İÇİNDEKİLER:

1- Gök-Türkler’in Türeyişi:

2- Gök-Türk Türeyiş Söylencesi ve Ergenekon Söylencesi

3- Tarih ve Söylence

4- Ergenekon Adı Nasıl Ortaya Çıktı?

5- Açina Ne Demektir?

7- A-çina Hanlarının Halkı Türkler

8- Yüzüklerin Efendisi ve Türklerin Sığındığı Miğfer Biçimli Dağ

9- Kurt Simgeciliği

10- Kurt ile Elik Keçisi

11-Dişi Kurt, Türkler ve Etrüskler

12- Sonuç ve Mankurt Söylencesi

1- GÖK-TÜRKLERİN TÜREYİŞİ

Geçtiğimiz aylarda Türklerin ongunun kurt olmadığı, Ergenekon Söylencesi’nin Moğol kökenli olduğu ve bu söylencenin tamamı ile safsata olduğunu savlayan yazılar okuyunca aklıma Cengiz Aytmatov’un Man-kurtları geldi. Kendi ulusuna yabancılaşan aydınlarımızın(!) ulusumuzu da nasıl yanılttığını görmek acı verici idi…

Yazıma Ergene-kon Söylencesi’nin asıl anlatımı ile başlıyorum:

M.S. 386 – 581 yılları dönemi Çin kayıtlarına göre Gök-Türkler’in Türeyişi:

“…T’u-kue’ler, Hiung-nu ( Hunların)(14) özel bir ırkıdır. Soyadları A-şina’dır.(15) Önce Hunlardan bağımsız bir kabile kurdular; ama daha sonra bir komşu ülkenin saldırısına uğradılar. On yaşında bir oğlan çocuğuna varıncaya kadar bütün kabile kılıçtan geçirilerek yok edildi. Düşman askerleri, oğlanın daha küçük olduğunu görünce onu öldürmeye yürekleri elvermedi. Sonunda ayaklarını keserek, üzeri otlarla kaplı bir bataklığın içine attılar. Bataklığın içinde bir dişi kurt vardı, çocuğu etle besledi. Böylece oğlan çocuk serpildi, büyüdü, dişi kurtla ilişkiye girdi, kurt ondan hamile kaldı.

Komşu devletlerin kralı, gencin hala sağ olduğunu öğrenince, onu öldürmeleri için adamlarını yeniden oraya gönderdi. Gelenler, gencin yanında dişi kurdu da öldürmek istediler. Bunun üzerine dişi kurt, Kao-ç’ang ( Turfan(16) Devleti’nin kuzeyinde bulunan bir dağa (17) kaçarak sığındı. Bu dağda bir mağara vardı, mağaranın içerisinde üzeri otlarla kaplı alabildiğine geniş bir ova uzanıyordu. Yüzlerce li genişliğindeki ova dağlarla çevriliydi. Dişi kurt dağlara saklandı.

Orada on erkek çocuk dünyaya getirdi. Oğlanlar büyüdüklerinde mağaradan çıkarak dışarıdaki kadınlarla evlendiler, onlar da çok sayıda çocuk dünyaya getirdiler. Her nesil kendine bir soyadı koydu, biri kendine A-şi-na adını verdi. Onun çocukları ile çocuklarının çocukları çoğaldılar ve yüzlerce aile oldular. Birkaç nesil sonra Ju-Ju (19) ların tebaalığına girip, onlara hizmet etmek üzere mağaradan dışarıya çıktılar. Kin-şanların ( Altayların) güney yamacında yaşamaya başladılar ve Ju-juların hizmetinde demirci ustası olarak çalıştılar.

Kin-şan Dağı ( Altay Dağı), bir miğfere benziyordu, onlarda miğfere T’u-küe dedikleri için, kendilerine T’u-kü adını koydular…” (1)

Üstte gördüğünüz söylencenin kaynağı M.S. 386-581 yılları arasında yer alan Çin arşivlerinde yer alır ve Gök-Türklerin türeyişini anlatır. Ancak buradaki Türk, Gumuilev’in belirttiği gibi Türkçe konuşan ama başka kabile adları taşıyan halkları değil sadece dişi kurttan türeyen Aşinaların soyunu anlatır ki onlar da kendilerine Gök-Türk demişlerdir.

Örneğin ülkemizin adı Türkiye’dir, Türk adı kullanılır ama Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan gibi diğer Türk ülkeleri farklı adlar taşır.

Başka bir örnek ise Kazakistan: Kazak Türklerinin kökleri Bizans, Ermeni, Rus kaynaklarında “ Sarışın, renkli gözlü” olarak tanımlanan Kıpçak Türkleri’nden gelir, zamanla Moğol ve Çinlilerle karıştıkları için Kazak Türkleri bu fiziki özelliklerini kaybetmişlerdir. (2) Tarih derslerinden anımsayacağınız Mısır’daki Memlük ( Kölemen) Devleti de, Deşt-i Kıpçak’ta (Kıpçak Bozkırı: Güney Ukrayna ve Güney Rusya) Moğollar tarafından ele geçilerek, Suriye’de Köle olarak satılan ve daha sonra Eyyübilerin Hassa ordularında yer alan Kıpçak Türklerince kurulmuştu.

Kazakistan, bu nedenle yakın zamanda Mısır’da bulunan Memlüklüler tarafından yapılan Sultan Baybars Camii’ni yenilemeye karar verdi. (3) Sultan Baybars’ın(( d:1223- ö:1277) ) kurduğu bu devlet, Araplar tarafından “ Devlet-it Türkiye” adıyla anılmıştı.

