Başımıza gelen hiçbir şeye üzülmemeliyiz. Çünkü o sıradışılıklar, atlatılan badireler, yenilen kazıklar olmasa, hayat dikensiz gül bahçesi kıvamında sürüp gitse biz ne etrafımıza anlatacak ne de yazacak bir şey bulabilirdik. Ayrıca neyin hakkımızda hayırlı olduğunu en iyi zaman gösterir. Her şeye daima şükredip, “bundan şimdi benim ne ders almam gerekiyor?..” diye sorgulayıp kabullenmek gerek. Aksi takdirde bir kısır döngü içine girip tekrar tekrar aynı şeyleri yaşar ve ondan sonra “neden hep ben?!” diye hayıflanır dururuz.
İş hayatında daima; işverene yaranmayı, âmirlerine yaltaklanmayı, onun bunun açığını arayıp kabak gibi oymayı marifet sayan ve normal şartlarda tutunma şansı olmadığından bu şekilde var olmayı tercih eden işgüzar, cin fikirli, fitne fücur, zekâsını tümüyle negatife kurgulamış tipler vardır.
Benim çalıştığım dönem (şimdilerde birçok şey gibi değişmediyse) iş kanununda; işverenlerin 50 kişide 1 kişi sakat ve hüküm giymiş kişiyi çalıştırma zorunluluğu maddesi vardı.
Bankacılık yıllarımın 15 yıl gibi uzunca bir süreci genel müdürlük birimlerinde geçti. Çok azı kafa dengim olan birkaç iş arkadaşımla öğle tatillerinde ya dışarıda yemeğe çıkıp ya da odalarımıza kapanıp kahve içip sohbet ederken dertleşirdik. Hepimiz mutlaka kendi bölümümüzde ‘ruh hastası’ ‘psikopat’ olarak nitelendirilebilecek biri olduğundan ve bu durumun çekilmezliğinden şikâyet ederdik. Tam mânâsıyla “benim psikopatım seninkini döver!..” durumları vardı aramızda… Ben de “herhalde bu bankanın, ‘her bölüme bir psikopat veya ruh hastası’ şeklinde gizli bir kontenjanı var!..” diye dalga geçerdim.
Ayaklarım geri gide gide de olsa yirmi küsur yılımı doldurduğum bankada, öğrenmiş olduğum lisanları sınavlarla tescil ettirmiştim. Böylece el etek öpmeden, taviz vermeden, daha da ilginci terfi de etmeden -kıdemli de olmanın etkisiyle- ufak bir şube müdürünün maaşına eşdeğerde aylık almaktaydım.
Boş durmayı oldum olası sevmem. Kendimi -bazıları gibi- çalışıyor göstermek için masamın üstünü dağınık tutmayı tercih etmek yerine, bazen kendi departmanımın işini bitirip başka bölümlerdeki arkadaşlarımdan iş bile isterdim.
Lisan sınavlarına, üç kere beş kere girmek gibi herhangi bir sınırlayıcı ilke yoktu. İsteyen istediği kadar şansını deneyebiliyordu. Tazminat alma hakkı ise; önce yazılı sonra sözlü imtihanda başarılı olduktan sonra iki sınavın puanının ortalaması alınarak doğuyordu. Bir kere bu hakkı kazanan ise, emekli olana veya istifa edene kadar her yıl ciddi miktarda arttırılan bu meblâğları maaşına ilâve edilmiş vaziyette alıyordu.
İşte o yıllarda -tam emin değilim ya Yapı Kredi ya da Akbank’tı- başka bir bankada yapılan bir uygulamayı duymuş ve çok yadırgamıştık. Şöyle ki; söz konusu banka lisan sınavı için bir bütçe ayırmış ancak sınav sonucu beklenenin üstünde personel başarılı olmuştu. Bu da bütçede ayrılan rakamın aşılması anlamına geliyordu. O yüzden kazananların bazıları prim almaya hak kazanmış bazılarına ise bütçe aşımı bahane edilerek tazminatları verilmemişti. Bu çok mantıksız, adaletsiz ve saçma sapan bir durumdu!.. Duyunca meslektaşlarımız adına üzülmüş, sinirlenmiş ve çok kızmıştık.
Biz bu olayı yadırgamış ve sinir olmuşken “İti an çomağı kap bekle!..” hesabı aniden dağıtılan bir sirkülerle burnumuza yumruk yemişe döndük. Herkeste büyük bir infial uyandıran bu sirkülerde; “görülen lüzum üzerine lisan sınavları yenilenecektir. Halen prim almakta olan personelin tümü tekrar girmek zorundadır. Ve sınavlar şu tarihte, şurada yapılacaktır. Bu sınavın sonuçlarına göre lisan primi ödemeleri yeniden düzenlenecektir,” gibi bir şeyler yazmaktaydı. Ve imtihan için verilen tarih sirkülerin yayınlanma tarihiyle 2–3 hafta gibi kısa bir zaman aralığını içermekteydi.
