Birkaç aydır hayatın çok değişik ve zorlu bir sürecinden geçiyoruz. Çağın adeta nezleyi gribi sollar nitelikte yaygın hastalığı ‘kanser’le yaptığımız mücadeleyi ve bir hasta yakını olarak bu süreçte gerek SSK’da, gerekse yatmış olduğumuz Cerrahpaşa ve Çapa ve Florence Nightingale gibi hastanelerdeki gözlemlerimi paylaşmaya çalışacağım.

‘Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme’ diye boşuna dememişler. Nedendir bilinmez, bir müddettir anneme “Annecim ben senin olmadığın bir dünyada yaşamak istemiyorum” gibi laflar etmeye başlamıştım. Kadıncağız “Kızım ne biçim şeyler söylüyorsun, ne gerek var bu tarz konuşmalara?..” dese de ben ara ara bu söylemlerimi yineliyordum. Sen misin büyük konuşan!..

Mart ayı sonunda altı hanım, benim doğumgünümü bahane edip bir tavernaya gittik. O gecenin sonrasında, hepimiz aynı şeyleri yememize rağmen nedense bir tek anneme dokundu ve ishal ve istifra şeklinde hastalandı!.. İlk etapta ‘kolit’ tedavisi gördüyse de bir buçuk ay süren bu süreç bir fayda vermedi.

Normalde, 22 sene evvel bırakmış olmasına rağmen, öncesinde 25 yıldan fazla ve günde bir pakete yakın sigara içmiş birisi olarak her zaman kendinde ilk kanser kontrolü yaptırtan annem bu defa nedense hiç kuşkulanmadı yaşadığı bir türlü düzelemeyen bu durumdan…

 

Kırk yaşından sonra yaptığı terzilik esnasında, dışardan prim yatırarak emekli olduğu SSK’nın doktoruna birlikte gittik ve mevcut tedavinin bir fayda vermediğini belirtip daha detaylı bir tetkik yapılmasını rica ettik. Bunun üzerine gastroendoskopi ve kolonoskopi için 2 ay 4 gün sonraya gün verdi SSK!.. Bu durumda annem “Beklemem mümkün değil, kendimi iyi hissetmiyorum. Dayanacak gücüm yok!” dedi. Ve neticede baktık ki başka türlü bir çözüm yok; “Madem öyle, biz öderiz” deyip özele sevk istedik ve gidip hemen 15 Mayıs’a çekim için gün aldık.

14 Mayıs Pazar  ‘Anneler Günü’nde, dostlarımın ricası ile Rotary tarafından düzenlenen Zekeriyaköy 5. Bahar Şenliği’nin sunuculuğunu yaptım. O sabah giderken yolda, içimdeki gitgide artan sıkıntı nedeniyle zırıl zırıl ağladım ve “Allah’ım benim ömrümden al, anneme ver ne olur” dedim… Hatta gittiğimde oradada biraz moral bozukluğumu yansıtmaya çalıştığımda; tıp profesörü olan yakın arkadaşım “Hadi ordan, büyütme bu kadar!.. Biz bu tetkikleri bütün hastalardan istiyoruz” dedi. Sustum mecburen…

Bizim toplumun çoğu; ya hiç doktorun semtine uğramadan ya da ıvır zıvır şeyler için profesörlere koşan uç insan tipleri olarak yaşayadursun; meğer yurtdışında 30’unu 40’ını geçen herkes her sene zorunlu sağlık kontrolleri esnasında bu ‘kolonoskopi’ denilen tetkiki mutlaka yaptırırmış…

15 Mayıs’ta yapılan çekimler sonrası; sonuçlar herkesin yüzüne söylenirken ben görevli tarafından o sırada dinlenmekte olan annemin yanından dışarıya çağırıldım. Tıpkı filmlerdeki gibi adam ‘dan’ diye yüzüme annemin ‘kanser’ olduğunu söyledi. Hatta “Umarız bu görünen yerle sınırlıdır, yoksa hiç umut yok!” diye de ilâve etti.

Kimseye dilemem, hayatta en sevdiği kişi ile ilgili böyle zor bir haberin yüzüne küt diye söylenmesini. Bir anda sanki içimde bir saatin zembereğinin boşaldığını ve boş bir çuval gibi çöktüğümü hissettim!..

