Geçtiğimiz haftalarda Türk medyası (hiç değilse bir bölümü) Wall Street Journal‘ın editoryal kalemlerinden Robert Pollock‘ın yazısını hararetle tartıştı, birkaç gün içinde de “işin heyecanı” bitince unuttu gitti. Zaten biz hiçbir şeyi dört günden fazla gündemde tutmayacak kadar “dinamik” bir medyaya sahibiz biliyorsunuz. Pollock’ın yazısına “Vay küstah Amerikalı” diyen de çıktı, “Hay Allah, adam doğru söylüyor, dostumuz ABD’yi rencide ettik, gördünüz mü?” diyenler de. Bunca yazı ve muhteşem ahkâm içinde kimse “Bu Wall Street Journal kimdir, nasıl bir işlevi vardır, kim yönetir?” sorusunu gündeme getirmeyince, WSJ ve müthiş patroniçesi Karen House‘dan söz etme konusunda da iş başa düştü.

Robert L. Pollock, yeni ve deneyimsiz, “çaylak” bir yazar değil, deyiş yerindeyse, ABD’nin dış politikası ve “dünya düzeni” üzerine kalem oynatan editörlerin en “kaşarlanmış”larından biridir; gençliği sizi aldatmasın. (1995’ten bu yana WSJ kadrosunda bulunuyor: Brüksel bürosunda başlayan kariyeri oldukça hızlı bir tırmanış yaşadı ve 2002’de “editorial page writer” mertebesine erişti.) Yazılarının yayımlandığı gazete de yalnızca beş on bin abonenin okuduğu sıradan bir yayın organı olmayıp, dünya medyasının en “etkili” ağır toplarından biridir. Bu ifadenin altını çizelim ilk önce: Çünkü, “Avrupa’nın hasta adamı” başlıklı yazısının yarattığı tepkiler arasında, bir grup “deneyimli dış politika uzmanı”nın, “Canım ne olmuş, alt tarafı ABD’deki bir tane gazetenin bir tane yazarı, kendi görüşlerini yazmış, bu kadar büyütmenin alemi var mı?” benzeri “sağduyulu” yorumlarını da duymuştuk. Wall Street Journal, “ABD’deki herhangi bir gazete” değil, Robert Pollock da “herhangi bir köşe yazarı” değil. Eğer Pollock’ın daha önceki yazılarında sergilenen dünya perspektifini dikkatle incelerseniz, bu yazarın bakış açısının bugün PNAC ideologlarınca gaz verilen Bush hükümetiyle nasıl paralellikler sergilediğini de görürsünüz.

Bu ne anlama geliyor? Hani şu meşhur futbol geyiğimiz vardır ya, “Birkaç kendini bilmezin yaptığı falanca camiaya mal edilemez” diye; burada da benzeri bir eyyamcılık yaparak “Bir köşe yazarının yumurtladıkları ABD’nin Türkiye’ye bakışıyla bağdaştırılamaz” benzeri “bilirkişi” yorumları getirenlerin nasıl bir gaflet içinde oldukları açığa çıkıyor işte. Robert Pollock’ın bu yazıyı durduk yerde, “kafasına göre” oturup yazmadığı, bunun arkasında çok daha “derinlerden” bir yerden gelen işaretin olduğu tartışılamaz bile. Wall Street Journal’da “Hay Allah, bir yanlışlık olmuş, yazarımız maksadını aşıvermiş işte” denecek bir yazının çıkması mümkün değildir. Bir başka deyişle, eğer Pollock bu yazıyı yazmışsa, WSJ “publisher”ı Karen Elliot House‘un bundan haberi olmaması, daha doğrusu bu yazıyı “tasvip etmiyor” olması söz konusu olamaz. Dahası, Pollock’ın bu yazıyı yazmadan önce Karen hanımefendiyle patroniçe odasında oturup, konunun ayrıntıları üzerinde konuşmamış olması mümkün değildir. 

