Ah! şu dış düşmanlar olmasa, ben var ya ben, dünyaya kafa tutacağım! Elimizi kolumuzu bağlayan hep onlar! Gözleri kör olsun bunların, elleri dizleri kırılsın inşallah! Tü tüt tü tüüüüüü! Düşündükçe insanın gidip bir kaşık suda boğası geliyor da kendimi zor dizginliyorum!

Okulda bizlere öyle öğretmişlerdi ya hani: “Kendinden olmayana düşman gözüyle bakacaksın.”, “Türkiye, stratejik konumu sebebiyle bütün ülkelerin gözünün üzerinde olduğu bir yerdir.” demişlerdi.

E öyle büyüdük, haliyle şimdi, karşıma her kim gelirse gelsin şüpheleniyorum, elimde değil! Hem başka bir deyiş de vardı, hatırlamaya çalışayım…Ah evet! “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!”

Ne kadar güzel söylemiş atalarımız. Ay! Çok duygulandım. Gerçekten de…Ağlamak istiyorum ama şimdi yazı yazarken olmaz, kendimi tutmalıyım.

Mesela, ilk anda aklıma gelenlerden…Daha geçen günlerde, sabah programlarından birine Zekeriya Hoca’mız çıktı, haklı adamcağız, nasıl da kendini parçaladı. “ Vatan elden gidiyor, karış karış topraklarımız satılıyor!” dedi.

Mesela, tatil beldelerine gelen ve Türkiye’de yaşamaya karar veren yabancı uyruklu insanlar bunlardan… Telefonla bağlanan ve sanki Zekeriya Hoca’mız düşmanlık tohumları atıyormuşcasına konuşan bir gazetecimiz de; “ Yapmayın hocam! Bakın, bu memlekette herkes beraberce yaşamaya alışmıştır ama topluma konuşurken dikkatli olalım, sizin söylediklerinizi çok farklı anlama çekecek çok insan var Türkiye’de!” dedi.

Tabi, hocamız haklı olarak: “Bırakın efendim bu geliyorlar yerleşiyorlar safsatasını, o zaman Kurtuluş savaşında neden kardeşlerimiz dediğiniz insanlar bizleri arkadan vurmak, vatan toprağını parçalamak için elbirlik oldular?!” gibi sözler söyledi.

Sonra, programa bio-enerji ile ilgilenen biri gelmiş. Tam yaptıklarını, işin felsefesini anlatacak, taktı hocamız tenasül organlarına. O bio-enerji durumlarını falan da saçma sapan buldu ama tabi, tenasül organlarımız çok önemli. Bu sapkınlıklar onlara dokunmak amacıyla yapılıyorsa, ellettirmemek lazım. Haklı adam.

Aslında kafam karışık… Zekeriya Hoca’nın politik konularda konuşması biraz bulandırdı beni. Ama ne de olsa vatanını her sevenin söylemesi ve yapması gereken şeyler bunlar. Nasıl dinimize inanıyoruz ve gerekliliklerini yerine getirmek zorundayız, öyle bir şey.

Allah’tan İstanbul’da yaşıyorum, yoksa hani bir şehir varmış Türkiye’de, pek de gitmedik ama Alanya falan, orada yabancı komşu olsaydı, suratlarına bile bakmamak lazımdı zındıkların! Onların tek amacı vatanımızı bölmek, başka bir şey değil! Beter olsunlar!

Ama tabii demokrasi var, herkes çıkıp konuşmalı. Düşüncelerini söyleyebilmeli. Kızlarımız başlarında örtüleriyle okullara ve her türlü kamu alanlarına girmeli, onu da unutmamak lazım.

Epey bir zaman önce de galiba, Orhan Pamuk’muydu neydi, o kendini bilmeze de Nobel Ödülü verilmiş. Ben okumadım da komşunun kızı okuldan geldi sevinçle. Sanki bir şey! O adam dememiş miydi, “Bu kadar Ermeni ülkemizde katledilmiştir.” diye. O da beter olsun! Ödülü almasının sebebi de budur zaten, başka ne olacak ki?!

