Wall Street Journal’daki şu makalenin “münferit” bir olay olmadığından; bunun ince bir zamanlamayla geçen hafta yayımlanmasının ciddiye alınması gereken bir işaret olduğundan söz etmiştim 2 gün önce. İşte yazının tetiklediği süreçler birer birer devreye girmeye başladı. Medyamız ve onun bilirkişileri, “mesajı” almışlar ve hemen harekete geçmişler. Pazartesi gecesi, bu yazının varlığından bile söz etmeksizin, Türkiye’deki “anti-Amerikan” havanın ne kadar tehlikeli ve ne kadar zararlı olduğu yolunda ahkâmlar kesen 3 ayrı program izledim arka arkaya. Diğer yandan, Robert Pollock’ın makalesi Internet’te Türkiye karşıtı forumlarda elden ele gezmeye başladı. Acaba gerçekten Türkiye’de bir anti-Amerikan rüzgâr mı var, yoksa tam tersine bazıları ABD kamuoyunda “anti-Türkiye” rüzgârının hızlanmasını ve böylelikle üzerimizde baskı oluşmasını amaçlayan bir operasyon için Pollock’ın yazısını kullanarak bir düğmeye mi bastılar? 

 

Bizim TV kanallarında “Amerikan karşıtlığının Türkiye’ye ne kadar zarar vereceğini” anlatan televizyon programlarının yayımlandığı saatlerde, George Bush’un Avrupa “turnesi” de protestolar arasında başlamıştı. Ama kimse Avrupa ülkelerindeki Bush karşıtı kamuoyunu “abartılı anti-Amerikancılık” olarak değerlendirmiyor, “bilirkişi”ler yalnızca Beyaz Saray’ın Rusya, Suriye ve İran’a verdiği “gözdağı” kokan mesajlarını “padişah fermanı” misali kabullenerek, “Aman n’apıyor bizim halkımız, ABD ile gerginleşirsek dışlanırız ve izole ediliriz” kıvamında telkinleri sıralıyordu. 

Sırasıyla gitmek ve ilkin bir şeyleri netleştirmek lazım: Türkiye’de gerçekten abartılı bir Amerikan düşmanlığı, Pollock’ın yazısında spot olarak kullanılan ifadeyle bir “anti-Amerikanizm çılgınlığı” var mı? Sokağa çıkın bakın; kahvelerde, lokantalarda, berberlerde (bizim basın alışıktır böyle “nabız tutma”lara) bir havayı koklayın. Bakalım gözü dönmüş, aklıselimi yitirmiş, öküzün altında buzağı arayan, fundementalist ve radikal bir Amerikan düşmanlığına rastlayacak mısınız? Tam tersine, Amerikan yaşam biçimi ve tüketim alışkanlıklarını benimsemiş, Hollywood filmlerine ilgi duyan, “fast food” kültürünü yaşamına yerleştirmiş, Amerikalı “taş gibi” mankenlere bayılan ve Amerikan ilkelerine göre yönetilen televizyon kanallarımızı şikayet etmeden izleyen bir çoğunluk çıkacak karşınıza. Peki ya tepkiler? Elbette, bir kamuoyu yoklaması yapmaya kalksanız, konuştuğunuz insanların dörtte üçü Bush yönetiminden şikayet edecek ve bu ekip tarafından yönetilen ABD’yi tehlikeli bulduğunu, karşı olduğunu söyleyecektir. Ama şunu unutmamak gerekiyor: Bugün bu tür bir kamuoyu yoklamasını dünyanın hangi ülkesinde yapsanız, üç aşağı beş yukarı aynı yanıtları alırsınız – “Batı ittifakının ‘vektör’lerinden biri” denen Avrupa ülkelerinde bile.

Neden? Çünkü Bush ve onun temsil ettiği yönetim, ABD’yi yeniden “tehlikeli ve saldırgan” görünümüne geri döndürmüş ve ilkin üzerindeki kuşku bulutları hâlâ dağılmayan “garip” bir terörist saldırıyı bahane ederek Afganistan’a, ardından da “fos” çıkan kitle imha silahları iddiasıyla Irak’a saldırmış; binlerce insanı öldürüp taş üstünde taş bırakmamış; dünya insanlarına yeniden “savaş”ın korkulu ve acı veren yüzünü anımsatmıştır da o yüzden. Üstelik, daha toz duman dağılmadan, yaratmak istediği yeni konjonktür uğruna, bu noktada durmayacağını ve yeni savaşları kaşıyacağını açık açık ortaya koymuştur. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bu görüntüyü dehşetle izleyen herkes, ABD’nin tehlikeli bir “savaş ve istila enstrümanı”na dönüştüğünü, bunu Bush yönetiminin yarattığını, bu nedenle “neo-con” çizginin bu saldırgan iktidarına karşı olduğunu söyleyecektir.