Gök-Türkler ise Türk adını bilinçli bir biçimde kullanmışlar ve kendi türeyiş söylencelerinde Türk adının doğuşu ile ilgili olarak da kendilerince bir yoruma gitmişlerdir.

Türk adının ilk ne zaman ortaya çıktığı ise tartışmalıdır ve yazımızın konusu olmadığı için bu konuyu burada bırakıyorum.

2-GÖK-TÜRK TÜREYİŞ SÖYLENCESİ VE ERGENEKON SÖYLENCESİ

Ergenekon Söylencesi 13. yüzyılda tarihçi Reşidüddin tarafından yazıya geçirilmiş daha sonra ise 17. yüzyılda Ebü’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî adlı yapıtında yer almıştır.

Ergenekon Söylencesi, üstte alıntıladığımız 4. y.y.’a dayanan “Gök-Türklerin dişi kurttan türeyerek Türk adını aldıkları söylencenin” değişmiş bir anlatımıdır. Cengiz Han’ın kurduğu Moğol-Türk İmparatorluğunun etkisi ile zaman içerisinde bu söylenceye Moğol unsurları girmiştir. Reşidüddin de kendi yapıtını yazarken faydalandığı Altun Debter adlı Moğolca yapıtın da etkisiyle olmalı, bu söylenceyi Moğol Söylencesi olarak yapıtına almıştır. Bu Moğol etkisine daha sonra yeniden değineceğim.

Yazıya eldeki tüm Gök-Türk ve Ergenekon söylencelerini sunarak değil, en eski tarihli Gök-Türk Söylencesini sunarak başladım ki, yazının okunması zor olmasın. Diğer söylenceleri ise yazının sonunda ekler bölümünde kaynakları ile beraber sıralı olarak göreceksiniz.

Bunlar:

a-) M.S. 386-581 yılları arasındaki Çin arşivlerinde geçen söylencenin iki anlatımından ilkini yazının başında vermiştim. İkinci anlatımda bu kez hem Gök-Türk Türeyiş Söylencelerinin diğer anlatımlarından hem de Ergenekon başlıklı olanların anlatımından farklı bir öykü yer alsa da, yine de “ yok olan kabile, a-çi-na ( kurt), dağ ve T’u-küe” unsurları yer almakta. Ama ayrıca “ 17 sayı simgesi ile “yaz ve kış kızı unsurları” eklenmiş.

b- M.S. 581-617 arası Sui Dönemi Çin arşivlerinde yer alan Gök-Türk Türeyiş Söylencesi biri kısa, ikincisi uzun olmak üzere üst tarafta sunulan ilk anlatımdakine uygun bir biçimde anlatılmaktadır.

c- 13. y.y.da tarihçi Reşidüddin tarafından yazıya geçirilen ve 17. Y.y.da Ebü’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türki adlı yazıtında geçen Gök-Türklerin Türeyiş Söylencesi’nin Moğollaşmış halinin özeti(Ergene-kon).

d-) Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un 19.11.200 tarihinde kamuoyuna duyurduğu ve kaynağı İran’ın Meşhed Kütüphanesi’nde bulunan Arapça “Kitabü’l Etrak” ve Türkçe “ Türk Bitigi” başlığı atılmış 13. y.y. sonlarında Doğu Türkçesi ile ve Arap alfabesi ile yazılmış bir yazmada yer alan yeni bir türeyiş söylencesi

e-) Osmanlı zamanı ( 1691) zorla Suriye’ye iskân edilmek istenen, Beğdilli Türkleri’nin Türeyiş Söylencesi ki bu söylencede de “ yok olan kabile, kurt, dağ içinde mağara ve kurt adlı bir Türk kabilesi” vardır.

3-TARİH VE SÖYLENCE

Öncelikle söylencenin, hangi tarihi olaydan kaynaklandığına bakalım.

Gumilev, girişte sunduğumuz Gök-Türk Söylencesi’nin, hepimizin tarih derslerinden aşina olduğumuz , Gök-Türklerin, Ju-jan’lara( Cücenler) başkaldırışı ile ilgili olduğunu anlatır.

“A-çina, Hun Prensi Mu’kan!a tabi iken, Tö-palar ( Tabgaçlar) 439’da Hunları yenip, topraklarını feth edince, Prens A-çina, 500 çadırlık halkı ile Altay Dağları’nın eteklerine kadar yayılı olan Ju-janlara sığınır ve Ju-janların demir döküm işlerini yaparak, hizmet ederler.”( 4)

Burada 500 aile tabiri Gumuilev tarafından mecazi olarak kullanılmaktadır. Yine Gumuilev’e göre A-çina Kabilesi, Hun ve Siyenpi ( Sibir) savaşçılarından oluşmuş bir kabile idi.

(Savaştan geriye kalan bu mecazi 500 kişilik aile, söylencede “düşmanları tarafından elsiz, kolsuz bırakılan çocuk” olarak simgelenmiştir.)

A-çina Kabilesi’nin sığınmak için seçtiği Altay Dağları eteklerinde Hunlardan türeyen ve Türkçe konuşan kabileler vardı ve A-çinalar zamanla buradaki yerli Hun Türkleri ile karışarak “ Türkler” adını aldılar. Daha sonra çoğalıp, güçlenen Gök-Türkler, Ju-janlar ( Cücenler) ile savaş çıkarmak için, Ju-jan kağanın kızını vermeyeceğini bile bile istemişler, Ju-janların hakanının, Gök-Türkleri küçümseyerek “sizler, demirci kölelerimizsiniz, haddinizi bilin” anlamında verdiği yanıt üzerine Gök-Türkler, Ju-Janlara savaş ilan etmiş, kısa bir süre sonra ise Ju-Janları ortadan kaldırarak, kendi devletlerini kurmuşlardır.