Gerçi, ben bir kitabını falan okumadım, el işi, çoluk çocuk, bizler eskilerden beridir pek okumazdık. Öyle, gazetenin de başlıklarına bakarım. Hakikaten, iş güç zaman olmuyor ki okumaya!

Ama geçen gece, bizim bey kanalları atlarken bir baktık bu adam çıkmış televizyona bir de İngilizce konuşuyor vallahi ben dışişleri bakanından o kadar İngilizce duymadım.

Kafam yine bir karıştı; “Bey, atlama kanalı da bakalım ne diyormuş bu vatan haini?” dedim. Demez olaymışım! Orada hiç de kötü şeyler söylemedi. Herşeyden önce edebiyatıyla gündemde olmayı istediğini, kimsenin ya da bir düşüncenin tanıtımcısı olmadığını ekledi. “Evet, gelmiş geçmiş hükümetlere kızdığım bir dönem, ettiğim lafı sonradan basın bayağı bir abarttı, üzerinden çok haber üretti.” dedi.

Aslında, ben O’nun ne dediğini de duymamıştım ya, olsun! Zaten diyorum ya o zamana kadar Orhan Kıvrık mıydı, a pardon Pamuk söylediyse ki, ay! Düşünmeye bile değmez! Hem sonra yalan mı diyecekler canım?! Adamın demediğini dedi derler mi? Ateşin olmadığı yerden duman çıkar mı?

Bizim bey zaten sıkılmış Seda Sayan’ı seyrettik de rahatladık. Ne tatlı kadın vallahi, O’nun için de yazmalıyım bir şeyler. Bir kere çok güzel, valla fıstık gibi, nasıl koruyor şu kilosunu bir anlasam. Neyse…

Sonra yine benim kızın bilgisayarına bakarken, öyle kurcalıyorum, genç kız bu belli mi olur? Ah! zaten çocuğun mu var derdin var, konumuz o olsa yazacak tonlarca şey birikmiş de bu kız hakkında… Ha! Bir de bundan sonra şu komşum Sebahat hakkında yazacağım, ya insanın bir günü bir gününe uysun değil mi? Öyle bir şirret, öyle bir patavatsız!

O yazıda (demiştim ya kızın bilgisayarında rakkamlar buldum diye) anlatıyor devlet babamızın nereye ne kadar bütçe ayırdığını. Diyor ki; Diyanet İşleri’ne ayrılan bütçe Türkiye’deki 22 üniversitenin bütçesi artı dört bakanlığın bütçesi kadar. Aman olsun! Ben aldığım tüpün fiyatına bakarım. Bir de şu cep telefonlarıyla konuşmalar ucuzlasa…

Geçenlerde hastaneye gideceğim, “Tamam, hepsine giriyorsunuz.” dedilerdi. Bizim yakınımızdaki devlet hastanesine kulaklarım tıkanmış duyamıyorum, gideyim dedim. “Sıra alınması lazım.” dendi. Onun için de genç birilerinin olması, sabahın köründe sıraya girmesi lazımmış. “E?” dedim “ Telefonla alınmıyor muydu?”, “E öyleydi ama bu sefer de telefonlara bakılmıyordu, kimse yanıt vermiyordu.” dediler. Yine gidip kuyruğa girmek zorunda kaldı mı kızım? Okula gidecek, sınavıydı, dersiydi…

Bu memlekette evladın yoksa, çocuk doğurmadıysan ya da doğursan bile turşusunu kurmadıysan nasıl kendi kendine bakacaksın? Eh, o ayrı mesele ama şimdi Allah’ı var bütün hastaneler açıldı bizlere, şimdi onsekiz yaşına kadar herkes ücretsiz sağlık hizmeti alacak dedi başbakan. Gerçi, biz alışmışız böyle seçim öncesiydi galiba, gelirler unuturlar vaadlerini ama ne bileyim, sanki pek muhterem eşiyle bizden birileri oturuyor o köşkte. Öylesine sevinçliyim o yüzden.

