Bir tartışmadır sürüp gidiyor. 2012’de büyük felaketler bekleniyormuş, Marduk diye bir gezegen geliyormuş, Maya takvimleri, eski kayıtlar bu tarihi işaret ediyormuş…Amerika bu yüzden Irak’a saldırmış…mış…mış.
Bir de bu tartışmalara iki saygın gazeteci, Engin Ardıç ve Serdar Turgut da katılınca daha da popüler oldu. Hele bu konuları sadece yabancı yayınlardan takip eden okuyucular dışında kalanları da konunun içine sokan Burak Eldem’i ve Sitchin’in kitaplarını çeviren Ruh ve Madde Yayınlarını da unutmayalım.
Peki gerçekten neler oluyor???
Aslında bu tür felaketler çok eski zamanlardan beri insanların kafalarını kurcalamış. Tarihin her döneminde felaketlerden , tufanlardan bahsedenler olmuş. En eski tabletlerden günümüze gelen tufan efsaneleri, semavi kabul edilen dinlerin dünyanın sonu ile ilgili yazdıkları, eski kehanetler hep bu görüşü desteklemiş. İnsanoğlu kendi ölünce Dünya yaşamının da biteceğini hiç düşünmeden bunlarla meşgul olmuş. Hatta kendinden önce yaşayan nesillerin başlarına gelen felaketlerle ilgilenmiş.
Platon’un ismini koyduğu Atlantis’in öyküsünü bilirsiniz. Platon, Timaios ve ve yarım kaldığı sanıllan Kritias diyaloglarında bu öyküyü anlatır. (bir de Hermokrates diye bir kitap yazdığı söylenir bu konuda ama daha kimse bu kitaba rastlayamamış) . Timaios’da Platon, bu bilginin Mısır kaynaklı olduğuna değinir ve Mısır’lı bir rahibin solon’a anlattığını söyler . Bu öyküyü ister Platon uydurmuş olsun, ister tam anlamı ile gerçek olsun, Mısırlı rahip çok ilginç şeyler söyler Solon’a :
“ Sizin hepinizin ruhları çok genç; çünkü kafanızda ne eski bir geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş bir fikir, ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur: İnsanlar bir çok şekillerde yok edilmişler, daha da edileceklerdir. En büyük felaketler ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felaketler de vardır. Sizin memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup onu aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios’un oğlu Phæton’un hikâyesi gerçekten bir masal gibi anlatılır, ama hakikat şudur ki, gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar şehirlerde, deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. […] Bunun aksine tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman, dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizi şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. […] Daha yazmayı ve devletlere lâzım olan her şeyi öğrenir öğrenmez , gükyüzünün suları, belirli bir zamandan sonra, bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden okuyup yazması olmayanlala, cahillerden başkasının bu felaketten kurtulmasına meydan bırakmıyor; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden,i hareket ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda burada, kendi memleketinizde olup bitenlerden hiçbir şey bilmiyorsunuz. “
Platon aslında bugün yaptığımız tartışmaları çok güzel özetliyor burada, ve bu bilgilerin Mısır kaynaklı olduğunu belirtmekle direk ezoterik bilgiyi yazdığını da ima etmiş oluyor böylece.
Şimdi soruyu bir kere daha soralım. Peki gerçekten neler oluyor ? Ya da daha farklı sorarsak neler olacak.
Birincisi Dünyamızda sürekli olarak belirli zamanlarda tekrarlanan felaketler olduğu biliniyor. Tarihsel kayıtlarda ve yapılan araştırmalarda bunlara rastlanıyor. Bu konuda bütün yazarların söz birliği ettikleri eski kaynaklara bir dönelim…
Sümer’lerden bize kalan yazılarda gerçekten, çok ilginç bilgilere ve öykülere rastlıyoruz. Bu öykülerin doğru yorumlanabilmesi aslında çok zor. Bir çok araştırmacı, bir çok bilgin çok farklı şekillerde yorumluyor bunları. Aslına bakarsak bu efsaneleri hemen ilk görüldüğü anlamı ile bir uzay savaşı şeklinde yorumlamak çok da doğru gelmiyor. Evet, bazı efsaneler bir bilim-kurgu öyküsünü andırıyor ama biraz daha sembolizm kullanabiliriz.