Şimdi, bütün dünya mı “anti-Amerikanizm çılgınlığı”nı yaşamaktadır? Bush yönetimi ve ABD, dünyanın birçok ülkesinde, en yoğun olarak da Avrupa ülkelerinde protesto edilmektedir iki yıldır. Bunların hiçbirine “anti-Amerikanizm çılgınlığı” denmezken, niçin birileri alabildiğine küstah bir dille, adeta damarımıza basarak ve “bir yerlere” mesajlar yollayarak Türkiye’yi abartılı bir anti-Amerikanizmin içine sürüklenmekle suçlamakta ve “dünyadan izole edilmekle” tehdit etmeye çalışmaktadır? Daha da vahimi, bu ülkenin birer bireyi olarak yaşayan medya bilirkişilerimiz, niçin Pollock’ın verdiği işaretle (ve tabii Condoleezza Rice hanımın “mesaj”larıyla) birden hipnoz haline geçip “Yalnız kalırız, aman ha” diye ah vah etmeye başlamışlar ve neden “iki kere iki dört” niteliğindeki gerçekleri, “müttefik” ABD’nin medya ve kamuoyuna anlayacakları biçimde nakletme yolunu seçmemişlerdir? Niçin hemen “suçluluk” duygusu ve endişe rüzgârları esmeye başlamıştır “dış politikayı ve diplomasiyi çok iyi bilen” medya guruları arasında?

Türkiye’de, Pollock’ın yazısında ya da Rice’ın satır arası ifadelerinde ima edildiği ya da açıkça söylendiği gibi, abartılı bir anti-Amerikanizm falan yoktur, bir kere bunu doğru tespit edelim. Bush yönetimine tepki mi? Evet vardır, ama dünyanın hemen her ülkesinde de vardır. Birtakım “komplo teorileri” ve bazıları için “saçma sapan” olan aykırı düşünceler mi? Evet doğru, vardır, ama dünyanın birçok ülkesinde bu teorilerden yüzlercesi üretilir her gün, en çok da ABD’de. Irak’taki uygulamalara tepki mi? Evet, bunlar da vardır ama dünyanın birçok ülkesinde olduğundan daha fazla ve daha “abartılı” değil.

Türkiye’de Amerikan mallarının halk tarafından boykot edildiğini, Amerikan filmi oynatan sinemaların önünde gösteri yapıldığını, Allah’ın günü ABD büyükelçilik ve konsolosluklarının önüne siyah çelenk bırakılıp Amerikan bayrakları yakıldığını, Amerikan fast-food zincirlerine sistematik biçimde saldırıldığını, Amerikan basın kuruluşlarının bürolarının taşlandığını, Amerikan havayolları kuruluşlarına ait ofislerin protestocularca basılıp işgal edildiğini falan gördünüz mü? “Abartılı Anti-Amerikanizm” ya da “çılgınlık” denen, böyle bir şeydir ve Türkiye’de bunun esamisi bile okunmamaktadır. (Zamanında İtalya’ya bunların bir çoğunu yapmış, italyan mallarını yerlerde sürükleyip pizzaların üzerinde tepinmiştik ama İtalya hükümeti bize “Bakın böyle Anti-İtalyanizm yaparsanız külahları değişiriz” demek gibi bir küstahlıkta bulunmamıştı – ki bence deseler, söyleyecek bir şeyimiz de yoktu fazla.)