Annem cin gibi, asla kül yutmayan ve dikkatinden hiçbir şey kaçmayan biridir. Bana “Seni neden dışarı çağırdılar?” diye sorduğunda güçlükle konuşarak ağzımda bir şeyler geveledim ama ne ben inandım ne de o söylediklerime…

Bu olayın patlak verdiği süreçte ise plânlar programlar yapılmış… Ablam ev tutmuş en az iki yıllığına Bodrum’a yerleşiyor. Biz annemle 3-11 Haziran tarihlerinde arkadaşım Hella’nın konukseverliğinde dağ bayır Avusturya’yı gezmeye gideceğiz güya…

Kendi küçücük dünyalarımızda sanki hayat ucu bucağı olmayan çok geniş bir zaman süreciymiş gibi ya bir şeyleri habire erteleyerek ya da çok uzun plânlar programlar yaparak yaşıyoruz ve maalesef  çoğumuz ‘şimdi’yi ıskalıyoruz. Ne vakit birden ‘güm!’ diye önümüze bazı gerçekler konuyor o zaman aklımız başımıza geliyor. Kolaysa zamanı geriye çevir, çevirebilirsen!..

Olaylar o günden sonra çorap söküğü gibi gitmeye başladı. Adı konmuş bu amansız hastalığa karşı zamanla yarışmak zorundaydık. Kendimi hemen sokağa atıp cepten Cerrahpaşa’da hoca genel cerrah arkadaşımı aradım. Şükürler olsun “Bugün hemen muayenehaneme gelin” dedi.

Gittiğimizde annemi muayene etti ve tüm vucut tarama istedi. Evimize yakın bir görüntüleme merkezinde ertesi günü çektirttik. Tüm duamız kolonoskopiyi çeken yerdeki görevlinin dediği gibi ‘hastalıklı bölgenin tek yerle sınırlı olması’ idi. Zira söylenene göre; sıçrama varsa yapılacak pek bir şey yoktu!..

O günün akşamı annem evde bir kalp spazmı geçirdi ve Beşiktaş Belediyesi’nin ambulansı ile Cerrahpaşa ‘Acil’e kendimizi attık. Hepimiz bir anda gelişen olayların şokunu ve çöküntüsünü yaşıyorduk. Ama en çokta olayın odak noktasındaki annem tabii ki…

Bu arada olacakları bilmeksizin aldığım ve son anda cayıp da firmayı zor durumda bırakmak istemediğim için; dört günlük bir Barselona turuna gidip geldim. Kendimi her odaya attığımda ilk fırsatta annemi arayıp sesini duyup rahatlayarak ve moral veren konuşmalar yapmaya çalışarak…

Seyahat öncesi ise; yıllardır gönüllü çalıştığım, 27 Mayıs’ta yapılacak kermesleri için piyango bileti sattığım Fransız Fakirhanesi adlı yaşlılar evine bir koşu gidip durumumuzu izah edip elimdeki her şeyi rahibelere tümüyle iade etmiştim. Rahibelerin annemi ziyarete geldiğini ve izin isteyip başında ‘dua’ ettiklerini İspanya dönüşü öğrendim. Çok duygulandım doğrusu… Yaptıkları ne hoştu ve ne büyük bir incelikti. İnsanlık, hakikaten ne bir milletin ne de dinin tekelinde değil!..

Annem Cerrahpaşa Kardioloji’de 6 kişilik odada idi. Oda Allah’tan tam dolu değildi, o sayede geceleri refakatçi kalabildim. Henüz yaz başı olmasına rağmen nedense ortalık sivrisinek kaynıyordu. Yanımızda prize takılan sinek kovucu aletlerden götürdük de bütün oda sakinleri rahat etti. Biraz düze çıkalım, hayırlısıyla ilk fırsatta gidip Cerrahpaşa-Davutpaşa semtlerinin bağlı olduğu belediye yetkilileri ile görüşüp hem o semtte oturanlara eziyet hem de hastalar için çok olumsuz bir durum teşkil eden bu konunun halli için görüşeceğim. Saçma sapan paralar sarfedip sürekli kaldırım taşlarını değiştireceklerine ya da birilerinin cebine milyarları akıtıp sağa sola ‘lale’ ‘menekşe’ vb. fantazi kabilinden çiçek ektireceklerine esas oksijeni sağlayan ağaç diktirtsinler ve doğru düzgün ilaçlama yaptırtıp insanlara sağlıklı bir ortam sağlasınlar!!!

