Yaşanan afetin boyutlarını, aradan 72 saat geçtikten sonra, yeni yeni fark etmeye başlıyoruz; tıpkı geçen yılın son haftasındaki tsunami felaketinde olduğu gibi. Ancak bir başka büyük ders daha var Katrina’nın öğrettiği: Afetin kendisinin verdiği/vereceği fiziksel zarardan çok daha yıkıcı ve maliyetli olan şey, “sonrası”nda yaşanan, denetlenmesi oldukça güç kaos. Dün geceden bu yana Amerikan halkı, New Orleans, Baton Rouge ve Missisipi’de “aftermath kâbusu” ile irkiliyor: Yiyeceksiz, susuz, elektriksiz ve barınaksız kalmış insanların çaresizlik içinde ayağa kalkan öfkesi, giderek artan yağmalar, patlayan silahlar ve son olarak Baton Rouge’daki hastaneye “sniper” ateşi açılması. “Sıkıyönetim” ABD’ye hiç beklenmedik biçimde gelmiş durumda.

Ajansların ve resmi sözcülerin çıkardığı kaba bilançoya bakılırsa, New Orleans ciddi bir yıkımla karşı karşıya. Başkan Bush, onarımın “belki de yıllar süreceğinden” söz etti dün. Kentin yüzde sekseninin ciddi hasar gördüğü ve büyük bir bölümünün sular altında kaldığı düşünülürse, çok da abartılı bir tahmin sayılmaz. Ancak bir kez daha görüldü ki, doğal afetlerin etkisi, gerçekleşme anındaki fiziksel zararla sınırlı olmadığı gibi, bu “akut zarar” gerçek yıkımın göreceli olarak hayli küçük bir bölümünü oluşturuyor. Asıl mesele, altyapıyı ve günlük yaşamın akışını ciddi biçimde sekteye uğratan aksamaların yol açacağı yıpratıcı kaotik süreci göğüsleyebilmek.

Parası ve ulaşım olanakları olanlar, birkaç gün öncesinde yapılan uyarıları dikkate alarak eyalet sınırları dışına çıktılar ve bu kaosun uzağında kalma şansına sahip oldular. Her ne kadar geride bıraktıkları evleri için endişe duyuyorlarsa da, en azından açlık, susuzluk, ilaçsızlık ve hastalık tehlikesi içinde değiller. Ama geride kalanlar, bölgeyi terk edemeyenler, ciddi bir kargaşayla yüz yüze. Sığınılan binalarda balık istifi yerleşmiş, açlığa direnmeye çalışıyorlar. İçme suyu yetersiz, temizlik için su bulmak, hayalden bile öte. Tuvaletler taşmış, sokakları kaplayan su salgın hastalık riski taşıyor, hastanelerde elektrik olmadığı için canını dişine takmış doktorlar ve hemşireler, elle çevirdikleri vantilatörlerle hastaların sıcaktan etkilenmemesini ve hayatta kalmalarını sağlamaya çalışıyorlar.

Yiyecek yokluğu, susuzluk ve barınakların sağlıksızlığı, korku ve huzursuzluğu, öfkeye dönüştürmüş durumda. Yağmaların önüne geçmek için askeri birlikler yoğun olarak bölgeye yollanıyor ve sokaklarda silahlı çatışmalar yaşanıyor. CNN’in haberlerine bakılırsa, askeri helikopterlere ateş açılmış. Yağmayı çaresizliğin getirdiği insani nedenleri dikkate alarak bir nebze anlayabilseniz bile bunu kimler, niçin yapar, anlamak kolay değil tabii. Hele Baton Rouge’da, felaketten etkilenen insanların tedavisine çalışılan bir hastaneye “sniper” ateşini kimler, niçin açar? Görüldüğü gibi, yoğun afet sonrasında kaos ve kargaşanın sınırı, kontrolü falan yok. Üstelik, dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinin, en ünlü kentlerinden biri burası.

Çok daha düşündürücü olan bir başka durum var: Amerikalılar, neredeyse yazgılarıyla baş başa bırakılmış durumda. Dünyanın geride kalanı, New Orleans’ta olan biteni izlemekle yetindikleri gibi, bilim adamı geçinen birileri “Biz size söylemiştik, bunlar küresel ısınmadan dolayı yaşanıyor, siz daha Kyoto’yu imzalamayın” diye, neredeyse “sevinircesine” Amerikan halkını yalnız bırakıyorlar bir köşede. Spiegel Online’da Jody K. Biehl, bu korkunç duyarsızlıktan yakınıyor ve “New Orleans halkının bizim ilgimiz ve yardımımıza ihtiyacı yok mu?” diye soruyor.  Böyle bir durumda “politik husumet” düşünülebilir mi? ABD devleti şu an kimler tarafından yönetiliyor olursa olsun, asıl mesele, çoğunluğu yoksul olan, New Orleans’ta kapana kısılmış insanların yardımına koşmak değil midir? Bırakın Avrupa’yı, ABD’nin diğer eyaletlerindeki dinciler bile, “New Orleans bir günah şehriydi, bunlar o yüzden başına geldi” diyebilecek kadar insani değerlerden uzaklaşmış durumda. Neredeyse “Oh oldu” diyor birileri.

Lousiana ve Missisipi’de pazartesi günü “kıyamet” falan yaşanmadı; görüldüğü gibi, “dünyanın sonu” falan da değildi bu. Ama hep yinelediğim gibi, orada yaşayanlar için, durum oldukça farklı. Bizler televizyonlardan izledik, onlar tam göbeğinde yer aldılar bu kâbusun. Tıpkı dokuz ay önce Banda Aceh’de, Tayland’da, Nicobar ve Andamanlar’da yaşayan insanlar gibi. Şimdi ABD yönetimi asayişi sağlayabilmek için 20 binden fazla eğitimli askerle Louisiana’da “sıkıyönetim” ilan etmiş durumda. Bilmem üç yıldır söylemeye çalıştıklarımla neyi kastettiğim şimdi biraz anlaşılabiliyor mu? Yoksa hâlâ “dünyaya çarpacak bir kuyrukluyıldız” ya da “göktaşının getireceği kıyamet” gibi, lafı kıçından anlayanların ürettiği zırvaları geyik malzemesi yapmak daha mı cazip ve ilgi çekici geliyor?

Burak Eldem