Komşumuzun kızının uzun zamandır plânladığı, Güney Fransa’da yaz okuluna gitme projesini duyunca pek imrendim. O vakte kadar, Paris ve civarı başta olmak üzere Dordogne, Alsace, yukarı Normandiya, Jura gibi bölgelere burs, arkadaş, eş dost ziyareti gibi vesilelerle gitme imkânım olmuştu. Ama dünyanın her tarafından turistlerin akın ettiği güney Fransa, bilhassa Côte d’Azure nasıldı acaba?..  Gitmeye karar vermek hiç zor olmadı. Vizem, zaten vardı. İş sadece okulla, yurdu bir de uçak biletini ayarlamaya kalmıştı ki onlarıda çabucak internetten yazışarak hallettik.

 

Marsilya’ya kadar uçakla gidip, sonrasında okulumuzun olduğu Montpellier’ye 1-2 saatlik tren yolculuğuyla vardık. O vakte kadar bu kentin adını hiç duymamıştım doğrusu… Pazar günü vardığımızdan, o günü yurda ulaşıp odalarımıza yerleşerek ve daha sonra çıkıp civarı biraz turlayıp bir şeyler yiyerek geçirdik. Bu arada, kaldığımız yurda hayli yakın olan okulun yerini tespit etmeyi de ihmal etmedik.

 

Ertesi gün kalkıp, heyecanla koşup gittiğimiz okulda; ilk iş bizleri -hangi sınıfta okuyacağımızı belirlemek amacıyla- önce yazılı sonra sözlü seviye tespit sınavına soktular. Nedense kendimi zaman zaman dil konusunda hiçbir şey bilmiyormuş gibi hissederim. “Beni acaba alfabeden mi başlatırlar?” diye hayıflanırken… En son sınıfta eğitime katılmaya uygun görüldüğümü bildirdiler.

 

Birkaç kattan ibaret olan dil okulu binasının, iki sokak ötesinde bulunan ve tıpkı bizim medrese mimarimizi andıran; kocaman bir avluya açılan yanyana dizili sınıflardan oluşan tek katlı bir başka binadaydı sınıfımız.

 

Bir ay boyunca haftanın beş günü sabahtan öğlene kadar sürecek eğitimin ilk gününde; öğretmenin önerisiyle, herkes kendini sınıfa tanıttı. Böylece yaklaşık 25 kişi kadar olan  mevcudun 1 Slovak, 1 İtalyan, 1 İspanyol, 1 İngiliz ve benim dışımda kalanını Almanların oluşturduğu anlaşıldı.

 

Sosyal yaşam içinde medeniyet gereği kullanılması gereken sözcüklerin başında bana göre insanların birbirlerini selâmlamaları gelir. Hele ki batı toplumunda bu dikkat çekecek derecede yaygındır. İnsanlar, sokaklarda, asansörde vs. karşılaştıkları kişilerden; hiç tanımasalar  bile bir ‘Merhaba’yı esirgemezler. Ben de, doğal olarak sınıfa her gün ‘Günaydın’ diyerek girip, ‘İyi günler’ dileyerek çıkmaya başladım. Almanlar’dan yanıt almak mümkün olmuyordu nedense…

 

Sınıf Fransızca’ya vâkıf olanlardan oluştuğundan; genelde verilen konular üzerinde karşılıklı konuşmalar, tartışmalar yapılıyor, radyo yayını dinlenip oradan duyduklarımızı yazmamız isteniyor; öğretmen bu esnada tüm sınıfı gözlemliyordu.

 

Yurtta yanyana odalarda kaldığımız komşu kızıyla sohbet edince; onun sınıfında da Almanlar’ın ağırlıklı olduğu ve benzeri bir tavra maruz kaldığı çıktı ortaya.

