Deprem haberleri gündeme ağırlığını koymaya başladığından beri, aynı sözleri duyuyoruz hep. Bütün kanallar, birer uzman yerbilimci çağırıyorlar stüdyolarına ya da telefon bağlantısı yapıyorlar. “Peki değerli hocam, bu deprem bizi etkiler mi? Burada bir şey olur mu?” Teskin edici, güven verici açıklamalar geliyor sonra: “Hayır efendim, merak etmeyin, bu depremin bizim fay hatlarımızla hiçbir bağlantısı yoktur.” Bu mudur şimdi bütün derdimiz, endişemiz, huzursuzluğumuz?

Dünyanın bir ucunda, (iş gezisi ayağıyla “çapkınlığa” giden kazma iş adamları ya da neresine süreceğini bilemediği parasıyla “uzaklara” tatile çıkmayı pek seven sosyete tortuları hariç) hiçbirimizin tanımadığı, bilmediği diyarlarda on binlerce insan birkaç dakika içinde ölüyor ve biz bu haberi alınca “Amman, bize bir şey olur mu ki?” mi diyoruz yalnızca?

İnsani kaygıları, endişeleri elbette anlarım da, böylesi bir durumda şu dehşet verici duyarsızlık, tüylerimi ürpertiyor. Bir yakınını kalp krizi nedeniyle yitirmiş bir komşunuza bakıyorsunuz uzaktan, sonra hemen doktorunuzu arıyorsunuz, “Bana bir şey olmaz değil mi doktorcuğum? Oh, sağolun, yüreğimi ferahlattınız” diyorsunuz. Aşağı yukarı aynı şey.

Ekranlarda, yine “Marmara’da neler olur?” senaryoları. Düzinelerce kanal, her biri birer uzman bulmuş, bizi düşünüyor, “Bize bir şey olur mu?” derdinde. Beş yıldır tsunaminin “tsu”sundan söz etmeyen yerbilimciler, şimdi bu faciadan sonra “tsunami senaryoları” sunmaya başlıyorlar medyaya. Marmara’da kaç metre dalga olur, nereleri vurur, kaç bina gider? Yahu hani “hiçbişi olmaz”dı üstatlar, öyle diyordunuz çoğunuz, Marmara’da tsunami tehlikesi yoktu hani?

Asya yerle bir olmuş, daha olayın üstü soğumadan, biz ekranlarda “İstanbul’da deprem olur mu yani şimdi hocam?” geyiği yapıyoruz. Kimse çıkıp da “Yahu yüz bine yakın insan öldü oralarda, onlar için yapacak bir şeyimiz yok artık ama kalanlara ilaç lazım, yiyecek lazım, giysi lazım. Haydi bir şeyler yapmaya çalışalım biz de karınca kararınca” demiyor. “Lafazanlığı” seviyoruz biz; aklımız fikrimiz de, kendi kıçımızın sağlam olmasında. Başkalarına ne olursa olsun, onlar “başkaları”. Üzülmez miyiz? “Aaa, vallahi çok üzüldüm, inan dün gece gelin-kaynana yarışmasını bile seyredemedim üzüntümden” der, sonra yine yakaladığımız uzmana sorarız: “Bize bir şey olur mu hocam? Oğlanı yeni evlendirdik, evin taksitleri bitmedi daha da, o bakımdan…”

Diyelim can kaybı olmasaydı bu depremde, çok başarılı önlemler alınsaydı ve en azından çok çok az kayıpla atlatılsaydı, umursayacak mıydık peki olan biteni? Yaklaşık 1000 kilometrelik bir fay hattı kırılmış, haritalar değişmiş, dünyanın ekseni yerinden oynamış, “Gezegenimize neler oluyor böyle?” diye düşünecek miydik? Bilemiyorum doğrusu.

Geçen yıl, “Marduk’la Randevu” yayımlandıktan birkaç ay sonra, “okur” olduğunu iddia eden birinden bir mail almıştım. “Siz onu bunu bırakın da, buraya, bize bir şey olacak mı, ondan haber verin, şimdi boşuna okumayayım onca sayfayı” demişti.

Mesele bu işte. Biz, “dünyalı” olamıyoruz. Bizim kaygılarımız yalnızca kendimizle, çevremizdekilerle, günlük geyiğimizle bağlantılı. Yarattığımız o küçük dünyada, “Yarın ne giysem, televizyonda hangi dangalak diziyi izlesem, tatile nereye gitsem, bu gece kimi becersem, bir yerlerden üç beş kuruş fazla kazanıp arabayı değiştirmeyi nasıl halletsem, bir de yazlık ayarlasam” diye düşünüp duruyoruz. Bir yerlerden afet haberleri geldiğinde de, kendi küçük dünyamız sallanmaya başlıyor “gerçek dünya”nın titreşimleriyle ve korkuyoruz: O incir çekirdeğini doldurmayan sığ hayatlarımızı merkezine oturttuğumuz “kendi dünyamız”ı yitireceğiz diye. Çok önemliyiz ya. Bizden sonrası tufan ya. “Koy dibine bize bir şey olmasın” ya…

Burak Eldem