Bankamız yüzde yüz yabancı sermaye olduğundan, üst yönetim tamamen ecnebiydi. Özellikle genel müdürlük personeli üst yönetimle sürekli iletişimde olduğundan, bütün yazışmalar ve raporlamalar yabancı dilde yapılıyor, bu durum yabancı dil bilmeyi zorunlu kılıyordu. Çalışanların çoğu kolej ve yabancı dille eğitim veren yüksel okullardan mezundu. Ancak işe girerken allı pullu diplomalara atfen verilen prim ‘geçici’ kabul ediliyor ve mutlaka sonraki ilk lisan sınavına girilerek ‘tescil’ edilmesi gerekiyordu.
Bankadaki yakın arkadaşlarımdan biri Notre Dâme de Sion ve Boğaziçi Üniversitesi mezunuydu. Kurslara hiç aksatmadan gitmenin, akşamları oturup düzenli olarak çalışmanın yanı sıra; onunla öğle tatillerinde bir araya gelip çoğu zaman çeviri, eş anlamlı kelime ve konuşma çalışmaları yaparak uzun uzun hazırlanmıştık. Çünkü sınav çok zor ve hayli kapsamlı idi.
Fransızca sınavını İstanbul Üniversitesi Filoloji bölümü hocaları, İngilizceyi ise Boğaziçi Üniversitesi’nden bir heyet hazırlamaktaydı. Dolayısıyla yaldızlı diplomalarla yurtdışında yapılan masterlarla doktoralarla işe girenlerin sınavda beklenen ölçüce başarılı olmamaları ve girerken otomatik olarak verilen primlerinin aşağı çekildiği hatta nadiren dil tazminatının tümden kesildiği durumlar bile olmaktaydı.
İşin ucunda para olduğundan, sözlü sınavda bazı arkadaşlara; ‘böceğin içyapısı’ ‘makine aksamı‘ gibi abuk subuk şeyler sorulduğu olmuştu. Sanki bankacı değil de veteriner hekim, mühendis adayları vardı karşılarında!.. Maksat parayı vermemek ya…
Yayınlanan sirkülere tepkiler çığ gibi büyüdü. Binbir zorlukla elde edilen primlerin alelacele yenilenmesi söz konusu bir sınavla çoğu kişiden geri alınmasının amaçlandığını anlamamak için kaz olmak lâzımdı!.. Başka bankada uygulanan ve yadırgadığımız iğrenç durum bizim de başımıza getirilmek isteniyordu…
Bu iş akıllı(!) personel koordinatörü ve işbirlikçisi kişiler tarafından; işverene daha fazla nasıl yaranabiliriz?.. Alt kadroyu daha az ücretle daha fazla nasıl çalıştırabiliriz?.. Nereden neyi kırpabiliriz?.. Ellerindeki hakları nasıl bir hileyle geri alabiliriz, ezebilirizin hesabı ile tezgâhlanıyordu!..
Belirtilen sınav süresine iki hafta, on gün gibi bir zaman kalmıştı ki, sendikadan aradılar ve “Şiyma Hanım bütün camiadan çok büyük tepki var, sınavların ani ve beklenmedik bir şekilde yinelenecek olmasına. Biz işverenden bir randevu alıp gidip görüşmek istiyoruz. Siz hem ağzınız lâf yaptığından hem de lisan sınavlarını sonradan girip kazanmak suretiyle dil tazminatı alan biri olduğunuzdan tipik bir örnek teşkil etmektesiniz. Lütfen bizimle beraber görüşmeye gelir misiniz?” dediler. Sinirim zaten tepemdeydi, “Olur, memnuniyetle” dedim.
Sendikadan gelen iki yetkili bey ve ben; bir-iki yıl evvel meşhur bir Amerikan şirketinden ekip olarak bankamıza geçmiş olan ‘papyonlu’ personel koordinatörü ve personel müdürünün işvereni temsilen katıldığı toplantıya gittik. El sıkma faslından sonra papyonlu şahıs oturma gereği duymadan ve yüzümüze bakarak konuşmaya dahi tenezzül etmeden -ki bu en basit nezaket kurallarından biridir- elleri pantolonunun ceplerinde odada volta atarak cır cır konuşmaya başladı. Yok efendim neden itiraz ediyormuşuz sınavın yenilenecek olmasına?! Bunda panik olacak büyütecek ne varmış. Lisan tıpkı bisiklete binmek gibiymiş. Bir kere öğrenilirse asla unutulmazmış!.. falan filan. Bir yığın lafı peş peşe sıraladı.