 

Zaman ilerledikçe sınıftaki tutum öyle net ve elle tutulur bir yoğunluğa geldi ki öğretmenin de gözünden kaçamadı!.. Sorun neydi? Aramızda herhangi bir problem olmamış, ne münakaşa ne nahoşluk yaşanmamıştı. Neticede öğrenme amaçlı ve yarım günlük bir birliktelik söz konusuydu… Daima arkadaşlarına, dostlarına giden ve gayet güzel ağırlanıp alâka görmeye, el üstünde tutulmaya alışkın olan ben; hayatımda ilk kez ‘yok farzedilmeyi’ yaşıyordum…

 

Allah’tan bu küçük ve tipik Akdeniz kentinde yapacak çok şey vardı. Gerçi ilk başlarda bir heves koşup gittiğim en meşhur plajları ‘Palavas les Flots’ ne denizi ne kumu ile hiç beklediğim gibi çıkmayınca; o konudaki hevesimi yine kendi ülkeme saklamaya karar verdim..

 

Elimdeki öğrencilere mahsus ucuz aylık ulaşım kartıyla, hafta içi, değişik istikametlere giden araçlara binip son durağa kadar gidip dönerek kenti en ücra noktalarına kadar keşfetmeye çalışıyordum. Sıkılınca yurttaki konforlu odama dönüyordum. Gider gitmez aldığım su ısıtıcısıyla, yurtdışında daima özlemini çektiğim poşet ‘çay demleyip’ içerken; ya ödev yapıyor ya da yanımda getirdiğim -neredeyse yarım bavul dolusu tutarındaki- Aydın Boysan ve Prof. Tarık Minkari kitaplarını okuyordum. Onların anıları, gezileri, kısacası dolu dolu yaşadıkları hayatı ele aldıkları kitaplarının sayfalarını çevirdikçe kâh ülkeme özlem duyup ağlıyor kâh yaptıkları esprilere kahkahalarla gülüyordum.

 

1997 Ağustos ayında yaşadığım bu süreçte; ileriki senelerde görüşme şerefine nail olacağım sıkı hayranı olduğum bu iki değerli şahsiyetle o zamanlar daha henüz tanışma şansını yakalamamıştım. Sınıftakilerden yaşça büyüktüm ama bunun bir sorun yaratacak yanı yoktu. Neticede 17-94 yaş aralığında arkadaşları, ahbapları olan biriydim. Ne kendim ne başkaları için kartvizit, hüviyet cüzdanı gibi vesikalarda yazılı değerler hiçbir zaman, görüşme veya görüşmeme nedeni teşkil etmemişti. Sevgisizliğe, sığ yaklaşımlara ve en acısı dışlanmaya alışkın olmayan ben; resmen birilerince sınıfta ‘yok’ farzediliyordum. Kimsenin kedisine pışt, köpeğine hoşt! falan demişliğim de yoktu… Sebep neydi acaba?!

 

1992 senesinde, henüz yıkılmış olan duvarın parçaları meraklılara satılırken Berlin’e gitmiş Doğu ve Batı Berlin’deki Alman arkadaşlarımda konuk olmuştum. Her ikisi de gayet konuksever davranmıştı ama bu yine de Almanya’nın soğuk ve kasvetli havasını ve sokaktaki insanların sanki az evvel kavga edip de dışarı öyle çıkmış izlenimi veren mahkeme duvarı suratlarını görmezden gelmemi sağlamamıştı… Almanlar, daha o zaman duvarın yıkılmasından sonra meydana gelen süreçte; kendi insanlarıyla ekmeklerini paylaşacak olmaktan duydukları rahatsızlığı açıkça ortaya koymaktaydılar.

 

Ya benim ‘Gurbetçi’ denilen o çilekeş, kendi ülkesinin büyük bir kentini dahi görmeksizin; utanç duyulacak bir biçimde soyulup ağızlarındaki dişlere ve hatta külotlarının içlerine bakılarak seçilip ‘işçi’ adı altında gurbete savrulan insanlarım neler yaşamıştı acaba?..
 

