TÜRKİYE, Anadolu coğrafyasının yüzbinlerce yıllık doğal, binlerce yıllık kültürel birikiminin mirasçısı ve koruyucusudur. Özellikle Kurtuluş Savaşı’ndan sonra inşa edilen cumhuriyetle çağdaş uygarlığı yakalamak üzere yola çıkıldı. Batılılaşma çalışması da bütün hızıyla sürdürüldü. Elli yılı aşkın süredir, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan Batı dünyasında yer almak için büyük çabalar sarf ettik. Bunu kısmen de başardık. Son on yıl, silahlı çatışmalarla dekorlandırılan, ekonomik, politik, kültürel krizlerin iç içe geçtiği toplumsal krizi önlemekle geçti. Anadolu, uzak ve yakın geçmişinde olduğu gibi, yoğun bir iç ve dış göçün etkisinde kalarak ulusal ve uluslararası hareketi birlikte yaşıyor. Son elli yılda milyonlarca insan kentlere, üç milyonu aşkın insan başka ülkelere göçtü. Son on yılda Rus, Ukraynalı, Romanyalı, İranlı, Afrikalı, Afganistanlı, Pakistanlı, Iraklı yüzbinlerce insan buralara göçtü, buralardan geçti, geçiyor. Kurtuluş Savaşı sonrası, yüzbinlerce farklı kültür, ırk, din, mezhepten insan Anadolu’ya göçtü.
Elli yıllık hayatımız
Bazı ülkelerden de Türkler zorunlu göçe mecbur bırakıldılar. Bunlar, kültürlerinden ve yaşamlarından bir şeyler bırakarak gittiler, gelenler ise benzer değerleri beraberlerinde getirdiler. Dünyanın hiçbir coğrafi bölgesi, tarih boyunca uygarlıklara art arda ve yan yana yataklık etmiş değildir. Anadolu’nun göçler ve istilalar tarihi bilinir. Göçlere ve istilalara rağmen Anadolu, binlerce yıllık kültür ve öteki tarihi değerler sayesinde her zaman yaratıcı sentezlerin yatağı ve uygarlığın parıldayan ışığı olmuştur.
Aydınlarımız son elli yılda, komünizmi, kapitalizmi, sosyalizmi, revizyonizmin her türlüsünü, Kemalizm’i, apoletli, papyonlu, fötrlü, gardroplu Atatürkçülüğü, devletçiliği, liberalizmi, küreselleşmeyi, yerelleşmeyi tartıştı, hâlâ da tartışıyor. Ancak bu Batılılaşma, çağdaş uygarlığı yakalama yürüyüşünde hep geride kalıyor.
Türkiye’de, yiyecek bolluğuna rağmen açlığı, zenginliğe rağmen yoksulluğu, kültür çeşitliliğine rağmen kültürsüzlüğü ve cehaleti, varlığa rağmen her alanda yokluğu yaşadık, hâlâ da yaşıyoruz.
Ne olursan ol, gel
Tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinde, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağıldığı, Moğol istilasının dalga dalga Anadolu’yu çiğnediği beylikler döneminde, Kürtçe’nin, Arapça’nın, Farsça’nın, Türkçe’yi etkilediği süreçte Mevlânâ Celâleddin Rumi (1207-1273) Hacı Bektaş-ı Veli (1210-1271) ile Yunus Emre’yi (1238-1320) ortaya çıkarmıştır.
İnsancıl düşüncenin bu üç büyük öncüsünün yaklaşık yarım yüzyılın ardından, Batı’nın üç büyük hümanisti Dante (1265-1321), Petrarca (1304-1374), Boccacio (1313-1375) ortaya çıkmıştır. İtalya’da, Anadolu’dakine benzer bir kargaşanın sürdüğü dönemde, Latince egemenliğine rağmen, halk dilini kullanan ve yücelten Dante, İslâm’a ve Hz. Muhammed’e iyi gözle bakmazken, Mevlânâ bütün tek ve çok tanrılı dinlere hoşgörü ve sevencenlikle bakmış, “ne olursan gel” demiş. Türkçe’yi yücelten ve bugünlere taşınmasına sebep olan Yunus Emre, “canlar canını buldum, bu canım yağma olsun, assı ziyandan geçtim, dükkanım yağma olsun”, Hacı Bektaş-ı Veli, “73 millete bir nazarda bak. Eline, beline, diline, aşına, eşine, işine”, Pir Sultan Abdal, “Gelin canlar bir olalım”, Şeyh Bedreddin, “Yarin yanağından gayri her yerde her şey ortaktır” diyerek Anadolu’nun bütün yüceliğini, güzelliğini sergilemiştir dünyaya. Mistik düşünceden dervişliğe, doğa ve toplum sevgisine yönelmiş, yobazlığa ve softalığa tavır alan karşı çıkan insancıl bir sanat eri ustası erdemine yükselmişlerdir.