Kendince çok haklı olduklarının gerekçelerini sunduktan sonra söz sırası bize geldi. Aldım sazı elime… “Sizi dinlerken bir kez daha dehşete düştüm. Nasıl böyle bir kıyaslama yaparsınız?.. Bisiklete binmekle lisanın ne alâkası var anlayamadım?! Bir kere yayınladığınız sirkülerde belirttiğiniz “görülen lüzum üzerine” ne demek oluyor, daha evvel yaptığınız sınavların ciddiyetinden şüpheniz mi var?.. Biz her defasında, bütün bir yıl boyunca oturup kelime hazinesi, çift taraflı çeviri, gramer, eş anlamlı kelimeler gibi kapsamlı hazırlıklar sonucu sınavlara girdik ve öylece muvaffak olduk. Şayet sizin bazı kişilerin havadan bu primleri aldığına dair bir kanaatiniz varsa… Ki siz onları gayet iyi bilirsiniz!.. Bizleri böyle kısa bir süre içinde sınava çağırarak; zorla ve bileğimizin hakkıyla elde ettiğimiz başarıları aşağı çekme ve karalama çabalarınız son derece büyük bir haksızlık!.. Bu sirkülerin ne bir mantığı ne de kabul edilebilirliği yoktur,” dedim. Oynamak istedikleri oyun bozulmuş, gerçekler yüzlerine vurulmuştu. Diyecek sözleri, yaptıklarını savunacak fazla bir tezleri de olmadığından, oldukça kısa süren bu toplantıdan çıktık.
Akabinde ‘görülen lüzum üzerine’ gibi zırva bir bahaneyle yapılması plânlanan sınav bir başka sirkülerle İPTAL edildi…
Sözlerimi itinayla seçmiş, sınava defalarca girdiğimden, ne olup bittiğini ayrıntılı biçimde gözlemle imkânım sebebiyle gereken mesajları vermiştim. Yabancı dil bilme zorunluluğu olan mevkilere havadan oturmuş bazı işveren yalakaları, “How are you? How old are you?” gibi basit cümleleri diyebilecek İngilizceyi dahi bilmeden sınava çok iyi bilenlerle yan yana oturup kâğıt değiş tokuş ederek girmiş ve mümeyyizler tarafından da resmen göz yumulmak ve kayırılmak suretiyle prim almaya hak kazanmışlardı. Keza Fransızca sözlü sınavında ben 40–45 dakika kadar kalıp heyetle resmen münazara yapmak zorundayken, Fransız kolejinden mezun arkadaşlar 2–3 dakikada ‘Merci beaucoup, aurevoir’ şeklinde dışarı uğurlanırlardı. Bu sınav yapılsaydı kurunun yanında resmen yaş yanacaktı…
Sirküler iptal oldu ama hemen o ayın sonunda, eski yasaya göre hanımların emeklilik için gerekli çalışma süresi 20, benim hizmetim ise 22 seneye varmış olduğundan aniden emekli ediliverdim. Papyonlu akıllı(!)’ya geri adım attırtmış ama kendimi kapı önünde bulmuştum.
Her şeyde bir hayır vardı. Bir müddet evvel tesadüfen bir ahbabın evindeki yemekte tanıdığım otelleri, golf tesisleri olan ve beni yanında asistan olarak çalıştırmak isteyen holding sahibinin hanidir teklif ettiği işi kabul edip dolar bazında dolgun maaşla tek gün dahi işsiz kalmadan hemen işe başladım.
Bir yandan uzun yıllar sebatla vefayla çalıştığım müesseseden bir anda kapıya konmanın şokunu yaşadım diğer taraftan toplu paramı aldım, emekli maaşım bağlandı ve hatta tam o esnada satılığa çıkartılan içinde oturduğum daireyi satın aldım.
Hayat böyle bir şeydi; acıyla sevinç, hüzünle neşe birbirine karışıveriyordu bazen…
İlâhi adaletin tecellisi pek gecikmedi. Kısa bir müddet sonra gazeteleri aldığımızda, en ön sayfada bu papyonlu beyefendi!’nin adamakıllı dayak yemiş vaziyette hastanelik haliyle karşılaştık. Hatta televizyonlar ana haberlerinde dakikalarca verdiler görüntülerini. Güya, evinin yakınındaki otopark yüzünden çıkan itilâfta mafya ile takışmış ve Mısır’daki mumyalara benzer vaziyete gelecek derecede dövülmüştü. Konuşacak durumu dahi yoktu. Allah’ın sopası çok çabuk inmişti!..
Genç yaşta emeklilik şu anda birçok kişinin belki hayali. Çünkü hayat denilen ve ne kadar süreceğini pek kestiremediğimiz süreçte kendimize ait bir zaman diliminin olabilmesi çok önemli. Dünyanın işi nasılsa bitmez!..
Bugün iş hayatındaki uygulamalara ve yeni yasaya göre Türkiye koşullarına ve ortalama insan ömrü için hayli ileri sayılan yaş haddine bakınca çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
Şayet kanaatkâr iseniz ve çalışırken ev bark edinmişseniz, en azından şu ahir ömrünüzde size ait bir zamana kavuşmanın kıymetini bilmek lâzım. Kızanların ve zaman zaman ‘Mezarda Emeklilik’ diye pankart açarak protesto edenlerin hakkı var.
Şükürler olsun, sabahları çalar saatin tiz sesi yerine vücut saatiyle uyanmanın ayrıcalığını yaşıyorum. O zaman üzülüp incindiğim bu ani değişikliğin, yani ‘genç emekli’ olmanın sefasını sürüyor, lisanlar ve dinamizmim sayesinde ara ara başta yurtdışı tur liderliği olmak üzere çalışıp ek gelir temin ediyor ve özgürlüğün tadını çıkartıyorum.
Şimdilik yalnızca bankadan emekli oldum, hayattan değil!..