Böyle büyük ve süslü cümleler kurmayı, diplomasi ve dış politikanın sanki çok atla deve bir meseleymiş gibi parlak terminolojisiyle konuşmayı, kısacası “janjanlı ifadeleri” falan bir yana bırakalım ve “delikanlı gibi” konuşalım şimdi: Var mı böyle bir abartılı Anti-Amerikanizm Türkiye’de? Sakın “fundementalist İslamcılardan” ya da AKP hükümetinin dini yaklaşımından, İslamcı imajından falan söz etmeyin; gerçekçi olacağız dedik. O sözü edilen “köktendinci Müslümanlar”ın, Türkiye’deki kamuoyunu belirlemek ya da etkilemek bir yana, ciddi bir azınlık olduğunu ve bu ülkedeki politik tansiyonu, dünyaya bakışı falan asla temsil edemeyeceğini kabul edin bir kere. İkincisi, AKP’nin dindar bir kesimden oy almakla birlikte, iktidara geldiği 2002 sonundan bu yana, bütünüyle bir “merkez sağ parti” gibi davrandığı ve (şu politikacı eşlerinin başörtülerini saymazsak) hiçbir “dinci mesaj” vermediği gerçeğini de teslim edin. Hatta kendi adıma şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, ABD’de iktidarı elinde tutan neo-con tayfa, Türkiye’de iktidarda olan AKP’den çok daha “dinci”dir. ABD’yi rencide edecek ne yapmıştır AKP? Eğer şu 2003’teki tezkere reddi kastediliyorsa, o AKP’nin değil, “Meclis’in icraatı”dır ve bu bütünüyle bir “iç egemenlik meselesi”dir bizim için.

Bunun dışında neler yapmıştır bu hükümet, “anti-Amerikanizm çılgınlığı” izlenimi yaratacak? Amerikan üslerini kapatmaya mı kalkmıştır? Amerikan şirketlerini “millileştirme” operasyonu mu başlatmıştır? Devlet televizyonunda Amerikan aleyhtarı programlar mı hazırlatıp yayımlatmıştır? ABD büyükelçisini konuta çağırıp nota mı vermiştir? Tayyip Erdoğan “ulusa sesleniş” konuşmasında ekrana çıkıp ABD’ye verip veriştirmiş midir, yoksa Abdullah Gül, Condoleezza Rice’ı azarlamış mıdır? Yapılan tek şey, ABD’nin burnumuzun dibinde yarattığı yangın yerinden duyulan kaygıyı (ki bu kaygı Türk toplumunca da paylaşılmaktadır) dile getirmeleridir.

Dediğim gibi, başka birçok ülkede, hatta birçok Batılı ülkede, ABD yönetimine ve uygulamalarına karşı Türkiye’dekinden çok daha büyük tepkiler var. Avrupa’da yapılan gösterilerde, Türkiye’dekinin kat kat fazlası insan toplanıyor alanlarda, yollarda. Burada söylenenlerden, atılan sloganlardan çok daha “ağırı” oralarda söyleniyor. Peki niçin kimse onlara “anti-Amerikan çılgınlığına sürüklenmek” suçlamasını getirmiyor da, bu suçlama bize yöneltiliyor?

Yanıtı basit: Çünkü adamların hesabı başkasıyla değil, bizimle. Burnumuzun dibinde, güney komşularımızdan Irak’ta savaş çıkardılar, resmi ağızlardan itiraz etmedik; tek yaptığımız, onlara bizim topraklarımızdan bir komşu ülkeye saldırma iznini vermemek oldu. Bunu hâlâ hazmedemiyorlar, bunu hâlâ kabullenemiyorlar ve için için hırslanıyorlar. Şimdi, yine bir güney komşumuzla, Suriye’yle hırlaşıyorlar, doğu komşumuz İran’a gözdağı veriyorlar, kuzey komşumuz Rusya’ya homurdanıyorlar. Çünkü yeni operasyonlara hazırlanıyorlar ve bu sefer Türkiye’yle ilgili olarak tongaya basmak istemiyorlar. Ne yapıyorlar bunun için? Psikolojik baskıyla, suçluluk duygusu ve “yalnız bırakılma korkusu” yaratmaya çalışıyorlar. Böyle bir korku üzerimizde egemen olsun ki, izole edilmeme kaygısıyla “aynı yanlışı” bir daha yapmayalım onlara. Çünkü bu bölgede ortalığı diledikleri gibi düzenleyebilmeleri için bize ihtiyaçları var ve bizi yola getirmeye çalışıyorlar.

Diyeceksiniz ki, Irak’ta Saddam bir baş belasıydı zaten. Suriye, sınırları içinde teröristleri barındırarak bize “yamuk” yaptı. İran yıllardır kendi köktendinci rejimini ihraç etmeye çalışıyor. Doğrudur, haklısınız, bunlar bizim komşularımız ama hiçbiri “babamızın oğlu” değil tabii.