Anadolu’daki eserler
Antik Roma uygarlığının en görkemli eserleri Anadolu’da hayat bulmuş, bu görkem Batı’da sona ererken Anadolu’da Bizans ile devam etmiş. Aya İrini’yi, Kariye’yi, Ayasofya’yı… ve daha nicelerini uygarlık tarihine armağan etmiştir. Hıristiyanlık Anadolu’da meşruiyet kazanmış, gelişmiş, olgunlaşmıştır. İslam üç kıtaya yayılan, 20. Yüzyıl’a uzanan 600 yıllık bir imparatorluğu, Osmanlı’yı Anadolu’da yaşamıştır. Her ekolojik kazıda, insanlık tarihinin yeniden yazılmasına neden olan ve kaynaklık eden Anadolu; Hitit, Mısır karşılaşmasını, Ege-Yunanistan etkileşiminde İyon kültürünü, Doğu’dan gelen Pers etkisiyle imparatorluklar yönetim kültürünü, Batı’dan gelen İskender’in etkisiyle küresel bir Helenizm kültürünü yaşamış, Çin’den gelen ipek, Hindistan’dan gelen baharat Anadolu’dan geçerken, aynı zamanda düşünceler, inançlar, kültürler, doğudan batıya, batıdan doğuya geçmiş, Anadolu’da konaklamış, dinlenmiş, mayalanmış, imbikten geçmiş, süzülmüş, yeni özgün kültürlerin oluşmasına neden olmuştur.
Trakya bölgesindeki son arkeolojik kazılarda, tarımsal kültürün Batı’ya Anadolu’dan geçtiği kanıtlanmıştır.
Konfüçyüs’ün (İ.Ö 551-479) kendinden yüzyıllar önce oluşmuş birikime dayanarak geliştirdiği, ahlâki seçkinlere dayalı toplum modelinin, Platon’un (İ.Ö 427-347) yaklaşık 125 yıl sonra benzer devlet modelini etkileyip etkilemediği, etkilediyse bunun hangi yol ve süreçlerden oluştuğu bizim için araştırmaya değer bir sorun olmalıdır. 10. Yüzyıl’da Çin’in bulduğu barutun, 14. Yüzyıl’da Batı’da patlamasına kadar hangi yollardan geçtiği de, tıpkı 2. Yüzyıl’da Çin’de geliştirilen basım tekniklerinin 15. Yüzyıl’da Batı’dan patlarken, hangi yollardan ve aşamalardan geçtiği gibi.
Bu yaklaşımdan kastımız, Anadolu’lu olmaktan övünç duymak “pay” çıkarmak değil. Tam tersine, hemen her meslekte somut bir biçimde yaşandığı gibi, tüm dünyada ama özellikle ve anlamlı olarak belirleyici ve baskılayıcı olarak Batı kültüründe de yaşanan toplumsal-kültürel krizden çıkış savaşımında Anadolu’lu aydınlara, düşünürlere sorumluluk düştüğü kanısındayız.
Bu sorumluluğun birincil koşulu, Batılılaşmaya çabalamak değil, Batı’yı aşmaya çalışmak, Batı’yı aşacağımız alanları ve eksenleri ortaya çıkarmaktır.
Böyle bir sorumluluğu yerine getirebilmenin olanakları var mıdır, içinde yaşadığımız bu topraklarda, Anadolu’da? Bu, “sorumluluğu” yerine getirmeye çalışmak her şeyden önce bir gönül ve sevgi işi, bir dışsal “sorumluluk” değil, Halac-ı Mansur’un, Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Baba İshak’ın, Börklüce’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Şeyh Bedreddin’in, Nazım Hikmet’in, Necip Fazıl’ın, Ruhi Su’nun, Sümeyra Çakır’ın, Edibe Sulari’nin, Aşık Daimi’nin, Nesimi Çimen’in, Mahsuni Şerif’in, Celal Güzelses’in ve daha nicelerinin Anadolu’yu ve insanlığı sevdiği, sevdirdiği gibi, bugün de içinde olduğumuz zengin malzemeyi, kültürü, hoşgörüyü yakından tanımak ve anlamakla mümkün.
Hele ABD’nin Kuzey Irak’ı hukuksuz ve dayanaksız vurup işgal ettiği, İran ve Suriye’yi tehdite başladığı şu günlerde hoşgörü ve anlayışa ne kadar ihtiyacımız var. Anadolu’nun imbiğinden süzülüp, hayatımızın en erdemli olgularını oluşturan bu güzel insanları, hayatı, süreci ve mirası tüm dünyayla bir kültür sentezi olarakta yorumlamak lazım. Günümüzde hemen her şeyin kleptokrasiye bulaştığı, bulaştırıldığı bir ortamda ne kadarda ihtiyacımız var Mevlana’ya, Dante’ye, Yunus Emre’ye ve diğerlerine…. Yazıyı Anadolu erenlerinin şu gülbengiyle bitiriyorum. Umarım hepimiz nasibimize düşeni alırız:
Dostlarım
Kardeşlerim
Canlarım.
Kaldırın başlarınızı
Kaldırın başlarınızı yukarı
Yüzümüz yerde
Özümüz darda
Durup dururuz.
Bize göz verildi
gözleyin
Kulak verildi
dinleyin
El gövdede kaşınan yeri bilir
Dert bizde derman ellerimizde
Ararsan bulursun
Verirsen alırsın
İnanmassan gelir görürsün….
Sevgi ve muhabbetle kalın güzel insanlar….