Önce Mezopotamya mitosları içinde en önemlilerinden biri olan Enuma-Eliş’i inceleyelim, bakalım bu efsane bize gerçekten Marduk hakkında bilgi verecek mi?
Bu yaradılış destanı, ilk dizeleri “vaktiyle yukarıda” anlamına gelen “enuma eliş” sözcükleri ile başladığı için bu şekilde adlandırılmıştır. Destan, yaradılışı, tanrılar arasındaki mücadeleyi ve tanrıların nasıl görev aldıklarını anlatmaktadır. Bir başka deyişle destanın başlıca konusu kozmogoni ve teogonidir. Destan köken olarak Sümer kozmogonisine dayanmaktadır. Zaten destanda da Sümer özel isimleri geçmektedir. Elimizdeki en iyi korunmuş tablet MÖ yedinci yüzyıla, Asurbanipal kütüphanesine ait olanıdır. Ancak bu destanın çok daha önceleri oluştuğu ve kayda geçtiği kesindir.Artık destanın konusuna bir göz atmak zamanı geldi sanırım.
Destan, hiç bir nesnenin isim almadığı zamanlarda başlar. Tatlı su okyanusu Apsu, tuzlu su okyanusu Tiamat ve ikisinden yükselen sis diyebileceğimiz Nummu’dan başka hiç bir şey yoktur. Bir zaman sonra Tiamat ve Apsu, Lahmu-Lahamu çiftini dünyaya getirirler. Daha sonra da Anşar ve Kişar çifti dünyaya gelir. Anşar ve Kişar çiftinin bir oğulları olur ve ona Anu adını verirler. Anu da kendi benzeri Nudimmud’u doğurtur. Nudimmud, Ea’nın bir başka adıdır. Ancak genç tanrılar coşku ve yaşam dolu olduklarından sürekli gürültü etmektedirler. Bu Apsu ve Tiamat’ın keyfini kaçırmaktadır. Sonunda Apsu dayanamaz:
“ Apsu açtı ağzını
ve yüksek sesle şöyle dedi Ti’âmat’a :
Tutumları bana acı verir oldu artık; gündüz dinlenemiyor, gece uyuyamıyorum;
yok edeceğin (onları), son vereceğim yaptıklarına,
Öyle ki sessizlik sağlansın da uyuyabilelim!.
Ti’âmat bunu duyunca
Kızdı ve çıkıştı kocasına;
Bas bas bağırdı, çılgınca öfkelendi, bir tek o.
Kötülüğü tarttı yüreğinde ve şöyle dedi:
Kendi doğurduğumuzu eden yok edecekmişiz.
Hal ve tavırları gerçekten üzücü, ama hoş karşılayalım bunu! ”
Ancak Apsu razı olmaz ve veziri Mummu ile birlikte bu genç tanrıları öldürmeye karar verir. Bunu duyan tanrılar korkuya kapılırlar. Ancak Ea bu durumdan bütün tanrıları kurtaracaktır:
“ tanrılar (bunu) duyunca katı telaş ettiler;
bürünüp sessizliğe öyle oturdular.Anlayışı sonsuz, becerikli (ve) bilgili,
her şeyi kavrayan Ea gördü düzenlerinin iç yüzünü.
Buna karşı sihirli bir çember yapıp koydu herkes için.
Düzdü, koştu ustalıkla gücü sonsuz sihir yırını.
Okudu onu, böyle kalmasını sağladı suyun üzerinde.
Uyku serpti üstüne, öyle ki (Apsû) uykuya dalınca
Danışmanı Mummu……….
Gevşetip kayışını, çıkardığı başlığını,
Görkemini de soyup giydi kendi üstüne.
