyimserlikle yeniden “restore etme”, daha doğru bir deyişle, “tıkanan yollardan geri dönüp yalnızca imajı değil, işleyişi de bir değişime yönlendirme” ihtiyacı, hızı giderek artan bir duygusal ve psikolojik rüzgâr estirmeye başladı.

Oldum olası varlığıyla yokluğu belirsiz durumdaki sosyal güvenlik sisteminin iyice iflas ettiği; sağlık hizmetlerinin büyük kentlerde bile içler acısı hale geldiği; bütçe darlığı nedeniyle okulların ve eğitim kalitesinin yerlerde sürünmeye başladığı; insanların bankalara gırtlaklarına kadar borçlandığı ve alttan alta hızlanan işsizlik nedeniyle bu borçları ödeyemediği için varını yoğunu yitirme tehlikesiyle yüz yüze kaldığı bir ülkede, “yurtseverlik” ve “Tanrı Amerika’yı korusun” teraneleriyle iktidarı elde tutmak iyice zorlaşmıştı artık.

2008 yılında, ülkenin iç kesimlerindeki muhafazakâr ve dindar kesimlerin desteği büyük oranda korunmakla birlikte, “mavi eyaletler” olarak bilinen ve büyük metropolleri içeren bölgelerde yükselen muhalefetin karşısında, hangi adayla çıkarsa çıksın, Cumhuriyetçilerin fazla şansının olmadığı kesinleşmişti. Kritik soru, seçimi kazanacak güçte bir adayı Demokratların bulup bulamayacağıydı ki, bu boşluğu, yıllardır Beyaz Saray düşleri kuran ve ülkenin ilk kadın başkanı olmayı hedefleyen Hillary Clinton’la doldurmak hevesindeki, “şahin”liğini halen korumakta olan bir kanat, harekete geçti. Aynı dönemde, Chicago’nun siyaset sahnesinde karizması ve dürüstlüğüyle parlayan Barack Obama, her aşamasında “değişimi” ve yenilenmeyi vurgulayan kampanyasıyla, aday adayları arasına katılıyordu.

Demokratlara oy vermeye eğilimli büyük kitleyi, seçimi kazanacak momentuma ulaştıracak aday kim olmalıydı? Her şeye karşın “eski politikaların” sürmesinden yana olanlar, “Hillary, The Hawk” olarak bilinen ve Demokrat Parti içindeki “gerçek demokratlarca” Bush yönetiminin “ruh ikizini” yaratmaya aday olarak nitelenen Clinton’a destek verdiler. Başlangıçta, eski First Lady’nin şansı daha fazla gibi görünüyordu: Her şeyden önce, “ilk kadın başkan” imgesinin heyecan vericiliği, Demokrat kadın seçmenleri sürükleyecek gibiydi. Üstelik, Bill Clinton gibi, parti içinde hâlâ övgüyle anılan bir liderin “manevi desteği” de azımsanacak faktör değildi. Bütün bunların verdiği güvenle, aday seçimlerinde güçlü rakibinin Obama olacağını hisseden Clinton, alttan alta “Ne olursa olsun, bu ülkede beyaz seçmen bir siyaha oy vermez, sonra seçimi kaybederiz haa!” gözdağını veren üslubuyla, aradan sıyrılmayı hedefliyordu.

Ancak daha ilk kongreler yapılmadan, Obama’nın giderek hızlanan bir heyecan rüzgârını estirmeye başladığı, Demokratların değil, Cumhuriyetçilerin ve Muhafazakârların endişe ve hırçınlıklarıyla belli olmaya başladı: Sağcı, muhafazakâr çevrelerde ve medyada, daha adaylar belli olmadan, Obama aleyhine hızlı ve ateşli bir karalama kampanyası başladı. Derisinin rengine ve Afrikalı kökenine hiç değinmemeye özen göstererek, Obama’yı önce “tehlikeli bir komünist” olarak sunmaya başladı Neocon güdümündeki medya. Yıllardan beri “gizli bir Marksist ajandası” olduğu; seçimi kazandığı andan itibaren Amerika’da “sosyalizmi inşa etmeye başlayacağı” anlatıldı, hatta bu konuda “komedi sınırlarını zorlayan” sözde kanıtlar ileri sürülüp duruldu. Ardından, onun “Müslüman olduğu” ve İslamcı fanatiklerin Amerika’yı ele geçirme planları için özel yetiştirilmiş bir “piyon” niteliği taşıdığı anlatıldı.