 

Kimdir bu Karen House denen çekici, alımlı ve zeki hanımefendi? Kendileri uzunca bir süreden bu yana, WSJ adındaki güçlü ve etkili yayın organının ve Dow Jones “International Group”un yöneticiliğini yürütmektedir. Peki WSJ nedir? Hemen kestirmeden söyleyelim: “Herhangi” bir gazete falan değil, ABD merkezli uluslararası finans-kapital oligarşisinin sözcüsü ve sesi durumundaki oldukça etkili bir yayın organıdır. Dow Jones adını Türkiye’de duymayan yoktur herhalde. 1882’de Charles Dow ve Edward Jones tarafından kurulan bu şirket, modern kapitalizmin ve uluslararası finans-kapitalin “yüreği” olarak kabul edilir. WSJ da, Dow Jones’un sahibi olduğu yayın organlarının en önemlisidir. Bu yayın organının başındaki Karen House da, Dow Jones’un eski CEO’su Peter Robert Kann‘ın karısıdır ve ağırlıklı ilgi alanı “uluslararası gelişmeler” ve ABD’nin dış politikasıdır.

WSJ tarafından çizilen profilin, Sam Amca’nın dünyaya bakışını bire bir yansıttığını söylemek çok da abartılı bir görüş sayılmaz. Bugün ABD basınında “neo-con” (yeni muhafazakâr”) çizginin temsilcisi ve BushRumsfeld politikalarının baş destekçilerinden kabul edilen WSJ, ABD tarihi boyunca da bu eğilim ve karakteriyle birlikte, etkinliğini ve gücünü korumuştur. Karen House da WSJ’ın başına gökten zembille inmemiştir tabii. Tıpkı son aylarda burada sık sık sözünü ettiğim, hırslı ve iddialı sağcı kadın yöneticiler gibi, House da zaman içinde kendini “Sam Amca’nın hizmetine adadığını” dosta düşmana kanıtlayanlardan biridir. Bu çabaları, 1984’te ona, Ürdün eski kralı Hüseyin‘le yaptığı bir dizi röportaj sonrasında Pulitzer ödülünü de getirmiştir, çünkü ödül komitesi House’un bu röportajla o zamanın başkanı Ronald Reagan‘a, Ortadoğu barış projesiyle ilgili sorunlar konusunda da yardımcı olduğunu düşünmüştür.

Hazır 1984’teki röportajından söz etmişken, Karen House ile ilgili bir de anekdot aktaralım: 1984 yılında House, Reagan hükümetiyle uyum içinde, ABD’nin Ortadoğu barış planına katkıda bulunmak amacıyla, cansiperane biçimde çalışmakta ve bu arada tıpkı ABD dışişlerinin bir temsilcisi gibi, Ürdün Kralı Hüseyin’le görüşmeler yürütmeye çalışmaktadır. Kral birkaç gün House’un telefonlarını karşılıksız bırakıp, yanıt vermeyince, House WSJ’ın Ürdün bürosunu arar ve oradaki muhabire (telefonların Ürdün kraliyet yetkilileri tarafından dinlendiğini gayet iyi bilerek) şunları söyler: “Baksana, kim olduğunu sanıyor bu Ürdün Kralı Allah aşkına? Karşısında Wall Street Journal var, ona göre!” Anlatılana bakılırsa, birkaç dakika sonra WSJ’ın telefonları çalar ve karşıdaki ses, “Majesteleri Kral Hüseyin’in Bayan Karen House’la görüşmekten zevk duyacağını” söyler. İşte karşımızdaki, böylesi pervasız bir kibir, böylesi haddini aşan bir küstahlıktır; dolayısıyla Robert Pollock’ın yazısındaki cüretkârlığa çok da şaşırmamak lâzım.

WSJ ve onun yöneticisi Karen House’un bu inanılmaz güvenleri ve densizlikleri nereden ileri gelir? Çünkü, başta da belirttiğim gibi, WSJ, ABD dış politikasının “enstrüman”larından biridir ve daha da önemlisi, Bayan Karen House, kısaca “CFR” olarak bilinen, “Council On Foreign Relations” (Dış İlişkiler Konseyi) adlı örgütün güçlü ve etkin üyelerindendir. Hep sözünü ettiğimiz Küresel Elit‘in, yani uluslararası finans-kapital oligarşisinin en güçlü organlarından biri olan CFR, ABD merkezlidir ve politikacılar, medya mensupları, iş adamlarının “en seçkinlerinden” oluşan 3000 kişilik bir organizasyondur. Bunlar yalnızca ABD’nin dış politikası ve uluslararası stratejilerini belirlemek ve oluşturmakla yetinmezler, uluslararası platformda Batı’nın güçlü ve etkili ülkelerinin siyasetlerine de gözardı edilemeyecek perde arkası müdahalelerde bulunurlar. Bir anlamda, Küresel Elit’in diğer iki güçlü organı olan “Trilateral Komisyon” ve “Bilderberg Grubu” ile koordinasyon halinde çalışan CFR, en ince ayrıntısına dek hesaplanmış bir iş bölümüyle, egemen uluslararası politikaları ve kapitalizmin izleyeceği ana nehir yatağını belirler.