(Böylece) güçsüz koyuna Apsû’yu öldürdü onu.
Mummu’yu da içeri tıkıp (kapıyı) üstüne kapattı.
Kendi konağını kurdu Apsû’nun üzerine;
Mummu’yu yakaladı kendisi için, burun ipinden tutarak.
Ea yenip de dize getirince düşmanlarını,
zaferini ilan edince düşmanlarına karşı,
(ve) huzur içinde dinlenince evinde,
Apsû dedi o yere ve tapınç yeri kıldı orayı.
Kendi otağını kurdu kendi yerinde;
Ea’yla hanımı Damnika ömür sürdüler (orda) görklük içinde”
Bu arada Apsu’nun bağrından bir tanrı doğmuştur. Bu “tanrıların en bilgesi” Marduk’tur. Babası Ea, annesi ise Damnika’dır. Her halinden tanrıların en üstünü olduğu belli olmaktadır.
Öte yandan Tiamat , kocasının öldürülmüş olmasının huzursuzluğunu yaşamaktadır. Sonunda kışkırtmaların da etkisiyle öc almaya karar verir. Bu arada Ea’ya başkaldıran tanrılar da Tiamat’ın yanına geçerler. Tiamat da boş durmamaktadır :
“ Her şeye biçim veren Hubur Ana,
karşı koyuzmaz silahlar ekledi, dev yılanlar getirdi.
[keskin] dişli, hem de dişini esirgemeyen.
Ağuyla doldurdu gövdelerini kan yerine.
Yırtıcı ejderhalarını giydirip kuşattı dehşetle.
Korku salıcı görkemle taçlandırdı (onları) , eş kıldı tanrılara
Ta ki onlara bakan korkudan ölüp gitsin
Ta ki vücutları ileriye atılsın, hiç biri [göğsünü] geri döndürmesin
Ortaya çıkaradı engereği, ejderhayı ve lahâmu’yu[1]
Büyük aslanı, kuduz köpeği ve akrep adamı
Sürerek önü sıra fırtına cinlerini, yusufçuğu ve bizonu
Taşıyarak aman vermez silahlar, korkmaksızın vuruşmadan
Güçlüydü buyrukları, karşı durulmazdı.
Toplam böyle, on bir (tür canavar) [var] etti yoktan”
Tiamat bu şekilde savaş hazırlıkları yaptıktan sonra , ilk doğan çocukları tanrılar arasından Kigu’yu orduların başına geçirir. Tiamat’ın saldırıya geçeceği haberi Ea’ya ulaşır. Ea heyecandan ne yapacağını bilemez ve büyükbabası Anşar’a gider. Anşar’ın tavsiyelerine uyan Ea saldırıya geçer, ancak başarılı olamaz. Anşar bu kez Anu’yu gönderir. Ancak o da başarılı olamaz. Anşar bunun üzerine Marduk’u hatırlar. Ea Marduk’a gerekli bilgileri vererek onu Anşar’ın yanına götürür. Marduk, Tiamat’a karşı savaşmayı kabul eder. Ancak bir şartı vardır. Tanrılar arasında en üstün ve en büyük yetkiye sahip olanı olmak istemektedir. Anşar bunu kabul eder. Ancak diğer tanrıların da onaylamaları gerekmektedir.
Tanrılar Marduk’un isteğini onaylamak için bir deneme yaparlar :
“ Sonra bir giysi koydular ortalarına,
(ve) ilk doğan çocukları Marduk’a dediler:
Yazgın ey Han , yüce olacak tanrılar arasında
Buyur(dun mu) yok olsun ya da var olsun diye, bunlar olacak.
Ağızından çıkan sözle şu giysi yok olsun ;
Sonra yine buyur , giysi yeniden bütün olsun!
Ağzıyla buyurdu Marduk ve giysi yok oldu.