İşin komiklik boyutunu daha anlaşılır kılmak için, uç örneklerden birine değineyim: Sağcı yayın organları ve web sitelerinden bazılarında, İncil’in son bölümündeki “Yuhanna’nın Vahyi”ne vurgu yapılarak, Obama’nın “Deccal” olduğu zırvalarına dek vardırıldı iş. Bilindiği gibi, “kıyametin habercileri” belirdikten sonra, “denizden çıkıp gelecek bir canavar”, Mesih’in yerini almaya çalışacak ve insanları kandırarak kendi çevresinde toplayacaktı Yuhanna’nın Vahyi’ne göre. İşte Afrika’dan, yani “denizleri aşarak gelmiş” bir Afrikalıydı Obama; tıpkı “kitapta yazıldığı gibi”. Mesih’in ve ona inananların düşmanı olan Müslümanlara da sempatiyle bakıyordu! Dahası, tıpkı o yaratığın, yani Deccal’in “sayısının” 666 olması gibi, sanki başka kent yokmuş gibi gidip Chicago’da siyasete atılmıştı ki, bu kentin posta kodu da 60606’ydı! Bu dinsel safsataları olabildiğince ileri götürmek isteyenler, 666 sayısını 6+6+6 olarak basamaklara ayırıyor ve toplamı veren 18’e vurgu yaptıktan sonra, “Barack Hussein Obama” adının da 18 harften oluştuğuna dikkat çekiyorlardı! İşte size Deccal: Hem komünist, hem Müslüman sempatizanı,hem de değişimden ve barıştan, adaletten söz ediyor; bundan iyi “Mesih Düşmanı” mı olur? Üstelik adında ve yaşadığı kentte 666 gizli!

Haydi biraz gülelim diye, işin beni (ve adı “Burak” olanları) eğlendirecek kısmına da değineyim: Barack Obama’yı ciddi ciddi Deccal olarak gören ve (sayıları hiç de azımsanmayacak durumdaki) dincileri provoke etmeyen çalışan gruplar, adamcağızın ilk adına da bulaşmadan edemediler. Barack adı Kenya ve Tanzanya gibi ülkelerde çok yaygın ve Swahili dilinde “kutsanmış” anlamına geliyor. Ama Afrika dillerine bu ad, Arapça’dan girmiş; ilk kökeniyse, İbranice ve yine “Barack”. Eski semitik dillerdeki anlamı, “şimşek”. Arapça’ya da bu anlam korunarak ithal edilmiş, ama sonradan aynı imge üzerinden, bir mitolojik yaratığın adına da esin kaynağı olmuş. Yani, “gökgürültüsü ve şimşek” anlamına gelen El Buraq, İslam kültüründe, Peygamber’i Miraç yolculuğunda taşıyan, “şimşek gibi hızlı ve onun gibi göklerin yükseklerine süzülen” kanatlı at Burak’a dönüşmüş. İşte bunu “güçlü kanıt” olarak göstermeye çalışanlar, “Bakın bakın,” diyorlar, “Adamın adı bile İslami gelenekten geliyor, işte size Deccal!”

Sağ cephedeki bütün bu tedirginlik, tepki ve zırvalamaya dek varan telaş, Demokrat’lar arasında değişime olan inancı ve güveni daha da artırmaya başladı: Eğer muhafazakârlar ve Neocon yandaşları bütün ağırlıklarıyla Obama’ya yükleniyor ve Clinton’ı “daha kabul edilebilir bir rakip aday” olarak görüyorlarsa, bu aslında yaklaşan zaferin de işaretçisiydi. Barack Obama’nın dürüst kişiliği ve karizması da devreye girdiğinde, sekiz yıl içinde Amerika’nın üzerinden bir silindir gibi geçen Neocon kâbusunu unutturacak panzehirin adı da yavaş yavaş konuyordu. Eyalet oylamalarının sonuna dek, Clinton bütün çabasıyla Obama’nın “yeterince yurtsever ve güçlü imaj çizemediği” ve “yetersizliği nedeniyle seçimi kaybettirecek bir aday olduğu” mesajını ısrarla yinelemeye çalıştı. Oysa artık Amerika içindeki mavi-kırmızı kutuplaşması öyle tehlikeli noktalara varmıştı ki, bu çöküntünün enkazını kaldırıp Amerika imajını yenileme yürekliliğini gösterecek bir lidere, (Hillary’nin gizlice ima ettiğinin aksine) derisinin rengine bakmaksızın oy vermeye hazır ciddi bir kitle vardı.

Adaylığı kesinleştiğinde, seçimi Cumhuriyetçi aday John McCain’e karşı çok rahat kazanacağı da aşağı yukarı hissedilen Obama’ya karşı, yine de “kırmızı eyaletlerden” ve özellikle dindar taşradan ciddi bir direnç geleceği tahmin ediliyordu ve öyle de oldu zaten. Seçimi (görece) rahat kazanmış olsa da, ortaya çıkan tablo, mavi-kırmızı kutuplaşmasının, varlığını aynen koruduğunun işaretini verdi.