Hastanede annemin bir yanında yatan hasta 12 yaşında evlendirilmiş 7 çocuk annesi Siirtli Kürt aşiretine mensup genç bir hanımdı. Diğer tarafındaki ise genç yaşta dul kalmış, ek gelir olsun diye geceleri hasta başında nöbet tutup 5 çocuğunu öyle büyütmüş hemşire emeklisi bir başka hanımdı. Yüksek şekerden dolayı gözleri iyi görmüyordu. Nedense kaldığımız 12 gün boyunca o beş çocuktan biri sadece arayıp sordu annesini!.. Diğer çocuklar nedense hiç yoktular ortalıkta… Öteki hasta ise aşiret mensubu olduğundan ziyaret saatlerinde en az elli kişi vardı başında. Kafileler halinde ve olmayacak yemeklerle geliyorlardı ziyarete. Tam Levent Kırca’nın, Hamdi Alkan’ın parodilerindeki gibi!..

Bu 10’lu yaşların başında evlendirilmiş aşiret mensubu kadıncağıza ve emekli hemşire teyzenin haline bakıp binlerce kere daha halime şükürler ettim. Ve hayatta daima her şeyin hayırlısını diledim.

Annem Cerrahpaşa’da üçüncü anjiosunu oldu. Ameliyat öncesi kalbinin sağlam olduğundan emin olunması gerektiğinden detaylı tetkikler yapıldı. Nihayet 26 Mayıs’ta benim getirdiğim küçük pastalar ve tuzlularla annemin yetmişinci yaş gününü odadaki diğer hastalar ve yakınlarıyla küçük çapta kutlayıp hastaneden ayrıldık. Güya, 5 Haziran’da Genel Cerrahi’de ameliyat olmak üzere geri gelecektik…

Ertesi gün yani; 27 Mayıs 2006’da düz yolda düşüp hayatımda ilk kez sol ayak başparmağımı hem çatlatma hem de kırma başarısını gösterdim!.. Meğer bu tip kırıklarda alçı da konmazmış. Ortopedist arkadaşım “Yapacak bir şey yok! Dikkatli ol, 2-3 hafta içinde kendiliğinden düzelir” dedi. Ne güzel, Allah tam bana göre ayakta gezdiren bir kırık vermişti!.. Daha ne isteyebilirdim…

Gelen tarama sonucu, tespit edilen tümör güya 4.5 cm ile sınırlı idi. Ama herhalde içindeki adı konulmuş dert annemi huzursuz ediyor olsa gerek ki; “Ben 5 Haziran’ı bekleyemem!” diyor başka bir şey demiyordu… İçimden “Annem herhalde naz ediyor” dedim. Sonuçta ısrarlarına dayanamayıp, bu defa Çapa Ortopedi’de profesör yakın arkadaşımı aradım. Bana birkaç dakika içinde, Türkiye’nin en ünlü kollektoral cerrahlarından ve yine Çapa’nın hocalarından birinin bizi iki gün sonra beklediği haberini verdi. Çok sevindik!.. Ama her yerde bir aciliyete göre sıralama durumu ve tüm kliniklerin ve hocaların başında inanılmaz bir hasta ve operasyon kuyruğu var!.. Öyle hop diye sıranın önüne geçilemiyor. Hatta Çapa’da da yaklaşık bir hafta süren ameliyat öncesi tetkikler sonucu yatış ve ameliyat için bu defa 13 veya 15 Haziran günü belirlenince “5 Haziran geç!” diyen annem çok bozuldu.

Neticede yaşananlar anneciğimi haklı çıkardı. 5 Haziran’ı 6’ya bağlayan gece saat 3.30’ta tuvalette fenalaştı. Meğer kolon tıkanmış!.. Herşey ağzından gelir vaziyette Çapa Acil’e gittik ve aynı günün akşamı ameliyat edildi. Tam 110 cm barsak alındı kendisinden. O geceyi ve ertesi günü yoğun bakım ünitesinde geçirdi. Çapa gerçekten personeliyle, teknik donanımıyla mükemmel hizmet veren bir hastane. Hele yoğun bakım ünitesi sanki bir uzay üssü. Bize Genel Cerrahi’de ikinci katta geniş ferah bir özel oda da bulundu çok şükür. İmkânı olan hayırsever firmaların ve şahısların katkılarıyla öyle güzel bir kat hazırlanmış ki hepsini tebrik etmek lâzım. Ne mutlu onlara…

Anneciğim yoğun bakımdan odaya bir geldi, her tarafında hortumlar, direnler, serumlar, sondalar… İnanılır gibi değil!.. Orada kaldığımız 12 gün boyunca başlarda ziyaretçi kabul etmedik. Ne annemin durumu nede bizim halimiz buna imkân vermedi. Zaten Allah razı olsun merak edip hâl hatır sormak için arayanlara bile yetişemez durumdaydık.