Yine buyurdu ve giysi eski haline döndü . “
Böylece bu sınavı geçen Marduk, tanrılar tarafından kabul görmüştür ve silahlarını alarak Tiamat ile çarpışmasının zamanı gelmiştir. Marduk, Tiamat ile dövüşmek üzere yola çıkar. Marduk karşısına geldiğinde Tiamat Marduk’tan korkmaz. Ancak onu yutmak için ağızını açınca, Marduk Tiamat’ın açık ağızından okunu atara Tiamat’ı kalbinden vurur ve öldürür.
Tiamat ölünce onun tarafını tutan tanrılar da şaşkınlığa düşmüştür :
“Marduk önder Ti’âmat’ı öldürdükten sonra,
onun çetesi bozuldu, ordusu da dağıldı.
Yardımcısı tanrılarsa, yanında giden,
Korkudan titrediler ve yüzgeri ettiler.
Bırakıp kaçmak istediler savaşı, canlarını kurtarmak için,
(ama) kuşatıldılar dört yandan, öyle ki imkansızdı kaçmak.
Hapsetti onları Marduk, silahlarını da kırdı.
Ağın içinde yatarlardı, tuzağa yakalanmış;
Köşelere saklandılar, yakına yakına hallerinden;
Gazabına uğradılar Han’ın zindana tıkılarak.
Ti’âmat’ın dehşet salıcı görkemle donattığı on bir tür yaratığa,
Cinler sürüsüne gelince, coşkula önünde giden,
Zincire vurdu (onları), [bağladı] kollarını [birbirlerine]
(tüm) direnmelerine karşın, çiğnedi onları ayak altında
Başkanları olan Kingu’yu ise,
Bağladı ve saydı ölü tanrılar arasında.
Yazgı tabletini de aldı ondan, zaten onuın değildi,
Mühürleyip, (kendi) mührüyle bağladı göğsüne.”
Bundan sonra Marduk için evreni düzenleme zamanı gelmiştir :
“Konaklar yarattı büyük tanrılara;
onların suretleri yıdızlerı, burçları yerleştirdi yukarıya.
Yılı belirledi, bölümlerini tanımladı;
Üç takımyıldız koydu, on iki ayın herbiri için.
Tanımladıktan sonra yılın günlerini burçlar yoluyla,
Nibiru konağını kurdu, görevleri bilinsin diye.
Hiç biri yanlış gitmesin ve şaşmasın diye.
Nlil ve Ea konaklarını da kurdu onunla birlikte
[…]
Işık saçtırdı Ay’a ve geceyi emanet etti;
Günleri bildirme görevini verdi gecenin süsü Ay’a”
Marduk’un daha işi bitmemiştir. Marduk bundan sonra da tanrılara hizmet etmesi için, insanı yaratmaya karar verir ve Kinku’nun atardamarını keserek onun kanından insan soyunu yaratır. Bundan sonra Marduk Annunakiler’i[2] yerleştirir. Özgürlüğe kavuşan Annunakiler de karşılık olarak Marduk’a Babil kentini inşa ederler. Böylece Marduk tanrıların en üstünü olarak düzeni sağlamış olur.
Konusunu yukarıda kısaca verdiğimiz Enuma Eliş bir çok sembolik motiflerle doludur. Daha önceleri ana tarıça olarak kabule edilen Tiamat, daha sonradan kendi soyundan doğan bir erkek tanrı tarafından öldürülmüştür. Bu şekliyle bu efsane ana tanrıçanın hakimiyetinin bittiğini göstermektedir.
Tiamat önceleri her şeyi doğuran ana tanrıça iken, destanın sonunda kötü bir varlığa dönüşmekte ve yok edilmekte; yaradılış süreci bir erkek tanrı olan Marduk tarafından tamamlanmaktadır. Bu Sami toplumlarında büyük tek tanrıcı dinlere kadar gelecek olan bir sürecin başlangıcıdır.
