Seni ayakta tutmaya yetecek kadar

Güzelliklerle dolu bir yaşam dilerim.

Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana

Yetecek kadar güneş diliyorum.

Ruhunu canlı tutmaya

Yetecek kadarmutluluk diliyorum.

Yaşamdaki en küçük zevklerin,daha büyükmüş gibi algılanmasına

Yetecek kadar acı diliyorum.

İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar

Kazanç diliyorum.

Sahip olduğun herşeyi takdir etmene

Yetececek kadar kayıp diliyorum.

Son ‘Elveda’yı atlatmaya yetecek kadar

‘Merhaba’ diliyorum.

Bu sözler günümüzde toplam 9 bölgede yaşayan yaklaşık 517.200 nüfuslubir kabilenin,Aborjinlerin duası.Aborjin Latince’de gerçek,temel insan anlamına geliyor.

Yaklaşık 40.000 yıllık geçmişe sahip bu insanların en temel özelliği, geçmişten bugüne kadar gelmiş geçmiş diğer tüm halkların aksine, bir devlet kurmadan,yaşadığı topraklara egemen olma çabası içinde bulunmadan yaşayagelmiş olmalarıdır.

Günlük yaşamlarında da doğanın bir parçası olduklarını kabul edip,diğer canlılardan kendilerini üstün görmüyorlar.Kaynakları tüketmeden,s toklamadan kendilerine yetecek kadarını tüketiyorlar.İnsanın madden sahip oldukları ne kadar çok olursa manevi olarak da o kadar azalacağını düşünüyorlar.

Çocuklarına 12 yaşından itibaren kendi geleneklerini,yaşam şekillerini öğretmeye başlıyorlar ve doğumda verdikleri ismi ileriki zamanlarda,bilgi ve öğrenimleri ölçüsünde değiştirip,kendilerini en iyi ifade eden ismi kullanmış oluyorlar.

Günlük yaşamlarında resim ve müzik önemli yer tutar;kayaların üzerine doğal boyalar kullanarak çeşitli hayvan figüleri resimler yapıp, didgeridoo adını verdikleri müzik aleti ile av şarkısı,cenaze şarkısı,mevsim şarkısı gibi her durumu anlatacak şarkılar hazırlayıp söylerler.

Günümüzde ‘Düş Zamanı Sanatı’ ile yaptıkları resimler bölgedeki Milli Parklar’da sergilenmekte ve didgeridoo müzik aleti olarak da kullanılmaktadır.

Çölde yaptıkları gezi sırasında konuşmadan telepati yolu ile iletişim sağlayabiliyorlar.Bu durum bilim adamları tarafından ruh ve maneviyata verdikleri önemin etkisi,keskin zekaları ve kendilerini doğanın bir parçası olarak görüp,olayları tüm varlıkları ile hissedebilme yetenekleri ile açıklanıyor.

Görsel olarak da ‘gerçek insanları’ tanımamıza yardımcı olabilecek filmler de mevcut;Nicolas Roeg’un Walkobut / Sonsuz Çöl, Avustralyalı yönetmen Peter Weir’in Son Dalga, Alman yönetmen Werner Herzog’un Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer ve en son2002 yapımı Phillip Noyce’un Çit adlı filmi günümüzde yaşadıkları sorunları beyaz perdeye aktarmıştır.

Bu insanlar ile aynı gezegende ama ne kadar farklı hayatlarda yaşıyoruz değil mi?Onların bizim gibi olmaları ne kadar zorsa bizim deonlar gibi olmamız imkansız değil ama zor.

Ama yine de insanoğlu her zaman bir yolunu bulup iyi olanı yok etme çabası içinde değil midir? Zaten tarihe kısacık da olsa göz attığımızda;18. yüzyılda İngilizlerin Avustralya’ya yerleşmesi ile soykırımın başlamasını ve 500.000 den fazla Aborjininöldürülmesini,1910 ve 1970 yılları arasında Avustralya Devlet’i tarafından yaklaşık 100.000Aborjin çocuğun ailelerinden zorlaalınıp ‘kendi ırklarından korunmaları’ amacı ile devlet bakımına verilmiş olmasını ,ancak bu çocukların çeşitli deneylerde kullanıldığı ve çeşitli istismara uğradığının ortaya çıkmasını hatırlamamız zor olmasa gerek.

Ha tabi unutmamak gerekir ki geçen sene Şubat ayında Başbakan tüm bu yapılanlardan dolayı ‘özür’ dilemişti.

40.000 yıl önceki bilgelikleri şimdilerde farklı yöntemler ile yeniden keşfetmeye başladık.

Kendi içimizde yolculuğa çıkıp, kendi gücümüzü keşfedip, evrenin bir parçası olduğumuzu tekrar öğrenmeye başlıyoruz.Tabi bunu keşfetmemiz için çok fazla yıkmamız,öldürmemiz ve kaybetmemiz gerekti ve belki de daha da fazla kaybetmemiz gerekecek.

Gözlerimizi kapatalım ve üzerinde en başından beri insanların yaşamadığı bir dünya hayal edelim. Sadece bitkilerin ve hayvanların yaşadığı bir dünya…Bu dünyada yaşanabilecek en kötü şey ne olabilir?Aslanlar ve geyikler arasındaki kovalamaca mı? Şimdi bu dünyayainsanları yerleştirelim ama gerçek insanları. Şimdi nasıl bir dünya görüyorsunuz?Ben sınırların olmadığı mutlu olmak ve mutlu etmek için yaşayan insanlar görüyorum. Kaynakların aslında kıt olmadığını,sorunun ihtiyaçtan daha fazlasını elde etmeye çalışmaktan çıktığını görüyorum.

Din ve anayasa kuralları ile hayatı yaşamak yerine, insani değerlerimize göre,kendi ahlak sistemimizi yaratıp buna göre yaşayabileceğimiz bir dünya… Sonucunda hapse girmesem de,cehenneme gitmesem de kimseyi öldürmemeliyim değil mi? Ya da başkalarına yardım etmek için belirli günleri beklememeliyim.

Umutluyum ki uykudan uyanmış insanların sayısı zamanla artacak ve bir araya geldiğimizde tüm bu ‘ilkel’ mücadeleyi sonlandırıp sınırsız,koşulsuz sevgi ile yeni dünyaya ‘Merhaba’ diyebileceğiz..

Esra Oğuzhan