Hafızası kuvvetli olanlar hatırlayacaklardır… Saçını bıyığını boyayıp gözlerine kahverengi lens takarak bir yıl boyunca Türklerin içinde yaşayan Alman gazetecinin yazdığı kitabı… Bu cesur gazetecinin adı Günther Walraff’dı, kitabına uygun gördüğü ad ise ‘En Alttakiler’… Yayınlandığında çok ses getiren, baştan sona çarpıcı tespitlerle dolu bu kitapta kısaca ortaya çıkan gerçek şuydu: Çoğu okuma yazma bilmeyen ve herhangi bir bilgiden ve beceriden yoksun insanlarımız; Almanların kesinlikle beğenmeyip, tenezzül etmeyip el sürmek dahi istemediği işlerde çalışmayı kabul etmişler. Yine onların asla kabul etmeyeceği koşullarda yaşamaya razı olup Almanya’ya gelmişlerdi. Aldıkları sembolik ücretleri ise memleketten götürdükleri tarhana, erişte, bulgur vb. gıda maddeleri sayesinde harcamayıp; hatta fenig fenig biriktirmek suretiyle bugünlere gelmişlerdi.

 

Evet kitaptaki tablo buydu; ama Türk insanı azmiyle ve akıl almaz cefakarlıklarıyla bu tabloyu yırtmış ve dışına çıkmış adeta bir mûcizeye imza atmıştı! Bugün gelinen noktada Türk insanı üç nesli aşkın bir süredir orada yaşıyor. Çoğunun çocukları orada okuyup aldıkları eğitim ve yaptıkları kariyerler sayesinde mecliste, senatoda söz sahibi. Ekonomide ise açtıkları büyüklü küçüklü işyerleri ve hatta holdinglerle yanlarında Almanlar’ı çalıştırıp ekmek verir hale gelmişlerdi. Kaderin, Fransa’nın bu küçük kentinde yollarımızı kesiştirdiği bir gurup Alman da, ülkelerindeki bu nufusu birkaç milyonu bulan ve zaman içinde bir şekilde sınıf atlayan gurbetçilerden duyduğu rahatsızlığın acısını bizden çıkartma çabasına girmişti herhalde…

 

Cuma öğleden sonra ders çıkışı başlayan haftasonu tatili pazartesi sabahına kadar güzel bir zaman dilimi sunuyordu. Sınıfta gitgide yoğunlaşan negatif elektriğin etkisini üstümden atabilmek için bu süreçlerde önce Marsilya Monpölye arasındaki Avignon’a sonra -üç buçuk günlük bir tatil oldu- Nis’e, Monako’ya ve Monte Karlo’ya gittim. Hatta bir haftasonu da okulun tertip ettiği sudan ucuz İspanya gezisiyle Barselona’ya gittim. Bunlar yüreğimin şişini indirmek için yaptığım çok isabetli gezilerdi. Gerçekten ‘tebdili mekânda ferahlık’ vardı. Ancak çoğunu trenle yaptığım yolculuklarda gerek Fransızca’nın güneyli aksanıyla yavan yavan konuşulmasından gerekse insanların görgü kurallarından bihaber kaba saba, dangıl dungul hallerinden hiç hoşlanmadım. Keza bizim şımarık kesimin, ‘Nis’deydik (Nice), Kan’daydık (Cannes), Monako’daydık (Monaco), Sen Trope’deydik (St.Tropez) diye hava attığı yerlerin; ülkemizde bulunan Ölüdeniz, Gökova, Kekova, Bodrum, Marmaris vb. bir çok tatil yöremizden zerre kadar daha çekici ve güzel olmadığını açıkça gördüm. Ama burası Fransa’ydı ve festivaldi, çevrilen filmlerdi derken buralar isim yapmıştı bir kere…

 

Dönem sonunda öğretmen bizlere; “Tüm sınıfa, seçtiğiniz herhangi bir konuda çıkıp sunum yapacaksınız” dedi. Ben de ‘Beni tanımaya çalışmadılar, bari ülkemi tanısınlar’ deyip gidip bir turizm acentesinden Türkiye’yi tanıtan renkli resimlerle bezeli bir kitapçık aldım. Daha odada “Ne yapabilirim, bu dokümandan nasıl faydalanabilirim?” diye incelerken hasretten her fotoğraf karesine bakıp bakıp ağladım.