Çok beğeniyorum hanımefendiyi. Hemen girmiş Çankaya’da mutfağı falan değiştirtmiş. Bak, ev hanımlığını orada da göstermiş. Gerçi, yıllardır bizim kapının önünden küçücük, başları beyaz örtüyle kapalı, yolda yürümeye bile utanan, elinde hükümetin çantaları kızlar Kur’an kursuna gidiyorlar yazın ama ne var bunda? Din eğitimi almayacak mı bu çocuklar? Demokrasi var bu ülkede, öyle bakmak lazım.

Aaa! Kızım geldi okuldan!

“ Ne yapıyorsun anne?” dedi, ben de “ Kızım elim alışsın bir yazı döktüreyim şu derKi miymiş neymiş ona.” dedim.

Yazdıklarıma çok kızdı. “ Herşeyi birbirine karıştırmışsın anne!” dedi bağırdı bana. Diyorum ya bu yeni nesil çok fena! Neden ki? “Benim gibi düşünen bir sürü ünlü yazar var.” dedim, “ Televizyonları aç bak bir sürü kanalda program yapıyorlar, benim neyim eksikmiş ki?!” diye ekledim.

Neymiş?! Benim kız, o zındıkların yanındaymış! Taş doğursaydım, taş!

Çok saygıdeğer Zekeriya hocamız topluma sivilleri hedef göstereceğine, devletin kamu alanlarına giren ormanlarını, arsalarını satmasına dikkat çekmeliymiş.

Ayrıca, devletin buralardaki yağmasını anlatsaymış ondan önce!

Biz o ülkelere gittiğimizde çöp alamıyoruz diye ağzından tükürükler saçarak konuşacağına bilerek konuşsaymış.

Ama oradaki bir normal vatandaşın Türkiye’ye gelip ev satın alıp ya da kiralayıp oturması kadar doğal ne olabilirmişmiş!

Türklerin onların standartlarına uyan, cadde ortasında şalvar giymeyen, karayolları arasındaki yeşil alanda piknik yapmayanıyla bir alıp veremedikleri yokmuş. Bu ayrımcılık ve sıkıntılar zaten Türkiye’nin kendi içindeki gerçeğiymiş. Bunu yabancı bir ülke yadırgıyorsa “ O bendendir O’nu korurum laf söyletmem ama değiştirmek için bir girişim yapmadığım gibi, halkımı daha da fakirleştirir cahilleştiririm.” mi denilecekmiş?

Onlar (düşmanlar) buraya gelip elini kolunu sallaya sallaya ev herşey alıyorlarmış, ama bizimkiler oradan alamıyorlarmış diyeceğine Türk lirasının Avrupa ülkelerinde satın alım gücünden bahsetmeliymiş. Tabi, bizim milletten emekli olan zavallı sosyal sigortalı kendi memleketinde ev kiralamaktan acizken, bir de ülke dışından yatırım mı yapabiliyormuş ki, bu sorular sorularak sanki refah düzeyimiz çok yüksek ve dışarıya çok yatırım yapan bir ülkeyiz gibi konuşuluyormuş?

Yok anladım, bu kız azmış! “ Kızım bunları sen nereden öğrendin?! Okulda sizlere bu değerleri mi öğretiyorlar?!” dedim. Hiç böyle şey duymadım! Ne yani yan dairede bir düşman oturacak, ben de yaptığım aşureden vereceğim! Allah yazdıysa bozsun!

Emperyalizm, sömürgecilik demekmiş. Yani, parası olanın parası olmayana hükmetmesiymiş bir yerde. Dünya üzerinde hepimizin gittiği McDonalds’lar, içtiğimiz Coca Cola’lar falan hep emperyalizmin ayaklarıymış.