Sembolizmi biraz daha derinleştirirsek aslında burada kendi doğurduklarını yok eden bir “ana” motifini Tiamat adı altında buluruz. Bir kahraman olan Marduk ise kendini ispatlamak için bu etkiden kurtulmak zorundadır. Marduk’un Tiamat’ı öldürmesi onun tanrılığının kanıtıdır. Bu aslında bir bakıma da erginleşme ritüelinin gerçekleşmesidir. Marduk’un Tanrılar arasında kabul görmesi aynı zamanda erginleşen adayın “erkek” olarak toplumda kabul görmesidir. Bu arada Tiamat’ın “dul kadın” olması da oldukça dikkat çekicidir. Bu destan aynı zamanda Sümer kültürünün , Sami kavimler tarafından ele geçirilmesini de temsil etmektedir.
Burada geçen bir başka motif de canavarla savaşma motifidir. Tanrıların başı olan, gök tanrı özelliklerine sahip Marduk, suları temsil eden Tiamat ile çarpışmış ve onu yenmiştir. Bu motif, Mısır, Yunan mitolojilerinde, hatta Hristiyan efsanelerinde de yer almaktadır. Bu arada bir not olarak da Marduk’un Sümer kültüründe yeni yıl törenlerinde büyük rol oynadığını ve yılın bir bölümünü yeraltında geçiren, ana tanrıçayı dölleyen tanrı ile aynı işlevde olduğunu da unutmayalım.
Şimdi burada can alıcı soru geliyor ?
Bu efsane bir göksel olayı ya da savaşı mı anlatıyor yoksa derin bir sembolizmi olan bir öykü mü? Aslında her ikisi de doğru olabilir. Hangi efsanenin nereden çıktığını, daha sonra nasıl kullanıldığını kim bilebilir ki? Ama sadece Sümer efsanelerinde yola çıkarak Marduk’u bekleyemeyiz. Bize daha başka kanıtlar gerekmektedir.
Öte yandan dünyanın her tarafındaki kültürlerde felaket mitosları olması ve bunların birbirine benzemeleri ise bizi korkutucu sonuçlara götürmektedir. Hele Maya takviminin ya da benzer eski kaynakların 2012 yılını işaret etmesi oldukça düşündürtücüdür. 2012 yılında bizleri ne bekliyor tam bilemeyiz ama biraz daha kısa vadeli düşünüp bugüne bakmamızda daha çok fayda vardır.
*****************
Bugüne baktığımızda yanıbaşımızda anlamsız bir savaş sürmektedir ve göründüğü kadarı ile karışıklık bu anlamsız savaşla sınırlı kalmayacaktır. Yahudi-Protestan eksenli bir güç bu savaşı kışkırtmakta dünyanın “Orta Doğu” diye adlandıran bölgesinde her tarafa sıçratmaya çalışmaktadır. “İslam Terörü” adı altında bu kışkırtıcılık farklı bir görüntü almaktadır.
Komplo teoricileri hemen bu savaşlara petrol savaşları ya da ekonomi savaşları demeye çok meraklılar. Din savaşları olamaz bu çağda , olsa olsa daha ”derin” hesaplaşmalar vardır bu işin içinde demektedirler. Peki ya bunlar gerçekten din savaşlarıysa ve bu savaşın arkasındaki güçler bunu bu amaçla yapıyorlarsa. Ya da bizim bilmediğimiz bazı gerçekleri biliyorlarsa.
Yahudi-Protestan eksenli dedik ya! O zaman önce Tevrat ile konuya girelim:
Tevrat ile ilgili incelememizi iki bölümde yapmamız gerekir. . Bunlardan birincisi Dünya’nın yaradılışı , ikincisi de sonu ile ilgilidir. Dünyanın yaradılışı ile ilgili olanı daha sonraya bırakıp – gelecek sayıya kadar biraz merak edin, bol bol uzaylıları çağrıştıracak motifler var – dünyanın sonu ile ilgili olanlara çok kısa bakalım.
Eskatoloji mitosları dediğimiz , dünyanın sonu ile ilgili bu inanışlar bir çok kültürde vardır. Ancak Batı kültürünü en çok Judeo-Hristiyan-İslam etkilediği için bu inanışlara ama en önemlisi bugünkü savaşın kökeninde olan Judeo-Hristiyan inanışa bakalım.