Tarihçi Reşidettin’in “ Ergenekon’dan çıkışı “ Türk Kağanı ve beyleri bir parça demiri ateşe salıp, kızdırtıktan sonra örs üzerinde çekiçleyerek kutlarlardı” dediği bayram, Gök-Türklerin tekrara ataları gibi bağımsız olmalarını sağlayan demirciliğin anılışıydı. Zira Gök-Türkler ve genel olarak Türkler, demircilikleri sayesinde kılıç, kargı, zırh gibi savaş alet ve giysileri bakımından sıkıntı çekmiyorlar ve bu da askeri güçlerinin yüksek olmasını sağlıyordu.

Gumilev, üstte alıntıladığım ilk söylence hakkında Çin arşivinde ayrıca “ Batı ucundaki Hyuing-nu(Hun) Hanedanı’ndan batıya geçenler” ( 5) açıklaması olması nedeni ile kıyıma uğrayan Gök-Türklerin, Attila Hunlarının (Batı Hunları) devamı olabileceğini de belirtmiştir.

İşte Ergenekon adıyla anılan “ Göktürklerin Türeyiş Söylencesi’ , üst kısımda anlattığımız tarihi olayları anlatır.

4-ERGENEKON ADI NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Cengiz Han’ın Moğol-Türk İmp.luğunun etkisi ile Gök-Türk Türeyiş Söylencesi Moğol Kültürü’ne bağlanmak istenmiştir. Bu nedenle söylencede adlar ve yerler Moğollaştırılmıştır.

Örneğin Ergenekon Söylencesi’nde katliamdan “ İl Han’ın oğlu Kıyan ve yeğeni Negüz( Dokuz) kurtuldu” denir.

Gök-Türk Türeyiş Söylencesi’nde dişi kurttan on erkek çocuk doğar, bu çocukların soyu daha sonra ikiye ayrılır; biri A-çina ( Kurt Kabilesi) diğerlerinin adı ise belirtilmez” A-çina ve diğerleri“ denir. Yani “bir ve dokuz” olarak ayrılırlar.

Ergenekon Söylencesi’nde de Kıyan ve Negüz adlarına iki genç vardır. Negüz’ün Türkçesi dokuzdur.

Ergenekon Söylencesi’nin sonunda ise Demirci’nin dağı eritmesi ile Gök-Türkler, kağanları Börte-çine önderliğinde Ergenekon’dan çıkarlar.

Börte-çine, Moğolca “Boz-kurt” demektir. Göktürk Türeyiş Söylencesi’nin anlatımlarında ise mağaradan çıkıldığı vakit, kağanın adı verilen anlatımlarda A-Hien Şad’dan bahsedilir ki A-hien Şad da, A-çina soyludur yani “Asil Kurt Kabilesi’ndendir.”

Ergenekon’da Kıyan ve Negüz ( Dokuz), Gök-Türk Türeyiş Söylencesi’nde ise A-çina ve “Diğer dokuz kabile” vardır. Moğol anlatımındaki “ yeğenin adının ‘dokuz’ olması söylenceye uygundur. Kıyanlar ile A-çinaları özdeşleştirecek bir bilgi yoktur ama Ergenekon Söylencesi’nin sonunda Gök-Türkler Börte-çine adlı kağanları ile mağaradan çıkarlar.

Söylencedeki Börte-çine yani Boz-kurt adlı kağan bilgisi ile diğer söylencedeki A-çina soylu A-hien Şad bilgileri de birbirine uyumludur, her iki söylencede de kağanlar, kurt simgesi ile beraber anılırlar.

Gelelim Ergenekon adına. Ergene-kon, “Dik-yamaç” demektir. Gumilev, Gök-Türk Söylenceleri’nde “mağaradan girilerek saklanılan yerin”, Orta Asya’da sık rastlanan Dağ Vadisi olduğunu belirtir. Zaten söylencelerde de “etrafı dağlarla çevrili ova” denir.

Özetle Ergene-kon coğrafi bir bölgenin ya da dağın adı değil, sadece coğrafi bir özelliği anlatan Moğolca bileşik kelimedir.

Söz konusu türeyiş söylencesinin Ergene-kon adıyla anılması yanlıştır, doğrusu Gök-Türk Türeyiş Söylencesi olmalıdır.

Prof. Dr. Abdulkadir İnak, Cengiz Han’ın Türk Söylenceleri üzerindeki etkisini şöyle açıklar:

“…Moğol istilâsından sonra eski Türk destanlarının parçaları Cengiz Han adı çevresinde toplanarak, Cingizname adıyle Kıpçak boyları içinde teşekkül eder. Bu destan XVI. asırda Başkurtlar arasında tesbit ediliyor. Eserde Çingiz Hanın tarihî hayatı ile ilgili hiçbir olay yoktur ve destan eski Türk destanının kalıntılarının Çingiz adı çevresinde toplanmasından meydana gelmiştir.
Bu destanî hikâye şöyle başlar:

‘Yafes’e Ebulca Han derler. Ebulca Han oğlu Bakır Han, Bakır Han oğlu Ovuz Han, onun oğlu Gök Han, onun oğlu Güz Han, onun oğlu Karak Han, onun oğlu Künü Mergen, onun oğlu Ucam Buğrıl, onun oğlu Sam Savcı, onun oğlu Serke Burun, onun oğlu Kaçu Mergen, onun oğlu Kaçuman, onun oğlu Karavman, onun oğlu Tumavul Mergen, onun oğlu Duyun Bayan, onun oğlu Çingiz Han.’