Emperyalizmle savaşmak için kimsenin kimseyi boğmasına saldırmasına gerek yokmuş, yalnızca o ürünleri tüketmeyerek bile bu adamları etkilemek, bellerine kazma vurmak mümkünmüş. Bütün dünya dinlerinin esas vermeye çalıştığı felsefeymiş yani bu “Eline, diline, beline hakim ol!” mantığıymış. Dünyanın ortak sorunuymuş bunlar ve o yüzden buzullar eriyip, sonumuza yaklaşıyormuşuz.

Aslında insanlar çekirge sürüsü gibiymiş. Gittiğimiz herbiryerleri yağmalayıp, kaynaklarını kurutuyormuşuz. Hükümetlerin de paradan başka dertleri yokmuş ki halkları doğum kontrolü veya tüketim yönünden bilinçlendirsin. Tersine, tüketimin hızlı olduğu yerde belli parababaları hem hükümetleri hem de milletin cebini kontrol eder haldeymiş.

Ama tabi bir de teknoloji emperyalizmi varmış. En kötüsü de buymuş aslında. Onun için de halkı ayağa kaldıracak eğitim alanında büyük bir devrim gerekiyormuş.

Bir de, Araştırma Geliştirme denilen bir şey varmış, üniversitelere ve bu alanlara çok ama çok yatırım yapılmalıymış. Dar dar dar, “ Al sana düşman!” denileceğine, bu konularda icraatlar için iteklenmeliymiş hükümetler.

“Ancak, bu dünya düzeninde sanayin, teknolojin onlarla rekabet edebilecek kuvvetteyse kafa tutabilirsin.” dedi bana. “Başka türlü tavşanın dağa küsmesine benzer bu iş.”

Bak sen?!

Hem de daha yeni okumuş kızım, “Server Tanilli” diye bir adam varmış, O’nun “Uygarlıklar Tarihi” kitabını bilmiyorsam açıp okumalıymışım. Kalbimi vallahi çok kırıyor bu kız! Yani bazen böyle boğazımda düğümleniyor, yeminle!

Neyse…Sonra sakinleşti kızım da geldi, barıştık. Bana yavaş yavaş bazı şeyleri anlatınca, nasıl da güzel anladım. “Bak!” dedim kızıma “ İstenince ne güzel oluyor?”

Sonra, emperyalizmin İmparatorluktan ulus topluma geçiş dönemlerinde, hani o Katolik kilisesinin engizisyon Mahkemeleri kurma zamanlarında, dünya işlerine her yönden karışmaya kalktığı aşamalarda, bireyselliğin ilk ortaya çıktığı dönem olduğunu anlattı.

Ticaret başlayınca, dünya üzerinde keşfetmek olgusu ortaya çıkmış. Ne yapmışlar insanlar? Para kazanmak amacıyla başka ülkelerin zenginliklerine bu sefer de ticaret yoluyla göz dikmeye başlamışlar. İmparatorluklar toprakları kendi bünyesine katıyordu, ticaret başlayınca gönüllü işçiler, gönülsüz kölelerle Avrupa hakimiyeti altına alıyor dünyayı.

Ülkeler kendi ürünlerini satmaya başlamış, Avrupa kıtası küçükmüş ama bu ticaret yollarını kullanarak dünyanın en zengini haline gelmiş.

Sonra, burjuva ortaya çıkmış, bu burjuva denilen ticaret zengini kesim Rönesansı ve sonradan Fransız Devrimini başlatmış. Meğerse, Fransız devrimi denilen şey bizim atalarımız da dahil herkesi etkilemiş.

Fransız devrimi ile başlayan başkaldırı, milliyetçilik ve özgürlük duyguları ile Türkiye Türkiye olabilmiş. O akımı Türkiye’de kendi değerleriyle uygulamaya geçiren kişiymiş Atatürk. Ama şimdilerde bunlar unutturulmaya çalışılıyormuş. “Kökü dışarda ve zararlı ideoloji” denilerek küfredilen, milliyetçilik de içinde olmak üzere hemen bütün düşünce akımlarının bize dışardan geldiğini unutmuşuzdur.”dermiş Server Tanilli.