Benim atasözlerine ve deyimlere düşkünlüğüm aileden gelir. Hele anneannem büyük bir hazine idi bu konuda. Bu aralar en sık aklıma gelen sözlerinden biri; ‘Ölsem ölsem de dirilsem, dostumu düşmanımı bilsem…’ Bizde tam bu sözü anımsatacak bir süreçten geçiyoruz. İnsan böyle zamanlarda etrafındaki kişilerin hangisi gerçek arkadaş, dost hangisi kokmaz bulaşmaz cinsten anlıyor…

Zaman zaman hepimiz özellikle iş hayatında bunaldıkça; “Onun bunun ağız kokusunu çekiyorum” gibi serzenişlerde bulunuruz. Bu hastalık sürecinde bir kere daha şahit oldum ki sadece ağız kokusu değil her türlü kokuyu ve ifrazatı çeken esas meslek gurubu ‘doktor’lar. Kolon ameliyatı sonrası hastanın büyük, küçük tuvaletinden gaz çıkarmasına kadar her bir şeyi yakinen takip edip hatta “Bravo, aferin” gibi sözlerle yüreklendiren ve güç veren tezahüratlarda bile bulunuyorlar.

Yaşayanlar bilir; ameliyat öncesi ve sonrası tıbbi malzeme, kan, plazma ve ilaç gibi sıklıkla birçok reçete tutuşturuluyor hasta yakınlarının eline ve “Bunları çok çabuk temin edin!” deniyor. Birisi bunlara koştururken bir başka kişininde hastanın yanında kalıp ona moral vermesi ve isteklerine yardımcı olması gerekiyor. Şükürler olsun, kırık parmağıma rağmen seve seve her yere yetişmeye çalıştım.

Bu hastalığı geçiren çoğu kişiden yada yakınlarından, ameliyat sonrası hastanın dışarı çıkabilmesi için ya kese takıldığını ya da anüsün tümüyle kapatılıp kişinin tuvaletini bundan böyle yandan yapabildiğini öğrenip annemin normal biçimde yaşamına devam ediyor olmasına binlerce şükürler ettik.

Hastane süreçlerinde bir de her defasında SSK’dan sevk alma zorunluluğu var ki; başlı başına bir sorun!.. Zaten ruhen ve bedenen yorgun ve üzgünken bir de üstüne “Yukarı çık, aşağı in, o binaya git, bu binaya gel, orada kaşe bastırt, burada imzalattır!” gibi insanı deli divane eden uygulamalar var ki tam bir işkenceye dönüşüyor. Hele hastanız bir de öteki hastaneye ‘Acil’den girip yatmışsa SSK sevk vermemek için tam bir direniş kuvvetlerine dönüşüyor. “Ayağım kırık ne olur daha fazla dolaştırmayın. Size kalsa, daha 2 ay 4 gün sonra kolonoskopi çekilecekti. Hastanın bekleyecek durumu yoktu. Bakın olaylar acilen gelişti” dememe karşılık; “Başka sağlam biri yok mu, o gelsin!..” diye cevap verdiler. Yani illâki eziyet edecekler bari sağlam biri gelsinde ona eziyet edelim gibi bir tavır.

Benim hiç sevmediğim ve kullanmaktan kaçındığım bir söz vardır; ‘g’ harfi ile başlar ve ‘eziyeti’ yada ‘azâbı’ şeklinde devam eder. Sevk için kırık ayakla koşturdukça aklıma bu söz geldi ve ister istemez “Bizim bize ettiğimizi bazılarının g…. diye niteledikleri edemez!!!” diye düşündüm.