Bu, daha işin başlangıcı denebilir. Daha Obama yemin edip göreve başlamadan önce Muhafazakâr yayın organlarında ve internet mecralarında aleyhte yoğun bir yayın bombardımanının başlaması da, Amerika’nın gerçekten büyük özlem duyduğu ve büyük bir gönüllülükle destek verdiği “değişim” hamlelerinin, hiç de göründüğü kadar sancısız ve kolay olmayacağının habercisi.

Ekonomik kriz, bu anlamda yalnızca bir ayrıntı; Amerika’nın gördüğü ilk kriz değil bu. Üstelik, krizin büyüyüp geliştiği, kuluçkadan çıktığı dönemin yöneticileri de Neocon’lar, Obama değil; dolayısıyla “devralınan enkaz” ile ilgili sorumluluk, bu yönetimin üzerine öyle kolay kolay yıkılamaz. (Bu tür şeyler bizde olur genellikle.) Ama Obama yönetiminin hemen her hamlesine direnç setleri kurma konusunda hazırlıklarını tamamlayan; sekiz yıl boyunca inandığı bir strateji duvara toslayınca uğradığı düş kırıklığından henüz sıyrılamamış, oldukça ciddi ve tehlikeli bir “grubun” varlığını da unutmamak gerek.

 

Amerika’nın (ilk sekiz yıllık kâbustan sonra) yeni yüzyıla “değişim” ve “uluslararası barış” rüzgârlarıyla girmesi her ne kadar heyecan verici görünse de, işlerin pek de öyle kolay ve pürüzsüz yürümeyeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Her şeyden önce, yüz yılı aşkın bir süredir kemikleştirilen Amerikan dış politikasını, seçim kazanan idealist bir başkan ve onun kadrosunun ferasetiyle bir çırpıda değiştirmek mümkün değil zaten. ABD’nin ekonomik damarlarının kontrol noktalarını elinde bulunduran ve uluslararası düzeyde çıkarlarını korumak adına her yöntemi denemeye hazır “corporate elite” (kurumsal seçkinler) diyebileceğimiz güç simsarları, buna ancak bir yere kadar göz yumabilirler. Değişimin, bu güç odaklarına rağmen adım adım gerçekleşebilmesi için, seçim zaferinden çok daha fazlasına ihtiyacı var Amerika’nın: Çok daha kitlesel, çok daha etkin ve çok daha kararlı bir “demokratik başkaldırı”ya. Obama’nın seçim kazanması, böylesi bir sürecin ancak ilk adımı olarak görülebilir, o da büyük bir iyimserliği koruduğumuz taktirde.

İkincisi, bırakalım seçmen kitlelerini, partinin içindeki lobi ve gruplar bile “fazla radikal” bulacakları bir değişim hamlesine sessiz kalmayacaklardır ki, bunun işaretlerini de seçim sürecinde verdikleri ve bu mesaj da Obama tarafından gayet iyi anlaşıldığı için, bugün Dışişleri koltuğu gibi kritik bir noktada, Hillary Clinton’ı görüyoruz. Bir başka deyişle, “direnç ve fren”, ilk başta Demokrat Parti’nin içinde var.

Üçüncüsü, yukarıda aktardığım bazı zırva iddialara gülsek bile, Amerika’da dindar ve Muhafazakâr sağın ağırlığını asla küçümsememek gerek. Obama henüz daha yolun başında. İşlerin çatallaşmaya başladığı noktalarda, ABD içindeki homurtular daha da yükselecek, gerginlik daha da artacak.

Dördüncüsü ve belki de en önemlisi, Obama yönetimini, “karşı olduğunu deklare ettiği şeyleri” Amerika adına yapmaya zorlamak için elinden geleni ardına koymayacak ve sekiz yıl önce başlatılan bir stratejinin yenilgisini öyle kolay kabullenmeyecek etkin grupların varlığını ve gücünü hiç mi hiç akıldan çıkarmamalı. Daha hiçbir şey yapmadı bu adamlar; sessizce bekliyor gibi görünüyorlar ama bu süreçte ellerinin armut toplamayacağı açık. Dolayısıyla, uluslararası düzeyde Obama yönetimini çok zor durumda bırakacak, ilkeleri ve vaatleriyle karşı karşıya getirecek koşulların ve “ani durumların” yaratılması, üretilmesi gibi konularda ustalığını kanıtlamış kimi gruplar, asla boş durmayacak.

Chavez, yılların kurdu tabii. Obama’nın sırtını sevecenlikle sıvazlayıp, ona Galeano’nun kitabını armağan ederken, bütün bunları bildiği ve aklından geçirdiği kesin. “İşin zor dostum,” demeye getiriyordu satır arasında. “Hem de çok zor. Ama sen geri adım atmazsan, biz de buradayız.”

Gelişmeleri (pek de fazla gecikeceğini sanmıyorum) hep birlikte göreceğiz. Obama’nın işi, gerçekten çok zor.