Meğerse, dünyaya bütün olarak bakmazsak herşeyi yanlış anlıyormuşuz. Kendimizi küçücük bir fanusun içine koyup herkeslerden kopuyormuşuz. Dinin o kapkara yüzüne karşı ilk savaşı verenlermiş Avrupalı’lar. 16.yy’da tüm insanlığın eşitliğinden söz etmiş Shakespeare, miras yoluyla soyluğun geçmesi, dinsel bağnazlık, ırkçı düşüncelere karşı duran günümüzün değerleriyle örtüşecek düşüncelerden bahsetmiş.

Bu konuda çok kayıplar vermişler ama dünyaya çok büyük eserler kazandırmışlar. Bunun ilerlemesinde kağıdın bulunuşu ve baskı yapılabilmesi büyük bir rol oynamış. Rönesans 14yy. İle 16.yy.sonlarına kadar devam etmiş.

Peki, o sıralarda Osmanlı’da neler oluyormuş?Padişah III. Selim’e 18. yy.da Atıf Efendi’nin hazırlayıp sunduğu metni okudu kızım, özetle şöyle demekte ( Bunu da Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi’nden okudu tabii.)

“Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar, peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret bir takım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitme ve fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler ( frengi hastalığı gibi ) halkın beyinlerine işlemiştir. İşlerin garip yanı halk da rağabet etmektedir bu düşüncelere. İşte, bunların etkisinde kalanlar, birkaç yıl önce, bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, Fransa halkını vahşi hayvan kıyafetine sokmaya kalkışmışlar, bununla da yetinmeyip heryede kafadarlar sağlayarak, insan hakları dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere çevirtip, milletleri hükümdarları aleyhine kışkırtmışlardır.”

Yani, bu öcü emperyalizm sayesinde mi bunlar olmuş? Uygarlıklar değişmiş, imparatorluklar yıkılıp da yerine devletler kurulmuş? İlginç geldi bana…

Bir de dış güçler denilen adı sanı olmayan, sınırları belli edilmeyen, fikir şaşırtmacasından bahsetti kızım. Don Kişot’u örnek gösterdi. “Tıpkı O’nun gibi görünmeyen güçlerle oyalanıp, içeriye ve gerçek hedefe baktırmamak amaç zaten.” dedi.

Rönesansın en büyük eserlerinden biriymiş Don Kişot. Bir ara tvde de görmüştüm beyaz sakallı bir adam, eski püskü bir atın üzerinde hazırlanıp hazırlanıp kocaman yeldeğirmenlerine saldırıyordu. Onları canavar diye algılıyordu hatırladığım kadarıyla.

Tabi bu arada her ülkenin istihbarat servisleri varmış. Hep seyrediyoruz ya Amerikan filmlerinde CIA, yok FBI gibi. Her tür hükümetin toplumuyla paylaşmadığı bilgileri olurmuş. Komplo teorileri diyorlar zaman zaman. Bir sürü konuda değişik bilgiler belki yıllar yıllar sonra gün yüzüne çıkıyor. Ama hiçbir ülke kendi lehine olan bir kararı, o ülkenin içindeki işbirlikçisi olmazsa uygulayamazmış. Bu, işin en dikkat edilmesi gereken, en acı yanıymış.

Böyle konuların milliyetle alakası da yokmuş. Dünya üzerinde yaşayan tüm politikacıların halkları uyutarak, “ İşte, düşman hazırlanın saldıralım!” diye gösterdiği şaşırtmacalarmış bunlar. Ne yapacağız yani, emperyalist güç diye Amerika’ya mı gideceğiz Don Kişot gibi? diye sordu kızım. Hakikaten neye karşı, nasıl savaşılacak yani? Düşündüm ama tanımlayamadım.