Bu şecerede tarih kitaplarının hiç bir tesiri görülmüyor. Bu destanı bir destancıdan tesbit eden adam gûya, giriş olarak, Çingiz’in şeceresini veriyor. Bu şecerede dikkati çeken adlar Ovuz Han ve oğlu Gök Handır. Destancı Çingiz Hanı, Oğuz’un oğlu Gök Hanın neslinden saymaktadır.

Ebulgazi Bahadır Han da Şecere-i Terakime’de Moğol ve Tatar kavimlerini Oğuz soyundan saymıştır. “Oğuz Han yetmiş iki yıl Moğol ve Tatarlarla savaştı. Bunlar onun öz soyundan (süngekinden = kemiğinden) idiler” diyor. XIII. asrın büyük hadiselerinin kahramanı olan Çingiz Han Orta Asya ve İdil-Ural Türklerinin destanlarında eski Oğuz Hanın yerini almıştır. En eski Türk destanındaki birçok unsurlar ve olaylar Çingiz adı çevresinde toplanmıştır. Çingizname, Çingiz’in ve atalarının da bozkurt soyundan olduklarını hikâye ediyor…” (6)

Aynı makalede Profesör Dr. Fuat Köprülü den yapılan bir alıntıda Ergene-Kon’un Gök-Türk Söylencesi’nin Moğollaştırılmış hali olduğuna dair tespit yer alır:

İslâmiyeti kabul eden Gazan Han zamanında yazılmış olan Reşîdeddîn’in Câmiü’t-tevarih’inde bu menkıbe ‘Ergene Kon’ namı altında ilk şeklinden biraz farklı bir surete münderictir. Orada, İslâmiyet tesiri altında kurttan doğan çocuklar başka şekle ifrağ edilmiş ve Çingiz’e çıkarılan silsilename bunu tabiatiyle Moğollara atıf ve isnat edilmesine sebebiyet vermiştir.

Esasen Gök-Türklerin bir parçası -ki Çinliler bunlara Şato Türkleri namı verirler- Milâdî 840 vekayii neticesinde şimali şarkiye muhaceret ederek Moğol kabileleri arasına karışmış, fakat eski Türk hakanları sülâlesinden olmak itibariyle Göktürk ananelerini muhafaza etmişti; işte Çingiz’in ecdadı bu Türklere mensup olduğundan, bu suretle Göktürk ananesi Moğollar arasına girmiş ve muahheren teşekkül eden Çingiz menkıbesi de tabiatiyle Göktürk destanının bir istitalesi şeklinde meydana gelmiştir. İşte bu nokta-î nazardan Reşid-ed-din ve Ebulgazi’deki Ergene Kon menkıbesinde zikredilen Moğollar, şüphesiz, Oğuzlar’dır; Çin menbalarındaki şekil ile bu muahhar şekil arasındaki ayniyet de bunu katî olarak gösterir…”

J.P. Roux da bu durumu şöyle ifade eder:

“…Moğolların Gizli Tarihi’nde, Cengiz Han’ın köken miti Yukarı Asya’daki mitlerin en karmaşıklarından biri olarak nitelenir. ‘Çeşitli etkilerle hızla bozulmuş ve daha yakın tarihli yerli ya da yabancı versiyonlarda tamamen farklılaşmış, zor tanınır hale gelmiştir’ der Roux…” (7-ı)

 

5-) A-ÇİNA NE DEMEKTİR ?

Çinli yazarlar, Gök-Türk Hakanı ile Kurt sözcüğünü eş anlamlı kullanmışlardır. Örneğin Şapolyo ( Sha-po-lio), kurt karakterli insan demektir. Yine Çin arşivlerinde hükümdara verilen önerilerde “ yapılması gereken şey, göçmenleri kovmak ve kurtlara saldırmaktır” denilmektedir.

Burada kurtlardan kasıt Türkler’dir. Zaten Gök-Türk tuğlarında “ altın kurt-başı” motifleri kullanılırdı.

Gök-Türklerin “ Türkler Söylencesi’nde ”A-çina ve diğer dokuz kardeşinin soyu ana tarafından dişi bir kurttan gelir.

Aynı coğrafyadaki diğer Türk boyları ile başka milletlerin söylencelerinde de benzer biçimde hayvan-atalar vardır:

Tibetliler : Dişi maymun – Orman rakşası ( iblis)

Moğollar : Cengiz Kağan :Bozkurt- Alageyik

Tölesler : Kurt – Hun yabgusunun kızı

(Töles :Büyük Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Türkler’e verilmiş ortak bir ad)

Göktürkler : Hun prensi – Dişi kurt

Gumilev’e göre ise A-çina “ saygıdeğer/asil kurt” demektir.

A-çina ( A-shih-na) : Saygı-değer Kurt

Türkçe : Böri, kurt, kaşgir/ kasgir

Moğolca : Sono-çino

“A” Ön Takısı : Çince “saygı” ifadesi

A-çina : Asil kurt

Daha sonra göreceğimiz Beğdilli Türeyiş Söylencesi’nde de “ dişi kurt tarafından beslenen üç kardeşten birinin adı ‘ Karaca-kurt’ idi ve bu ad Karaca-Kurt adlı boyu simgeliyordu.)”

“…Freud, Totem ve Tabu’da yazar: ‘İlkel insanlara göre, kişinin asıl parçasını oluşturan, addır; bir kişinin ya da ruhun adı bilindiğinde, bu adı taşıyan üzerinde belirli bir güç elde edilmiş olur. Durkheim de böyle düşünür: ‘İlkel insan için ad yalnızca bir sözcük, seslerin birleşmesi değildir, varlığın bir parçasıdır.’