Bir çok kültürde olduğu gibi, Yahudi kültüründe de dünyanın her geçen gün daha kötüye gittiği ve sonunun geleceği inanışı vardır. Bunu mesih inancı ile karıştırmamak gerekir. Yahudi kültüründe mesih gelecek ve Yahudi krallığın kuracakken , dünyanın sonu ancak bundan sonra gelecektir…ve Tevrat’ın kitapları bunu haftalarla ölçer. Tevrat içinde Apokaliptik diyebileceğimiz kitap Daniel kitabıdır. Daniel kitabı, İncil’in meşhur Vahiy bölümünün çoğu sembolünü kapsayan öncelidir.
Daniel kitabına kısaca bakarsak da çok ilginç bölümlerle karşılaşırız. Bu sembollerin çözümü de herhalde başka bir yazıya kalacak. Ancak bilinmesi gereken, Kuzey ve Güney krallarının kapışmasından sonra her şeyin olacağı.
Sonuçta, aslında bazılarına göre olması gereken oluyor bu aralar. Bir bakıma bazıları bu kehanetleri doğruluyor. Yani Mesih’in gelişine zemin hazırlıyor ve dünyanın sonu için misyon üstleniyor.
Peki bugün olan olaylarla bu kadar eski efsanelerin ne alakası var. Çok alakası var. Çünkü yıllardan beri bazı örgütler bu efsanelerin doğruluğuna ve doğrulanması gerektiğine inanıyor. Lisedeyken tarih hocam sürekli “Tarih tekerrürden ibaret” derdi ama sonunda da eklerdi “Ama aptallar bundan ders almazlar”.
Yıllar öncesine dönelim… Haçlı seferlerine… Yok klasik komplo teorilerine girmeyeceğiz ama bu komplo teorilerine daha derin bir bakış atacağız.
Haçlı seferlerinin başlangıcına baktığımızda aslında bu sefer için toplanan insanların sadece doğuda varsaydıkları zenginlikleri kapmak için plan yapan bir dağınık güruh olduğunu görürüz. Bunlar Kudüs amaç olmakla birlikte Bizans’ın zenginliklerini de yağmalamayı uman maceracılardır. Ancak Haçlı hareketi daha dikkatle incelendiğinde hiç de öyle maceracıları toplayan öylesine oluşmuş bir hareket değildir.
Haçlı seferlerinin görünürdeki amacı aslında bir felakettir. Bu da Kutsal Toprakların, yani Kudüs’ün Müslümanlar tarafından işgalidir. Bu Urbanus tarafından Hıristiyan dünyasına büyük bir felaket olarak yansıtılmıştır. Ancak ne hikmetse bu Harekete katılan topluluklar içinden çok daha organize gruplar çıkmış, hatta bir bölümü gözlerine Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis’i kestirmişlerdi. Tabii bu olayların evveliyatı da vardı. İmparator I. Alexis zamanında Bizans üstüste gelen akınlarla boğuşmaktaydı. İmparatorluğun içinde ise çok farklı saltanat hesapları ve din tartışmaları vardı. Bu dönemde en ilginç tartışma, Filozof İtalos’un “ruhun bedenden bedene geçmesi” ile ilgili tartışmasıydı. İtalos çok ilginç biriydi. Sözde Palaton felsefesini anlatmaktaydı. Mikhaèl Psellos’un öğrencisi olmuştu. Psellos ise ondan da ilginçti. Anna Kommena’ya göre Psellos “hiç de bilgin ustalardan nasiplenmiş değildi; Tanrı vergisi yetenekleri ve kavrayış gücünün canlılığı sayesinde, ama mutlaka anasının duları yüzü suyu hürmetine sağlamış Tanrı’nın yardımı sayesinde […] her çeşit bilginin en alâsını edindi; [artık] gerek Hellen’lerin [çok tanrılı inanç döneminden gelen]biliminde, gerek Khaldaios’ların biliminde (Kaldeliler, yani Babil bilgisi, astroloji ve kehanet diyelim E.A) aynı derecede, pek birikimli olduğundan,o dönemde bilgelikte pek büyük bir ünü vardı. “Sonradan tövbekâr olan Italos, zamanında aslında ezoterik nitelikli bu bilgileri herkese öğretmekteydi.
