“So Afrika what are you worth for?” Hotel Rwanda filminden

İlk Afrika kıtasını haritada gördüğümde çok küçüktüm ve ülkelerin sınırlarının sanki cetvelle çizilmiş gibi olmasına çok şaşırmıştım.

Şaşkınlığım boşuna değilmiş, çünkü Afrika kıtasındaki ülke sınırlarının çizilmesi aslında sömürgeci bir anlayıştan kaynaklanan bir felakettir. 1914 yılında ülkenin etnik yapısı göze alınmadan, Avrupalılar tarafından sınırları harita üzerinde çizilmiş ve empoze edilmiştir.Son yıllarda savaşlardan dolayı değişiklikler olmuştur ama haritada ki o ‘düzenlilik” insanı gerçekten şaşırtır.

Yaşamımdaki ilginç rastlantılardan biri de, sonradan edindiğim ailenin büyük büyükbabasının bir İngiliz Generalı olup, Afrika’nin sınırlarına masada karar veren kurulun içinde olmasıdır. İnanılmayacak tarihsel durumlar bunlar ve yaşam bazen zaptedilemez bir şey.

Ben size bu yazımda Ruanda’yi anlatacağım. Ama Ruanda’yi anlatırken bu hikayenin ne kadar da çok tarihimizde tekerrür ettiğini de farketmenizi istiyorum. Ama önce sömürgeciliğin anlamına bakalım; bir ülkenin başka bir ülke tarafından her açıdan işgal edilerek sömürülmesi ve kendilerine eklenmesidir. Ne yazık ki Afrika kıtasını sanki boş bulmuş gibi işgal etmeyen hiç bir ülke yoktur sanki ! Ruanda’da bu sömürgecilikten çok çekmiştir.

Evet bir zamanlar Ruanda, Afrika’da küçük ama yemyeşil, dağlarında gorillerin yaşadığı, çok eskiden insanlarının barış içinde yaşadığı güzel ülkelerden biriydi.

İç savaştan çok önce, Ruanda’da iki ana kabile vardır: Hutu (%85) ve Tutsi (%14). Bunun yanısıra az sayıda Pigme (%1) yaşardı.

Bu iki kabile aynı dili (Kinyarwanda) konuşur, aralarında din farkı yoktur ve etnik olarak da birbirlerinden ayrılmazlardı.

Aralarında daha çok sosyal farklılıklar vardı, genellikle Hutular köylü, Tutsıler de çobanlık yapıyorlardı. Hutular sayıca fazla olmasına rağmen, devlet işlerinde Tutsı’ler kadar etkin değillerdi.

Sonra Almanlar ve akabinde 1897 yılında Belçikalı sömürgeciler ülkeye geldi. Aralarından Avrupalı ırka benzeyen güzel, uzun boylu ve göreceli daha akıllı gözüken Tutsileri ayırdılar ve onlara çeşitli imtiyazlar verdiler. Geniş kemerli bürünlü Hutuları ise ikinci sınıf vatandaş durumuna soktular. Sömürgeciler sistematik ırkçı bir politika izlemeye başladılar. Böylelikle iki kabile arasında ırksal ve sınıfsal farklılıklar yaratılmaya başlandı. Bununla da kalmayıp kadın ve erkeği de ayırdılar ve sadece Tutsi erkeklere eğitim hakkı verdiler. Hatta azınlıkta olan Tutsilerin kralini da başa getirmeye çalıştılar.

Sonra kimlik kartları yarattılar ve bu kartlara ırksal özellikleri yazdılar. Böylelikle Hutu ile Tutsileri, kimlik kartına bakıp ayırabiliyorlardı. Hutular nüfus olarak ülke de çoğunlukta olmasına rağmen, işgalci ülkelerin yarattığı ırksal ve ekonomik eşitsizlikten çok çektiler. Öyle ki en sonunda Hutular söyle düşünmeye başlamıştı; eğer Tutsi kabilesi batı ırka yakınsa o zaman Tutsiler topraklarını işgal etmiş olmalılar! Bu demek ki Tutsiler Ruandalı değildi! Belçikalılar iki grup arasındaki farklılıkları daha derinleştirerek ve Tutsileri el üstünde tutarak gelecekteki şiddeti hazırlamıştır. Çünkü Belçikalılar’dan önce, bu iki kabilenin birbirlerine yönelik ırksal katliamları olmamıştır.

1950 yılında ikinci dünya savaşından sonra Avrupa’da demokrasi oturmaya ve ekonomik olarak toparlanmaya başladı. Bu değişimin sonucunda Belçika, Afrika’dan çekilmeye karar verdi. Ruanda’dan ayrılırken, çabucak, kontrolu sayı olarak fazla olan Hutulara bırakti. Demokratik etiğe göre, hangi irkin nüfusu fazlaysa, kontrolü de o ırk alır. Yıl 1959 ve Hutular kontrolde ve güçlerinin farkına varmaya başladılar. Yıllardır Tutsiler’in altında çektikleri, öç alma duygusuna dönüşüvermişti. Belçika’nin hala askeri içerdeydi ve iki kabile arasında oluşan gerilimi, şiddeti konrol altında tutmaya çalışıyorlardı. Belçika ve Fransa hala Ruanda ordusuna teçhizat yardımı yapıyordu. Bu dönem içinde, gerilim ve şiddetten tansiyon yükselmiş ve bir çok Tutsi, Zaire ve Uganda’ya göç etmek zorunda kalmıştı.