Orta Asya geçmişinde, hayvanın adının söylenmesi yasağı, av ayininin zorunlu kuralıdır. Eğer ad söylenirse av kaçar. Jean-Paul Roux, Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar eserinde, Oğuzlarda kurt sözcüğünün bir tabu söz olduğunu söyler. Çünkü eski Doğu Türkçesinde kurda böri, Moğolcada ise cino deniyordu…”( 7-ıı)

Üstteki alıntı da neden Gök-Türklerin Türkçe “ böri” sözcüğü yerine Moğolca “ çino” sözcüğünü kullandığını açıklıyor sanırım. Anlaşılan “ böri” sözcüğü tabu olduğu için yerine kurt, çino/çina gibi başka sözcükler kullanmışlar.

Gumilev ise – yanlış anımsamıyorsam- bu durumu o bölgede tüm kabileler arası ortak dil ( ordu,diplomasi,pazar dili) olan Sibirceye ( Sienpice/) bağlar. A-çinalar hem Türkçe hem Sibirce bilmektedir ve bu nedenle “ böri” yerine Sibir dilinde kullanılan “çina” sözcüğünü kullanmışlardır.

6-) 17. Y.Y. BEĞDİLLİ SÖYLENCESİ VE KARACAKURT AŞİRETİ

Burada kurt adlı kabile ile kurt söylencesi arasındaki bağı biraz daha açabiliriz.

Eklerde tamamını verdiğim Beğdilli Söylencesi’nde “Osmanlı güçleri ile yapılan savaşlar nedeni ile dul kalan ve aşireti sürgün edilen Beğdilli Aşiret reisinin hanımının dağda bir mağaraya bıraktığı üçüz çocuğunun bir kurt tarafından beslendiği” anlatılır ve bu üçüz çocuklardan da Cerit, Boynuinceli ve Karacakurt Aşiretleri’nin türediği anlatılır.

Bu kırım ve isyan ozanlar tarafından dillendirilmiştir:

“Seksen bin haneyle isyan edince
Anadolu benim derdi Beğdili
Kadıoğluyla Yusuf Paşa gelince
Paylı Mamalı’yı vurdu Beğdili

Kara bayrak salak kanlı salaca
Aşiretin ucu vardı Maraş’a
Yetişti imdada beğ Kurd Karaca
Zorunan yollara durdu Beğdili

Suluca Karahöyük belli yurtları
Aldı beni Beğdili’nin dertleri
Çöle düştü Beğdili’nin kurtları
Rakka çölünün kurdu Beğdili…”

Peki bu üçüz çocukla anılan aşiretler 1691’deki sürgün ile Beğdillilerin katledilmesinden sonra gerçekten Beğdilli Aşiret reisinin duş eşinin doğurduğu üçüzlerin soyundan mı gelmeler?

Tabii ki hayır!

Cevdet Türkay’ın “ Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretler, Oymaklar ve Cemaatler” adlı arşiv çalışmasına baktığımızda Cerit, Boynuinceli ve Karacakurt Aşiretleri ayrı ayrı yer almaktadır.

Ayrıca Kurd, Kurdbali,Kyerdbeğ, Kurdcalar, Kurducular, Kurdkoca,Kurtlar, Kurtdomuzu, Kurtgözlü nam-ı diğer Kurthamzalı, Kurdhoca,Kurdinli, Kurdkayası, Kurdlu Gökömer, Kurdmilli, Kurdoğlu, Kurtşeyh, Kurd Viranı adlı Türkmen ve Yörük aşiretleri geçmektedir.

Bunlardan Kurdculu Cemaati ile, Kurdlar( Kurdlu) Cemaatleri, Boynuinceli Aşireti’ndendir diye kayıtlıdır.

Derki’de geçen sayıda yer alan “ Soyadlarımız ve Aile Lakaplarımızın Hikayesi” adlı yazımı okuyanlar bilirler ki, Kurt adı ile bir aşiret varsa bu aşiret çoğaldığı zaman ve içinden ayrılmalar olduğu zaman Türk Geleneği’ne göre

“Kurt, Kurtcu, Kurtca, Kurtlu,Kurtcalı, Kurtculu, Kurtlar, Kurtcular, Kurtcalar, Kurtoğlu, Kurtcuoğlu…vb, Karakurt, Sarıkurt, Gök/Yeşilkurt, Kızılkurt, Akkurt” adları ile parçalara ayrılır. ( Ayrıntılı bilgi için sözkonusu yazıma bakabilirsiniz.)

Biz yine Karacakurt cemaat adı ve kurt söylencesi ile devam edelim.

Karacakurt’un yurdum dediği yer ise Kırşehir Sancağı’dır. Bu bölgede bir de Selçuklu zamanlarından kalma Karakurt ( Kalender Baba) Tekkesi ve Karakurt Kaplıcası vardır. Karakurt Kaplıcası’nın söylencesi ise şöyledir:

“…Bir zamanlar Kırşehir Beyi’nin oğlu çaresiz bir hastalığa tutulmuş, her tarafı akar, kokar olmuş. Doktorlar ne yaptıysa fayda etmemiş, Bey’in umudu kesilmiş “Bari gözümün önünde öleceğine götürün bir dağa bırakın, orada ölsün. Göz görmeyince gönül katlanır.” demiş.

Çocuğu alıp Emirburnu Dağı’nın eteklerine bırakmışlar. Elbette burada kurtlar, kuşlar parçalarda o da bu illetten kurtulur. Çocuk yapayalnız kol bacak tutmaz, başına geleceği beklerken akşama doğru bir kurt görünmüş. Kurdun karnı kemiklerine yapışmış, uyuzdan tüyleri dökülmüş, her tarafı yara içindeymiş.