İşte bütün bunları göz ardı edince, sanki ABD’nin herhangi bir yayın organında, herhangi bir köşe yazarı kendi kendine “densizlik etmiş” gibi düşünür ve ona “Vay terbiyesiz!” demekle yetinirsiniz ya da tam tersine “Vallahi dost ve müttefikimize çok ayıp ediyoruz millet olarak, adam haklı” diye tipik bir aşağılık kompleksinin kişiliksiz tepkilerini sergiler ve Atatürk‘ün de kemiklerini sızım sızım sızlatırsınız. Wall Street Journal’da çıkan yazı önemlidir, çok dikkatle incelenmelidir, çünkü bu gazete ABD dış ilişkilerinin özellikle Ortadoğu’daki “gözlüğü”dür ve başındaki Karen House da, CFR’ın Ortadoğu konusundaki uzman üyelerinden biridir. Bu yazı boşu boşuna yazılmamış ya da daha doğru bir deyişle boşu boşuna “yazdırılmamış”tır. Kaleme alan kişi de Washington’daki evinde, oturduğu yerden bunları döktüren biri değil, ülkemize sık sık gelip giden, tecrübeli ve “ne yaptığını bilen” biridir. Türkiye, ayaklarının üzerine sıkı basması ve gerçekten kararlı, dikkatli ve her zamankinden daha hassas olması gereken bir dönemdedir ve WSJ’da Robert Pollock imzasıyla yayımlanan yazı, sanıldığından çok daha temkinli ve uyanık olmamız gerektiği konusunda ciddi bir göstergedir.

Pollock’ın yazısında sözünü ettiği “sekizinci gezegen teorisi” alaycılığına da dokunmadan geçemem tabii, takdir edeceğiniz gibi. Bizim medyamızın “eighth planet theory” ifadesinde, “eighth”in sonundaki h harfini görmeyip “sekiz gezegen teorisi” diye yazdığı şeyi kastediyorum. Pollock, tıpkı yazısının bütününe egemen olan o küstah tavırda rastladığımız gibi, “bilip bilmezden gelme” yöntemiyle, kendince Marduk’la ilgili öngörüleri küçümsüyor ve kasıtlı olarak bunları tahrif edip, tanınmaz hale getiriyor: “Bir göktaşı düşecekmiş, Amerika’nın kuzeyine çarpacakmış, o yüzden biz Ortadoğu’yu kolonize ediyormuşuz” ifadeleriyle, sözde bir şeyleri hafife alıyor. Pollock bunun “sekizinci gezegen” değil, “onuncu gezegen” kod adıyla anıldığını; bu teorinin “çarpacak bir göktaşı”nı değil, yakın geçecek bir gezegeni merkez aldığını; ayrıca bütün bunların “Türklerce uydurulmuş” bir şey olmayıp, ilk kez ABD’li bazı açık fikirli bilim adamlarınca dile getirilip analiz edildiğini bilmeyecek kadar cahilse, şu an bulunduğu konumu hak edip etmediğinden kuşku duyarım. Ama tabii ki durum böyle değil: CFR ile el ele çalışan bir yayın organının, deneyimli ve etkili bir yazarının bunları bilmemesi söz konusu bile değil. Aklınca, işi “saçma ve gülünç” hale getirip, deforme etmeye çalışıyor yazarımız. Ama bu meseleden söz etmesi bile, Washington’da birilerinin, Türkiye’de bu konunun bu denli gündeme gelmesinden nasıl rahatsız olduğunu gösteriyor.

Burak Eldem