Uganda’ya giden bazı Tutsiler askeri birlikler oluşturdular ve Ruanda’yı tekrar ele geçirmek düşüncesindeydiler. Ayrıca Uganda ordusu içinde görev alıyorlardı. 1961 ve 1964 yılları arasında sınırlarda çatışmalar oldu. Bu arada Hutu devleti, Ruanda’da kalanlara sistematik şekilde katliama başlamıştı. Bu yıllar içerisinde yaklaşık 14 bin kişi öldürüldü. Hatta Bertrand Russell bundan “yahudi soykırımından bu yana sistematik yapılmış en büyük katliam” diye sözetti. Maalesef bu daha bir başlangıçtı.

Ruanda devleti Tutsiler hakkında karşı propoganda yaparak bu ırka karşı ayrımcılığı körüklüyor ve nefreti çoğaltiyordu. Artık Tutsiler için “hamam böceği” argosu kullanılmaya başlanmıştı. (Bu sıralarda Diane Fossey, dağ gorilleri üzerine araştırmalar yapan ve “Gorillas in the Mist” filmine konu olan, ünlü araştırmacı 1985 yılında öldürüldü.)

1990 yılına kadar iç çatışmalar sınırda ve içerde sürdü. Uganda’nın, Tutsi askerlerini teçhizatıyla ordudan uzaklaştırması sonucunda, Tutsi askerlerinin Ruanda sınırına girmesi, 1994’te olacak katliamı daha da hızlandırdı. Tuts’ler ile barış yapmak isteyen barışçı politikacılar ve başbakan Agathe Uwilingiyimana öldürüldü. Belçikalı barış askerleri öldürüldü. 6 Nisan 1994’te başkent Kigali’nın üzerinde uçan uçakta, Tutsılerle barış yapmayı düşünen Devlet Başkanı Habyırımana’nin uçağı bir roketle düşürüldü, Burundi Devlet Başkanı’nı da taşıyan uçaktakilerin hepsi öldüler. 29 Nisan’da, Hutu kontrolinde ki yerel Radyo, 5 Mayıs’ta Kigalı de temizlik günü olacağını ve bütün hamam böceklerinin ve onların sempatizanlarının temizlenmesi gerektiğini anons ediyordu. Hatta bir yayın, Tutsi kadınlarının doğmayan çocuklarını dahi öldürülmesini öneriyordu.

Mayıs ve Haziran ayları içerisinde (toplam 100 gün içinde) yaklaşık 800 bin Tutsi ve Tutsi sempatizani Hutu, machete denilen tarlada kullanılan büyük ilkel bıçaklarla katletildi. Tutsı’ler komşu ülkelere kaçtılar. Tutsi askerleri sınırdan ilerlemeye başladı ve bu seferde binlerce Hutu komşu ülkelere kaçmaya çalıştı. Binlerce insan katliamdan dolayı tutuklandı. Ülke resmen alt üst olmuştu. Birçok kadın tecavüzlerden dolayı savaş çocuklarını doğurdu. Geriye binlerce annesiz babasız çocuk kaldı. Ülke travma içindeydi…

Bütün bunlar olurken BM olayı algılamakta nedense çok gecikti. Amerika askerlerini çekti. Belçika asker göndermedi, ama Amerika’dan yardım istedi. Amerika’nın tavrı ise “korunacak bir barış yok” oldu. Ülkeden bütün Avrupa vatandaşları çıkarıldı. Maalesef 800 bin kişi herkesin gözü önünde sistemli bir şekilde katledildi.

1994 yılında ne yapıyordunuz hatırlıyor musunuz? Peki bu olaylara ilişkin bir şey hatırlıyor musunuz? Ben pek bir şey hatırlamıyorum, sanırım medya dahi bu olanları haber niteliğinde görmedi. Aslında medya da ülkeyi terketmişti!

Şimdi Ruanda toparlanmaya başlıyor. Tutsiler’in yönetimindeki devlet ülkeyi yeniden inşa etmeye çalışıyor. Ruandalılar bu acıyı onarmaya çalışırken, bir yandan fakirlikten ve AIDS’ten çekiyorlar. Düşünmeden edemiyorum; söyle bana Afrika kaç para için bu hale getirildin?

Ruanda 1994 katliamı hakkında çok güzel filmler çekildi, özellikle Hotel Rwanda filmini izlemenizi tavsiye ederim. Ama uyarayım inanın izlemek kolay değil. İnsanı şok ve hasta ediyor, uzun bir süre kendinize gelemiyorsunuz. Diğer yeni bir film ise “Sometimes in April” Raoul Peck tarafından çekildi.

Son olarak, maalesef yaşadığımız dünyada hala buna benzer olayları görüyoruz. (Tabii günümüzde sömürgecilik anlayışı da degişti.)

Yakın zamanda Yugoslavya’nın gözümüzün önünde gittiğini gördük. Günümüze baktığımızda, en yakınımızda, Irak’taki işgal, örnek verilebilir ve ülke en sonunda dinsel ve etnik farklılıklarıyla, iç savaşa kadar geldi. Savaş her taraftan çok şeyi alıp götürüyor gerçekten. Umuyorum tarihte olan bu acı deneylerden öğrenir ve işgaller son bulur. Umarım bu dünyada etnik ve dinsel farklılıklarımızı zenginlik olarak görüp, barış ve huzur içerisinde, hep birlikte yaşarız.

Nalan Warren