Neyse mucizevi bir şey oldu ve araya Çapa’dan başka bir profesör ve hatta rektör girdi herkes birden muma döndü ve sevk işi halloldu. Bir dost meclisinde sadece iki-üç kez aynı sofrayı paylaştığım bu iki değerli insan sadece ortak dostlarımızın hatırına binaen bize bu unutulmaz iyiliği yaptılar. Allah hepsinden razı olsun…

Yalnız ‘Yiğidi öldür ama hakkını ver’ deyişindeki gibi SSK’da gönüllü olarak çalışan bir ‘Mavi Melek’ler var ki onlardan bahsetmemek haksızlık olur. Ordan oraya koşturan derdine deva arayan insanlara çok güzel yardımcı oluyorlar. Bir iki kez gerekti ve rica ettiğimizde çok güzel alâkadar oldular.

Anneannem “Kızım hasta yemek yemez para yer” derdi. Gerçekten çok doğru bir söz. Ameliyatlar çok büyük harcamalar gerektiriyor keza ilaç, yoğun bakım ünitesi ve özel oda masrafları da öyle… Hepsi birleşince muazzam bir yekûn tutuyor. Herhangibir sosyal güvencesi ya da kenarında parası olmayanların durumu gerçekten çok zor.

Çevrem çok geniş ve ilişkilerimin ucu bucağı kaçmış vaziyette, fakat ne kadar zor durumda olursam olayım birilerini rahatsız etmeyi ve bir şey rica etmeyi mümkün mertebe istemem. Ama ne vakit bıçak kemiğe dayanıyor hakikaten ‘Kul sıkışınca, Hızır yetişiyor…’ Aramaya gerek kalmaksızın lâzım olan kişi kendiliğinden ortaya çıkıveriyor ve sorun halloluyor. Annem yattığı yerden olup bitenleri görüp; “Kızım sen büyük paralar kazanmış biri değilsin ama meğer çok güzel dostlar, insan kazanmışsın. Ne mutlu sana” dedi. Ben hiç hesap kitap içinde kimseyle görüşmemiş ve ilişki kurmamışımdır. Bu olanlar, Yüce Allah’ın bir takdiri olsa gerek.

Operasyon başarılı geçmesine rağmen patoloji sonucu pek parlak gelmedi!.. Onun üzerine hemen umutsuzluğa kapılmak ya da kendimizi çaresiz hissetmek yerine; ‘Düşünce Gücüyle Tedavi’ kitabını ve yazarı Louise Hay’i hatırladım. Biz de tıbbi tedavinin yanısıra pekalâ bir şeyler yapabilir ilgi, sevgi ve moralle bu hastalığın üstesinden gelebilirdik. Zaten bu aralar bir nevi kanser araştırmacısı oldum çıktım!.. Bütün kanserli hasta yakınlarıyla adeta anket yapıyorum. Şu ana kadar ortaya çıkan tek bir gerçek var; o da hastanın hayata bağlılık durumunun ve bakış açısının önemi. Yani kişi oturup kara kara düşüncelere kapılıp ‘kanseri’ kafaya takarsa ve kendini umutsuzluğun kollarına bırakırsa hastalık galip geliyor!.. Herkes ağız birliği etmişcesine bana “Bu hastalıkta %50 ilaç ve ilmi tedavi ise %50 de moral, moral moral” diyor. Yapılacak en güzel şey; tıpkı (üçüncü kez, bu hastalıkla mücadele eden) örnek insan Prof. Türkan Saylan’ında yaptığı gibi hastalığa katiyyen aldırış etmeyip ve hatta hayat düzeninde en ufak bir değişiklik yapmaksızın yola devam etmek.

Ameliyattan evvel yüzü kireç gibi beyaz olan annemin önce sıvı gıdalarla daha sonra yavaş yavaş normal beslenmeye başlamasıyla rengi benzi biraz düzeldi. Bir hafta kadar da Çapa Kardioloji’de yatıp 23 Haziran’da eve çıktık. Evine, yatağına, mutfağına kavuşmak anneciğimi öyle mutlu etti ve öyle bir moral verdi ki; geldiğinin ertesi günü hemen kolları sıvayıp kaysı marmelatı bile yaptı. Hiç ses etmedim, hatta keyifle destekledim.