Bu dönemde olan bir önemli gelişme de 1090 yılında Constantinopolis’de “Doğu Biraderleri” adı altında bir gizli örgüt kurulmasıydı. Gül-Haç ve Martinistlere kaynaklık ettiği sayılan bu örgüt bizzat imparator Alexis’in bilgisi dahilinde kurulmuştu. Bir çok kaynak imparatorun Türk akınları karşısında bunaldığını ve Batı’dan yardım almak istediğini de söyler. Nitekim hemen arkasından Haçlılar imparatorluk topraklarına gelmişlerdir. Doğu Biraderleri adı da ilginçtir. Çünkü aslında batı kaynaklı bir topluluğun Doğudaki uzantısı olarak de nitelendirilebilir.
Batında bunu takip eden yıllarda Haçlı Seferleri sırasında ise oluşan bir başka örgüt çok daha ilginçtir. Bu da daha sonradan Tapınakçılar adını alacak olan, söylenceye göre 9 şövalyeden kurulu topluluktur. Bu şövalyelerin de İstanbul’a gelip, Roma otoritesine düşmanlık gösteren Konstantinopolis Patriğinin önünde and içtikleri ve İsa’yı tanımayan Johannitlerle alakaları olduğu bilinmektedir. Bunlar daha sonra Tapınakçılar adıyla bilinen meşhur örgütü oluşturmuş ve sonunda da Kudüs’te İslam ve Yahudi toplulukları ile ilişkide bulunarak buradan edindikleri “sırlar” ile Avrupa’ya dönmüşler ve daha sonradan başlarına gelen felaketle yeraltına çekilerek başka örgütlerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bütün bu tarihi ne diye anlatıyoruz. Sonuçta tarihten ders çıkartmak gerekmektedir.
Günümüzde olup biten olayları incelediğimizde bütün olayların kırılma noktası 2001 yılı olarak görülmektedir.
11 Eylül 2001 tarihi aslında çok önemli bir tarihtir. Bu tarih , yeni Haçlıların yapacakları seferi haklı göstermeleri için en önemli olayın tarihidir. Aynı şekilde bunu bahane eden topluluklar bir günah keçisi bularak önce Afganistan’a sonra da yine “Kutsal toprak “ kabul edilen Irak’a girmişlerdir.
İstanbul’da ise bir takım ezoterik oluşumların varlığı yanında düşünsel planda “ılımlı İslam modeli” gibi bir Truva atı görüntüsündeki öğretinin BOP kapsamında yayıldığı kesindir. Bu arada hükümetin başı da yine bir zamanlar İmparatorun yaptığı gibi Batıdan yardım beklemektedir, yani AB üyeliği.
Peki ezoterik örgütler nerede? Tabii ki her yerde. Tapınakçıların en çok suçlandıkları konu Yuhannit olmaları , yani İsa’yı Mesih olarak tanımamaları ve en son peygamber Vaftizci Yahya’yı bilmeleri idi. Bu adamlar nerede? Uzantıları Amerika’yı kurdu. Daha ne söyleyeyim …
Bu benzerlik şaşırtıcı gelmiyor mu?
11 Eylül 2001 tarihine biraz daha yakından bakarsak, 2001 aslında yeni millenyum’un başlangıcıdır. Bazıları bunda bir şaşırtmaca yapmış ve 2000 yılında başlayacağını söylemelerine rağmen millenyum 2001’de başlamıştır.