Ama, ABD’nin bugünkü yönetimi de babamızın oğlu değil. Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurmaya çalışanlar, Suriye ve İran değil, bizzat Sam Amca. Şunu da unutmayalım: Bazılarının yineleyip durduğu, “Eğer tezkereyi kabul etseydik bunlar olmayacaktı, bölgede Kürt gruplar değil biz söz sahibi olacaktık” iddiası, temelsiz bir palavradan ibarettir. Bizim askeri birliklerimiz hiçbir şart altında, asla 20 kilometrelik güvenlik şeridinden daha fazla içeri giremeyecekti; sınırlarımızı açıp topraklarımızdan yapılacak bir saldırıya izin vermekle yetinecektik ve ister hoşunuza gitsin ister gitmesin, Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurma fikri, 1990’larda Baba Bush yönetimi tarafından kesinleştirilmişti ve kimse bizim onayımızı falan almayacaktı. Kendimizi böyle palavralarla aldatmayalım.

Gelelim yine Bay Pollock’ın yazısına. Bunun boşu boşuna “yazdırılmadığı”nı, bir işaret olduğunu söylemiştim. Yarattığı ilk sonuçları görmek ister misiniz? ABD’de ne kadar Türkiye aleyhtarı grup ve cemaat varsa, sevinçle atladı yazının üstüne. Bakın “American Hellenic Institute” adlı kuruluşun web sitesinde, bu makale aynen kopyalandıktan sonra neler söyleniyor: “Cemaatimizin tüm üyelerine, bu yazıyı çoğaltıp, kendi bölgelerinden seçilmiş kongre üyelerine yollamalarını tavsiye ediyoruz.”

AHI denen bu örgüt, ABD’de Türkiye aleyhtarı propaganda yapan lobilerden biri. Ama başkaları da aşağı kalmıyor: “KurdMedia.com” adlı site ve daha birçokları, büyük bir zevkle yazının tümünü yayımlamışlar, elden ele dolaştırıyorlar. Peki ya Amerikalı “neo-con” tayfa ne yapıyor? “Freerepublic.com” başlıklı sitede bu makale aynen kopyalandıktan sonra devam eden forumda Türkiye ve Türkler için neler yazılıp neler söylendiğine bir bakın isterseniz. Sonra da, acaba Türkiye’de anti-Amerikanizm mi var, yoksa ABD’de birileri “anti-Türkizm” rüzgârı yaratmak için elinden geleni mi yapıyor, siz karar verin.

Ve ey medya bilirkişileri, panik halinde kamuoyunu “Aman müttefikimizi üzmeyelim, sonra bizi yalnız bırakırlar, öcüler gelip bizi yer” diye korkutmadan önce, Robert Pollock adlı muhteremin kullandığı ifadeleri yeniden gözden geçirip, bunları hazmedip edemediğinizi bir kontrol edin dilerseniz: “Hasta adam” ifadesini kullanıyor bir kere Pollock, hem de yazının başlığında. Bu ifadenin bizim için nasıl “tüyler ürpertici” olduğunu, ilkokuldan itibaren tarih kitaplarımızda Osmanlı için bu sıfatın kullanıldığını okuyageldiğimizi anımsayın. Sonra, bizim entelektüellerimizin bakış açılarını, Stalinist dönemin ideologlarıyla kıyaslıyor. Hemen ardından, “Nazi gibi diyeceğim geliyor ama diyemiyorum, çünkü Goebbels bile bu düşüncelerin birçoğunu reddederdi” diye, bu ülkedeki düşünce iklimini Nazi Almanyası’ndan bile daha vahim bulduğunu dile getiriyor. Biz mi Amerikan düşmanıyız, yoksa bu yazar mı Türk düşmanlığını kaşımaya çalışıyor?

Daha önce de söylediğim gibi: Bu yazı, bir sürecin düğmesine bastı. Ayaklarımızı sıkıca yere basıp, “en diplomatik dille” yalnızca gerçeği söylemeye devam etmemiz lazım: “Biz Amerikan düşmanı falan değiliz, Amerikan halkıyla, Amerikan aydınıyla, Amerika’yla hiçbir sorunumuz yok. Ülkenizle ilgili hiçbir ‘garez’ ya da önyargı beslemediğimiz gibi, aramızdaki dostluğa da önem veriyoruz. Ama şu dönem yönetiminin aldığı kararları ve uyguladığı stratejileri endişeyle izliyor, bunların dünyadaki politik gerginlikleri ve savaş rüzgârlarını hızlandırdığını düşünüyoruz. Kusura bakmayın.”

Suçluluk duygusuna girip ezilip büzülmenin, rahatsızlık duymanın alemi yok. Biz yanlış olan hiçbir şey yapmadık. Asıl yanlışı, birileri bize karşı yapıyor ve yeni operasyonlar öncesi üzerimizde manevi baskı kurmaya çalışıyor. Mesele bundan ibaret.

Burak Eldem