Sürüne sürüne dağın eteğinde bataklığa gelmiş, çamura bulanmış, çıkmış. Ertesi gün yine bataklığa gelmiş, çamura girmiş. İki gün sonra canlı kanlı bir kurt olarak ayağa kalkmış ve oradan uzaklaşmış. Kurdun her hareketini izleyen çocuk,, bu çamurda bir keramet olsa gerek diyerek o da sürüne sürüne bataklığa girmiş, çamurları yüzüne gözüne sürmüş.

Bir köşede kaynayan sudan içmiş, biraz sonra vücudunda bir dirilik, canlılık hissetmeye başlamış. Bir iki derken ayağa kalkmış, yürümüş, üçüncü günde Kırşehir’in yolunu tutmuş. Babasının kapısını çalmış, görenler şaşırmış, gözlerine inanamamışlar. Çocuk olanı biteni anlatmış, Babası bataklığı bir kaplıca haline getirerek üzerine bir kubbe, yanına da bir mescid yaptırıp, hizmete açmış. Adına da Karakurt Kaplıcası demiştir.”(8)

Bu söylencenin başka bir anlatımına “Kırşehir Bey’in düşüne Kalender Baba’nın girdiği ve hasta çocuğu dağa götürmesi gerektiği” denerek Kalender Baba da eklenir ki, Kurt Baba Tekkesi’nin diğer adının Kalender olması diğer anlatıma uygundur. Yine Hamza Aksüt’ün “Anadolu Aleviliğinin Sosyal ve Coğrafi Kökenleri” adlı kitabında belirtiği gibi Türkmen Erenleri adını mensup oldukları aşiretlerden alır.

Beğdilli Söylencesi’ne göre 1691’deki sürgün ve kırım sonrası kurtlar tarafından bir dağdaki mağarada beslenen üçüzlerden Cerit, Boynuinceli ve Karacakurt adında üç aşiret türüyor. Ama biz biliyoruz ki Cerit, Boynuinceli ve Karacakurtlar üç ayrı aşiret. Ve 18. Y.y. dan önce de Anadolu’da bu aşiretler yaşıyordu.

Hem kaplıcanın hem de Kalender Baba adına yapılan tekkenin Karakurt adı ile anılması bu bölgedeki kurt motifli söylencenin kaynağının Karakurt ya da Karacakurt adı ile anılan Türkmen Aşireti olduğunu ve bu aşiretin 17. y.y. Beğdilli ( Cerit, Boynuinceli, Karacakurt) Türeyiş Söylencesi’nin aksine Selçuklu zamanından beri bu bölgede olduğunu gösterir.

Bu durum Gök-Türk’ün A-çina yani Asil Kurt Kabilesi için de geçerli olmalı.

. Gök-Türk veya diğer Türeyiş Söylencelerinde anlatılan kişiler ve kişilerden gelen soylar ve dişi veya erkek kurt motifleri sadece simgeseldir. Çin Arşivindeki bilgilerin aksine A-çinalar, adlarını söylencede geçen katliam ve bir dağ vadisine kaçıp, türemeye başladıktan sonra ataları olan dişi-kurdu unutmamak için sonradan almış olamazlar aksine zaten katliamdan kurtulan kabilelerden birinin adı A-çina olduğu için türeyiş söylencelerinde dişi kurt motifi kullanmış olmalılar tıpkı Beğdilli Söylencesi’nde olduğu gibi…

7-) A-ÇİNA HANLARININ HALKI “ TÜRKLER”

Çinliler, A-çina Hanlarının halkına ise “ T’u-kue” ( T’u-chüe) diyordu. Gumulev bu adın açıklamasını doğru bir biçimde P. Peliot’un’un çözdüğünü yapıtında belirtir. Buna göre:

T’u-kue( T’u-chüe) : Türküt : Türk-ü-t: Türkler

“T” Moğolca çoğul ekidir. T = ler / lar

Yazar eski Türkçe’de bilinen tüm siyasi sözcüklerin Siyenpice( Sibir) olduğunu söyler. Bunun da Türk Dili’ne başka dillerin de etki ettiğine dair kanıt olarak bakar.

A-çina Kabilesi’nin de, kabileler arası ordu, diplomasi ve pazar dili ( ortak dil-lingua franca) olan Siyenpice bildiğini, bu nedenle muhtemelen A-çina Hanlarının başlangıçta çift dilli olduğunu söyler. Daha sonra A-çinalar, Altay eteklerindeki Hun Türkleri ile karışmıştır.

Ama Liu Mau- Tsai kitabının 13 nolu dipnotunda Bbodberg makalesinden bahseder ve bu makaleye göre “ T’u-chueh sözcüğünün T’u-küeüz sözcüğüne karşılık geldiği ve bunun gerçek Türkçe çoğul eki olduğu iddia edilir.”

Anladığım kadarı ile P.Peliot’un Türküt olarak okuduğu T’u-kue( T’u-chüe) sözcüğü Bbodberg makalesine göre;

” T’u-küeüz yani Türküz olarak okunmalıdır” deniyor.

Tıpkı Oğuz ( Ok-u-z: Oklar), sözcüğünde olduğu gibi burada da Türküz ( Türk-ü-z:Türkler) sözcüğünün esas alınması gerektiği belirtilmiş.

Her iki halde de A-çinaların “Türk” kabile adını kullandığı ve Türk adını, devlet kurduklarında devlete Gök-Türk adını vererek de sahip çıkmaya devam ettiklerini görüyoruz.