Biraz da Nostradamus’a bakalım, şu meşhur dörtlüğe :
“Yıl bin dokuz yüz doksan dokuz, yedi ay,
Gökyüzünden bir korku kralı gelecek
Angolmois’in büyük kralını canlandıracak,
Öncesinde ve sonrasında Mars hüküm sürecek”
Şimdi bunu ilk okuduğumuzda çok şaşırtıcı geliyor. Çünkü kâhin çok kesin tarih veriyor. Ancak Nostradamus’un mektuplarını iyi okuyunca, onun şaşırtmaları ve şifrelemeleri nasıl sevdiğini herkes bilir.
İlk satırda verilen tarihe bakalım. Tabii bu tarihte hiç bir şey olmadı. Ancak seneye ve aya 2 eklediğimizde 2001 yılının Eylül ayı oluyor. Bu dörtlük aslında bir felaketten çok başlangıcını anlatıyor. Bu tarihte ne oldu acaba? Devam edelim. Tabii ki bu adam bir vizyon gördüyse bunu göklerden gelen bir kral olarak görecek. Uçak bile olsa. Ancak üçüncü satır daha da ilginç. Bu olay Angoulmois’in büyük Kralını canlandıracak. Bu konuda bir çok yorum yapıldı. Ama Nostradamus oğluna yazdığı mektupta bu dörtlükleri bilginlerin, kralların vs değil sadece çok basit olanların anlayacağını söylüyor. Çok basit düşünelim. Angolmois ne demek acaba???
Eski Fransızca’da, Angol sözcüğünün “Melek” ile alakalı olduğunu düşünelim. Mois de Musa. Musa’nın meleği ya da habercisi anlamını kazanıyor. Ve onun kralı. Günümüz siyasetine ne kadar da güzel uyuyor.
Öncesinde ve sonrasında Mars’ın hükmetmesi ise çok basit bir şekilde, bu kralın öncesinde ve sonrasında savaş olacağını söylüyor.
Zannedersem bu da uydu düşündüğümüze…. (Nostradamus’un dörtlüklerini ileriki sayılarda daha da yorumlarız.)
Peki şimdi neler olacak?
2004 yılı çok önemli bir yıl bana göre. DerKi’nin yayınlanmaya başlamasından daha önemli olaylara gebe bir yıl. (Tebliğ bilgilerini dikkate almıyorum tabii, biri gelip bana direk vermedikçe… heheheh) Bu sene bir çok şey belli olacak. Çünkü bu yıl tam bir geçiş dönemi. Venüs geçişini vs ya da ruhsal tebliğleri kastetmiyorum.
Birincisi, yanıbaşımızdaki topraklarda sürüp giden savaşın akıbeti hakkında daha çok bilgi sahibi olacağız. Çok yakın zamanda Koalisyon güçlerinin orada başlarının nasıl derde girdiğini görmek de bir bonus olacak. Öte yandan daha önce sözünü ettiğimiz eski bilgilerin ve kehanetlerin gerçekleşip gerçekleşmediklerini de göreceğiz. En azından bu kadar teorinin doğru olup olmadığı hakkına daha çok bilgimiz olacak.
Marduk geliyorsa bu aralar bu konu hakkında bilgimiz olacak gibi geliyor bana. Çok uzattık sanırım bir toparlayalım :
- Çok yakın zamanda bir felaket olacak ve bazı güçler bunun için önlem alıyor
Ya da
- Bazı güçler , Global güç kavgasını daha da büyük bir savaşa taşıyacaklar ve eski öğretileri ve dinleri kullanarak bunun alt yapısını hazırlıyorlar. Ezoterik öğretileri ellerinde tutanlar da buna hizmet ediyorlar. Hatta Da Vinci Şifresi, 12.Gezegen vs gibi kitaplar da bu amaca hizmet ediyor.
Ya da
- Eski kaynakların gelecek için öngörüleri bir bir çıkıyor.
Ya da
- Topluca saçmalıyoruz.
İşte çok kısa zamanda bu soruların yanıtını alacağız . Hem de 2004 içinde. Neden mi?
Çünkü… (bekleyin görün)