 

Sunum günü gelip çattığında bütün sınıfın karşısına geçtim. Büyük bir yarımada görünümündeki ülkemin etrafını çevreleyen dört ayrı denizde, her birinin kendine özgü balıkları ve diğer mahsulleriyle karada ise yedi ayrı coğrafi bölgenin kendine özgü mutfakları ve damak zevkleriyle nasıl bir zenginlikler diyarı olduğunu, Allah’ın bize ne kadar cömert davrandığını kuşe kağıda basılı resimlerle elimdeki kitapçıktan gösterdikçe sınıftakiler nasıl haset oldular bir bilseniz.

 

Tarihi ve coğrafi açıklamalara dair sözlerimi noktaladığımda hepsi ağız birliği etmiş gibi “Sizin ülkenizde ‘Kürt’ sorunu var” dediler. Cevabım; İngiliz’e dönüp “Sizde de ‘IRA’”, İspanyol’a dönüp “Sizde ‘ETA’”, Almanlar’a “Geçmişte yaptığınız soykırım yetmedi! Şimdi neo-naziler başladı” en son öğretmene dönüp “Sizde de ‘Korsika’ sorunu var, değil mi?” demek oldu. Hiçbiri, evvelce gelip görmediği ya tanımadığı ya da yanlış tanıdığı bu ülkeye karşı ön yargısını kırmak niyetinde değildi. Bu durumda “Allah selâmet versin” demek sanırım en doğrusuydu.

 

Neticede benim yaşadıklarım üstesinden gelinmeyecek şeyler değildi. Diğer öğrencilerle eşit koşullarda, gitmiş eğitim almış ve su gibi akan zaman sürecini tamamlayıp ülkeme dönme aşamasına gelmiştim. Sınıftaki atmosfer, ne kadar sinirime dokunsa da, dışarıya renk vermeyip kedi gibi ‘Kuyruğumu dik tutmayı becermiştim.

 

Tarihten beri bize “Dost ve müttefik” diye yutturulmaya çalışılan Almanya değil miydi; Türkiye’ye karşı cihat ilân eden Cemalettin Kaplan ve tarikatını bağrında besleyen, PKK militanlarına sığınma hakkı veren, işadamlığı milletvekilliği kisvesi altında dolandırıcılık yapıp, Atatürk’e ve lâikliğe hakaret edip sonra orada gidip keyif çatanlara kucak açan!..

 

Ülkemizin başta diplomatları olmak üzere, yetkilileri hâlâ uyumaya devam etsin!.. Fransa’da adım başı dikilmiş ‘Soykırım’ anıtları ve nihayet meclislerinde kabul gören yasalarıyla bizi hep dışlamaya ve tarihi çarpıtarak zorla mahkum etmeye kararlılar.
 

Esas vahim olan bugün Avrupa Birliği’ne girmek isteyen Türkiye’nin yaşadıklarıdır. Önümüze konan istekler ve ipe sapa gelmez gerekçelerle bize yaşattırılan ‘dışlanmışlığın’ daniskasıdır ve ne yazık ki başımızdakiler, büyük bir aymazlık içinde; ‘mûcize’ gibi göstermeye çalıştıkları bu kendi içinde uyum sağlayamamış ve dengelerini oturtamamış oluşumun peşinden hâlâ koşmaktadır.

 

Bizim pek değerli yetkililerimiz, el pençe dîvan Avrupa Birliği kapısında bekliye dursun bir de bakarsınız gün gelmiş ortada birlik mirlik kalmamış!..

Şiyma Aksekili