“Herşey matematiktir.” dedi bir de, anlamayınca yine o eskilerden hatırladığım “Rakkamlarla Türkiye” yazısını çıkarttı. Evet…Gördüm, okudum…Türkiye’nin yıllara yayılan dönemlerde nasıl da içten içten oyulduğunu anladım…

Ama yine de kafam bir gidip bir geliyordu, karmaşıktı.

“Peki yanlış mı kızım bütün bunlar öyleyse? Emperyalizmle savaşmayalım mı?” diye sordum. “Yooo! Her bilgide doğruluk payı vardır ama kocaman bir cümleden nasıl bir kelime çıkartılıp o insan tu kaka yapılıyorsa bu da öyle bir şeydir.” dedi.

“Emperyalizm bir düşünce sistemidir, paranın baştacı edildiği, tüketimin tüketmekten başka bir anlama gelmediği, yağlamalama politikalarının güdüldüğü sistemler yaratılır. İnsanlara gerçekler anlatılmaz, üzerine filmler yapılamaz, sürekli bir uyutmaca politikası güdülür.”

“Her ülke kendi çıkarlarını düşünmez mi? Zaten, öyle olması gerekmez mi? O zaman olması gereken, yani ülke sınırları içinde ülkenin o hallerden bu hallere gelmesinde parmağı olan herkes suçlu değil midir?” diye ekledi.

Şimdi hala içerde yapılması gerekenler tartışılmadan, bu devlet politikaları düzeltilmeden bir sürü şaşırtmacaya kurban gidiyoruz.

“Hükümetleri oluşturan politikacıların kendi çıkarlarının peşine düşmemesi içindir işte insan hakları ve hukuk.”

Halbuki, düşündüm uzun zamandır medyada çığırtkanlık yapanlar “ Ama onlar da kendilerine baksın önce!” diye şaşırtmacaya devam ediyorlardı. Evrensel, insani değerlerin tartışılması gerekliliğinin tersine, altta kalanın canı çıksın tekniği uygulanıyor, bu değerlere inançsız, çıkarına göre hareket yeteneğini mübah sayan nesiller yetiştiriliyordu. Herşey karman çorman olmuştu.

“Neden hukuğun üstünlüğü ilkesi diyoruz? İşte bu yüzden! Ama bir yandan da yine hukuğu kullanarak milletvekillerine dokunulmazlık ilkesini uygulatıyoruz.”

Başbakanın ala eder gibi “ O dokunulmazlık değil yargılama ertelemesidir, o kişi milletvekilliğini bıraktığı an yasalar karşısında yargılanır.” demesine sessiz kalarak, belki de hiç düşünmeden, ha! doğru dedi bile demeden eşitliği bozuyor ve bir şaşırtmacaya daha kurban gidiyoruz.” dedi.

İşte, o an birisi çıksaymış ve konuya hakim olup da “ Bu eşitliğe aykırı!” deseymiş ne iyi olurmuş! Ama ekranların önünde tokatlanmaya varınca işler, öldürülen 64. gazeteciye gelince rakkamlar insanlar da susuyorlar demek.

“Olsun!” dedi kızım, “ Bilinçli olmak da büyük bir kuvvettir.”

Hayatımızı fark ederek yaşamak, başkalarının söyledikleri kadarını değil, okuduğumuz ve araştırdığımız kadarını evrensel doğrularla birleştirmekmiş O’na göre doğru olan.

Bir de neye dikkat etmiş? Hiç politikacılarımızla çatır çatır, bilgisiyle tartışacak röportaj yapan birileri olmamış şimdiye kadar. Hep bir dayılanma hakimmiş ortalığa. Sanki, politikacı halka hizmet etmek zorunda olan bir memur gibi değil de dikte eden, yeri gelince tehtid eden bir tavırdaymış.

Bu, Avrupalı siyasetçiler için hoş karşılanan bir durum değilmiş. Hele seçmen, hemen böyle bir olumsuzluğu belli edermiş. Orada politikacılar ne kadar hata yaparlarsa yapsınlar toplumun önüne çıkıp cabbar gazetecilerle cebelleşmek zorundalarmış. Buradaysa, diğer yanağını da çevirme durumları varmış.