Bir ilginç nokta ise Uygur Göç Söylencesi ile benzerliktir:

“…Tulga ve Selenga ırmaklarının birleştiği yerde, Hulin Dağı vardır. Ve bu dağda kutsal bir kayın ağacı. Ağacın üzerine birgün ilahi bir ışık iner. Ağacın gövdesi 9 ay 10 gün şişkin kalır ve bu süre sonunda beş çocuk doğar, halk büyütür ve daha sonra çocuklardan en küçüğü olan Buğu, kağan yapılır…”

M.S. 386- 581 tarihli Gök-Türk Söylencesi’nin ikinci anlatımında da en küçük çocuk olan A-şina kağan olmuştu.

Buradaki ilginç nokta Gök-Türk Söylencelerindeki “Tolga’ya benzeyen dağ ve bu nedenle Türk adının alınması” anlatımı ile Uygur Göç Söylencesi’nde iki nehirden birinin adının “Tulga” olması. Tolga/ Tulga, miğfer demektir.

Yine Çin arşivlerinde Töleslere dair kurt söylencesinde ki Uygurların Türeyiş Söylencesi olarak adlandırılıyor, Kurt ve Dokuz simgeleri vardır:

“Eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardı. Bu bey kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini düşünüyordu. Bu sebeple ülkesinin kuzey tarafında kişi ayağı değmeyen bir dağın tepesine iki güzel kızını Tanrılarla evlenmek üzere yerleştirdi.

Bir süre sonra bir kurt tepen etrafında gözüktü.

Kızlardan küçük olanı bu durumu görünce kardeşine ‘ İşte bu kurdu, ikimizden birinin evlenmesi için Tanrı gönderdi2 dedi ve kurdun yanına doğru gitti. Kardeşi gitme dedi ise de onu dinlemedi. Tepeden inerek kurtla evlendi. Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu. Bunlara Tokuz Oguz-On Uygur (Dokuz Oğuz-On Uygur) denildi. Bu çocukların sesi, Bozkurt sesine benzerdi. Çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar. Ve Tölesler, bu kız ile kurdun soyundan türediler…

Tanrı olduğu düşüncesiyle kızlar bu kurtla evlendiler. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuzlar ve On-Uygurların sesi kurt sesine benzerdi.”

Dikkat ettiyseniz önceki söylencelerde küçük oğul kağan olurken bu kez de küçük kız kardeşin soyundan kurt soylu Tölesler türüyorlar.

Bu yazının kaynaklar kısmında geçen kitabında Divitçioğlu, “ Bir Kıpçak Bey’inin gece dışarıya çıkıp, uluduğunu buna karşılık ise kurtların yanıt verdiğini, ardından Kıpçak Bey’inin bu ulumaları hayra yorumlayarak, ertesi gün ki savaşın iyi geçeceğine inandığı” yazar.

Daha sonra göreceğiniz 13. y.y. Meşhed yazmasındali Türeyiş Söylencesi’nde de “ Gök yeleli kurdun getirdiği yeşil gözlü kız ile evlenen çocuğun soyundan gelen en büyük iki oymağın başında Töles Türeyiş Söylencesi’nde geçen On Uygurlara benzer biçimde Uygur Han’ın olduğu anlatılır.

😎 YÜZÜKLERİN EFENDİSİ ÜÇLEMESİ VE TÜRK SÖYLENCESİ

Burada biraz magazine kaçıp, konuyu farklı bir yere getirmek istiyorum. Belki Yüzüklerin Efendisi Üçlemesini seyredenler fark etmiştir. Yüzüklerin Efendisi’nde Gök-Türk Türeyiş Söylencesi’nde olduğu gibi düşman kavimlere karşı bir dağ-kaleye sığınılmıştı; bir dağa dayalı kalenin adı Miğferdibi Kalesi idi. Eğer bu kalenin adı İngilizce’den birebir aynı çevrildi ise ki ben öyle biliyorum ( Helm-‘s deep/ helm: miğfer) ,bu durumda ilginç bir benzerlik ortaya çıkar.

Burada bir alıntı yapalım:

“Kin-şan Dağı ( Altay Dağı), bir miğfere benziyordu, onlarda miğfere T’u-küe dedikleri için, kendilerine T’u-kü adını koydular…”

Tolkien burada söylencedeki” Altay Dağı ve bu dağın miğfere benzemesi” özelliklerini kendi yapıtında kullanmış.

Tolkien’in söylenceler üzerinde hakimiyeti olduğunu ve Yüzüklerin Efendisi kitap dizilerini çıkarırken de bu birikiminden faydalandığını biliyoruz. Belli ki, Yüzüklerin Efendisi’ndeki “Miğferdibi Kalesi “, Gök-Türk Söylencesi’nden esinlenmedir.