Ancak annemi eve çıkardığımızın yine ertesi günü ablamın tansiyonu 30’a çıktı. Annemle ben bu defa gözümüzün önünde az kalsın ölecek raddelere gelen ablama bir şey yapamamanın üzüntüsünü ve çaresizliğini yaşadık. Eve tansiyonunu ölçmeye ve iğne yapmaya gelen eczacı arkadaşı beni kenara çekip “Derhal hastaneye gidin, bu asabi tansiyon!.. Allah saklasın ya ölür ya da felç olur!..” deyince elim ayağım birbirine karıştı. Fakat ablam asla söz dinlemeyen sert mizaçlı biridir. Bütün yalvarmalarımıza ve bir türlü düşmeyen tansiyonuna rağmen hastaneye değil evine gitti!.. Aynı günün akşamı ikinci kez fenalaşınca nihayet Çağlayan’daki çok ünlü bir özel hastaneye kaldırıldı. İki gün boyunca hastanede de tüm müdahalelere rağmen tansiyon normal düzeye inmeyince anjio yaptılar ve iki saat süren operasyon esnasında verilen ilaçtan -doz aşımı nedeniyle- zehirlendi!.. Eve çıkarıldıktan sonra ise sağ bacağı simsiyah morardı ve hissizleşti. Meğer damar balon yapmış ve meydana gelen iç kanamadan dolayı pıhtılaşma olmuş. Bunun üzerine tekrar hastaneye yattı. Normalde bunları, yapanların yanına asla bırakmayacak ve hastaneyi başlarına yıkacak ablam; içtiği sinir hapları sonucu olsa gerek kuzu gibi oldu ve “Bunları yaşamam lâzımmış” deyip geçti.

Biz, normalde yıllardır yazı Bodrum’da karşılayan, Alanya’da uğurlayan ve çok ahım şahım bir maddi durumumuz olmamasına rağmen ‘Hayatta ne kadar çok şeye sahip olduğumuz değil, ne kadar az şeyle yetindiğimiz önemli’ kıvamına gelmiş olduğumuzdan; mütevazı gelirlerle mutlu mesut yaşayan kişilerdik. Kimsenin hayatına, şusuna busuna imrenmek bir yana; herkes bize imrenir ve “Ne güzel gencecik emekli oldunuz, annenizle güzel seyahatler yapıyorsunuz” falan derdi. Hastane sürecinde de bu defa; “Aman annenize ne güzel bakıyorsunuz” dediler. Büyüklerinden gördükleri olumlu şeyleri herkes sürdürmeli. Bizde anneannemize daima büyük bir sevgi, saygı ve ilgiyle davranan, hele bizi dünyaya getirmiş olmanın sorumluluğunu tek başına üstlenip hem annelik hemde babalık yapmış olan annemize ne yapsak azdır.

Çok şükür benim kırık, ayakta gezerken geçti ama bu defa ablam ciddi mânâda hasta oldu ve hâlâ düzelemiyor. Nazara mı geldik acaba?..  

Allah tarafından zorlu bir sınava tabi tutulmaktayız. Umarım bu dönemden öğrenmemiz gereken her ne ise ve ne ders almamız gerekiyorsa bir an evvel alırız da geçer gider!.. Zaten tek umudum ve tesellim hayatta hiç bir şeyin sonsuza dek sürmeyeceği gerçeği… Sürekli “Bu da geçecek, bitecek, Allah’ım bize dayanma gücü ver, şifa ver ve emeklerimizi, umutlarımızı zayi ettirtme” diye dua ediyoruz…

Normalde sabahlara kadar oturan ve öğlene doğru uyanan ben; şimdi en geç gece 11’de yatıp sabah ise 7’de güne başlıyorum. Kızım Soumise’ide doktoruna sorup bir mahzuru olmadığını öğrenip annemin evine getirdim. O da böylece aylardır evde yalnız kalmanın bunalımından kurtuldu. Annem ise her zamanki ince fikirliliği ile daha hastaneden çıkmadan “Kızım çok üzülüyorum benim yüzümden işinden gücünden kalıyorsun, yazılarını yazamıyorsun sana bir dizüstü bilgisayar lâzım” demeye başladı. Teknik konulardan anlayan bir arkadaşla gittik aldık ve ADSL de bağlattık böylece teşkilat kurulmuş oldu.