Ayrıca, Türkiye’de medya, halkın sözcüsü olamıyormuş, hesap soramıyor bir de üstüne üstlük gittikçe sermayedarların eline geçiyormuş. Kimmiş ki, doğruları özgüveniyle konuşuyor, o bir bakıyormuşsun bir yayın grubuna satılıyor.

Türkiye’de “Emperyalizm, beter olsun İngilizler!” denirken özel okullar almış başını gidiyormuş. Oysaki İngiliz sisteminde sosyal devlet ilkesinin önemi gözardı ediliyormuş. Oradaki okulların bireylere ait olamayacağı, Eğitim Bakanı’nın çocuğunu özel okula verdiği öğrenildiğinde işinden istifa etmek zorunda bırakıldığı çünkü bunun kendi ülkesindeki devlet okulları sistemine bir hakaret olarak algılandığı unutuluyormuş.

Bilgi akıtılırken hep böyle işe gelenler seçilip elenip ona göre yorumlarla peynir teknesi yürütülmeye çalışılıyormuş.

Emperyalizmin dış güç değil, içerdeki politikacıların para hırsı olduğu görmezden geliniyormuş. Emperyalizmin aslında para demek olduğu, dünya üzerinde nüfusu fazla, eğitimi az, o yüzden üretimi ve teknolojisi ancak parça getir, birleştir mantığına dayanan her türlü ekonomilerde uyutma aracı, sömürme aracı, değişmeyecek dünya gerçeği, konuşmaktan çok sermayedarların ülkelerini düşünerek yatırım yapmaları gerekliliği gözden kaçıyormuş. Bunun bir kanser gibi heryeri sardığı unutuluyor, unutturuluyormuş.

İlk önce sorunun tanımlanması gerekir dedi kızım bir de. Neden o sorun orada? Soruna sebebiyet verenler kimler? Türkiye’de 50’li yıllardan beridir yapılan yatırımlardır bugün gelinen sonuç dedi. 50’lerde ne olmuş ki?

Demokrat Parti falan hani Menderes zamanları… Demiş ki Menderes; “ Ben istesem odunu bile milletvekili seçtiririm.” Hiyyy! Ne kadar kendini büyütmüş gözünde! Ne olur işte gelir askerimiz alır elinden o hakkı!! Ama şimdi bir de demokrasi falan diyorlar, halk iradesi diye ekliyorlar. Vallahi o noktada da işler sarpasarıyor kafamda.

Ha, bir de kızıma göre, ülkesini seven her politikacı o ülkenin eğitim, sağlık ve hukuk sistemine sahip çıkarmış. O konuda Türkiye’nin ihtiyacı olan büyük devrimi ve yatırımları yaparmış. Eğitimi ve sağlığı kişilerin tekelinden kurtarırmış. Türkiye’yi PKK ortaya çıktıkça Şırnak var diye hatırlamaz, vatan toprağını bir bütün olarak görür ve sanayisini, işgücünü, herşeyini eşit dağıtırmış.

Osmanlı’nın Türkiye İstanbul’dur düşüncesini yıkarmış. Zaten Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup bir kasabayı başkent yapan kişinin devrimlerini devam etttirmeye, geliştirmeye çalışırmış.

Bunun için de, ülke içinde bir seferberlik başlatırmış. Buna “ Başını örtme özgürlüğü” gibi kendi içinde çelişen değil “ Türkiye’yi kalkındırma, eğitme, sağlıklı hale getirme, üretme Seferberliği” dermiş.

O zaman baksınmış bakalım sömürmeye gelen de O’nun önünde nasıl eğilir ve saygı duyar hale gelirmiş ama kızımın bu konularda hiç ümidi yokmuş.

Bundan sonra karar verdim, kızımla çok konuşacağım. Bana kitaplar da verecek, okumaya çalışacağım. Orhan Pamuk’un da kitaplarını almış, belki onlara da bakarım…

Reyhan Bull