Tüm ricalarıma ve ikna kabiliyetimi kullanmama ve “Benim ev giriş katı düzayak, tuvalet çift, hepinize ayrı oda da vereceğim gelin bende kalın elim gözüm ikinizinde üstünde olsun; merdiven inip çıkmaktan iflâhım kesildi” dememe rağmen başarılı olamadım. Ne annemi ne de ablamı evlerinden çıkmaya ikna edemedim. Bu durumda Allah’tan ekstra güç kuvvet ve tüm hastalara acil şifalar -bu arada bizimkilerede- diliyorum. Artık bambaşka bir yaşam tarzı sürdürüyor; bazen annemin ve ablamın işlerini halletmek için bir günde üç veya dört hastane geziyorum. 15 Mayıs 2006 sanki bir milât oldu bizim için. Öncesinde; tüm bu yaşadıklarımızı yaşayacağımızı aklımızın ucundan dahi geçiremezdik.  

Özel veya devlet hastanesi olsun hepsinde gözlemlediğim ortak tek bir şey var ki; içerde derdine derman arayan sağlığını bir şekilde kaybetmiş bîçare insanlar, dışarda ise kapı önlerinde toplu halde fosur fosur sigara kola gibi zararlı şeyler tüketerek sağlığını bozuk para gibi harcayanlar!.. Halen mevcut hastalara yetecek kadar doktor, hemşire ve tıbbî donanım yokken; birde olumsuz alışkanlıklar nedeniyle hastalanacaklar ile nasıl baş edilecek diye insan düşünmeden ve üzülmeden edemiyor…

 

 

Ne garip değil mi yaşam akışı içinde bize sonderece sıradan gelen yaşamsal fonksiyonların hepsi aslında tıkır tıkır işleyen bir mekanizmanın doğal yansımaları. Şayet en ufak bir aksama bir sağlık sorunu meydana gelirse; parmağımızı kımıldatmaktan gözümüzü kırpmaya kadar her şeyin aslında küçük birer mûcize olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Ne yazık ki çoğumuz sağlıklı iken bu yaşamsal fonksiyonlara şükretmeyi akıl dahi etmek bir yana;. “Ay çok normal tabii ki böyle olacak!” deyip geçiyoruz… Halbuki cek’li cak’lı hiç bir şey yok hayatta. ‘O’ ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor…

Bu hastalık her yaştan ve kesimden kişinin başında… Arzum Onan’ın hasta olduğunu çok şükür o kurtulduktan sonra duyduk. Onun ki annesinde de olduğundan sanırım genetik. Ama dünya çapındaki müzik adamımız Arif Mardin’i değerli sanatçı Mehmet Akan’ı yine bu dertten pek yakında kaybettik ne yazık ki. Geçen gün televizyonda sanatçı Asu Maralman bu hastalıkla ilgili konuştu; “Hasta olduğumu öğrendikten sonra eşim de beni terk etti. Ameliyata girerken yapayalnızdım ve kendime “Asu kendine sahip çık” dedim!” dedi. Evet şöyle veya böyle neticede yalnızız ve kendimizi sevmek ve sahip çıkmak zorundayız. Hayat kimi ezmiyor üzmüyor ki?.. Bir eli yağda, diğer eli balda olanların ise kaçı bu ayrıcalıklı durumlarının farkında?..

Ben tümüyle kirlettiğimiz ve dengelerini alt üst ettiğimiz bu gezegenin artık bize karşı atağa geçtiğini ve tüm bu dertlerin yağmur gibi üstümüze yağdığını düşünmeden edemiyorum… Yalnız dış etkenlerin ve kötü alışkanlıkların yanısıra; bilhassa annem gibi hassas, her şeyi içine atan, yıllar boyu ezilmiş ve üzülmüş, mutsuz bir beraberliği sürdürmüş ve sevgisiz yaşamak zorunda kalmış kişilerinde içinde birikmiş olumsuz duygu ve düşüncelerin bu tip hastalıklar şeklinde ortaya çıktığını düşünmekteyim. Bu yüzdendir ki annemle beraber şimdilerde devam eden hapla kemoterapi sürecinin yanısıra; sabah ve akşam zihinsel arınmaya da yardımı olacak özel dualar ve çalışmalar yapma gayreti içindeyiz.

Bu hastalıkların üstesinden; evvel Allah’ın izni ve doktorların tedavileri, sonrada ilgi, sevgi, inanç ve moralle geleceğimize inanıyorum. Zamanın beni haklı çıkarması umut ve dileklerimle; “Kendinizi ve çevrenizi sevin, hiç bir şeyi dert etmeyin, dün’e ya da yarın’a kafayı takıp ‘şimdi’yi kaçırmayın. Başka hiç bir şeyin inanın ki önemi yok. Yeter ki sağlık olsun” diyorum.

Şiyma Aksekili