9- ) KURT SİMGECİLİĞİ

Gök-Türk Türeyiş Söylenceleri’nde:

a-) M.S.386-581 Kaydı:

İlk anlatım:

Yok edilen bir halk – ayakları kesik çocuk( erkek-ata), bataklık- dişi kurt-et -mağara – dağlarla çevrili ova- dişi kurttan doğan 10 çocuk- A-çina ( Kurt) kabilesi- Miğfer/Türk

İkinci anlatım:

Dişi kurttan doğmuş ( babanın adı söylencede geçmiyor)-18 kardeş (A-pang-pu ve 17 kardeşi) – 18 kardeşin uzuvları eksik – yok edilen halk- “İ-çi-na-tu’nun dört oğlundan gelen soyu ve A-pang-pu’nun soyu”- İ’çi-na-Tu’nun bir oğlunun kuğu olması diğerinin ateşi bularak Türk adı alması – Türklerden 10 karılı No-tu-lu Şad – No-tu-lu Şad’ın gayrimeşru eşi A-şina ve sonradan kağan seçilen oğlu A-hien Şad

b-) Sui Dönemi ( M.S. 581-617) Kaydı:

İlk Anlatım:

Yok edilen halk, Miğfer-Türk – A-çina

İkinci Anlatım:

Yok edilen halk- elleri ve ayakları kesik çocuk- bataklık- dişi kurt- et- mağara-vadi- dişi kurttandoğan on çocuk- A-çina- kurt başlı bayrak- A-hien Şad ile mağaradan çıkış

c-) 13. y.y. Meşhed Yazması:

Düşman tarafından yok edilen halk – Gök yeleli kurt- çocuk – mağara- ova- kurdun getirdiği yeşil gözlü kız- Türkler

d-) Ergenekon(13.yy):

Düşman tarafından yenilen halk- iki erkek ve eşleri- Ergene-kon(Sarp-dağ geçidi)- demir dağ- demirci- bozkurt adlı kağan- geçitten çıkış-moğollar

e-) Beğdilli Kurt Söylencesi ( 17.yy.)

Osmanlı paşalarınca katledilen ve sürgün edilen halk- anne ( Beğdilli boyunun öldürülen eşi)- üçüz- mağara – kurt( dişi?)- yiyecek- karaca-kurt adlı çocuk ve onun soyundan kabile adı

Bu tespitlerden sonra kurt simgeciliğine geçebiliriz.

MS 386-581 kaydındaki ilk anlatımda Bakıcı(Et ile besleme ), Eş ( ilişkiye girme), Anne (doğan 10 çocuğu emzirme/ annelik etme )- dişi kurt

İkinci anlatımda Eş (adı geçmeyen ilk ata ile ilişkiye girme),Annelik (18 kardeşin annesi)-dişi kurt

Sui Dönemi ( M.S. 581-617) Kaydı ikinci anlatımında 386-581 ilk anlatımının aynısı

13. y.y. Meşhed Yazmasında Kurtarıcı( savaş alanından kaçırma), Bakıcı ( Besleme), Kurtulan çocuğa eş getiren- erkek kurt

(Meşhed yazmasında diğerlerinin aksine katliamdan kurtulan çocuk, gök yeleli kurt tarafından mağaraya getiriliyor, diğer benzer anlatımlarda ise katliamdan kurtulan çocuk büyüyor ama sonradan düşmanlar yerini bulunca sadece hamile olan dişi kurt kaçıp, mağaraya sığınabiliyor. Ve bu mağarada Meşhed yazmasının aksine savaştan kurtulan çocuğun çocukları çoğalıyor. )

Beğdilli Kurt Söylencesi’ndeBakıcı ( üçüzleri besliyor)- erkek kurt ( dişi olduğu belirtilmemiş sadece kurt denmiş.)

Söylenceyi oluşturanlar, başlarından geçen büyük yıkımlardan sonraki güçlenip, çoğalma dönemlerini “ erkek kurt, dişi kurt veya sadece kurt adlı kağan veya kabile “ simgelerini kullanarak söylenceleştirmişler.

Aslında eğer bir söylencede sadece kurt adlı bir kağan veya kabile adı geçiyor ise muhakak ki o söylencenin ilk halinde kurt simgeciliği ya gök yeleli kurt ya da dişi kurt olarak kullanılmış olmalı. Bunu şu ana kadar gördüğümüz söylencelerde de açık biçimde görüyoruz. Bu söylencelerden en başta verdiğim ilk anlatımda ki “dişi kurt simgesi ” zamanla bazı değişik anlatımlılarda sadece kurt adlı kağan veya kabile olarak kalmış.

10-) KURT İLE ELİK KEÇİSİ

Şimdi önce İÖ 125. Yüzyıla gidip, Vusunların söylencesine bakacağız, ardından da Osmanlı dönemi Karadeniz’ine döneceğiz.

“Wu-sun kralı Yueh-chihler tarafından öldürüldüğü günlerde veliaht K’un-mo yeni doğmuştu. Bu hayhuy içinde veliahtın bakıcısı onu kaptığı gibi uzaklara kaçırdı. Ancak bakıcı yiyecek ve içecek bulmak için oradan ayrılmak zorunda kaldı. Döndüğünde, bir dişi kurdun çocuğu emzirdiğini ve bir kuzgunun da ona et yedirdiğini gördü. Çocuğun doğa üstü olduğuna inan bakıcısı, küçüğü Hun Şanyu’suna götürdü. Onu çok seven Şanyu, onu eğitti ve büyüttü, bir süre sonra da onu ülkesine geri gönderdi..”(9)

Ekler kısmına tamamını eklediğim Elik( Yaban) Keçisi Söylencesi’nde ise “ yaylaya giden bir ailenin 9 oğlundan bir haftalık bebek olanını, yol üzerinde ormanda bir ağaç kovuğuna bırakırlar. O Yıl yaylada salgın olur, yanlarına aldıkları 8 oğul vefat eder. Yol dönüşünde üzüntü ile ağaç kovuğuna bıraktıkları bebeğe bakmaya giderler. O sırada bebeğin olduğu ağaçtan büyükçe bir kuş havalanır. Çocuğu kuşun yediğini sanırlar ama kovuğun yanına geldiklerinde çocuklarının gayet sağlıklı olduklarını ve başında da bir elik keçisinin beklediğini görürler. Çocuğu alıp, köye dönerler. Yol boyunca keçi de feryat ede ede peşlerinde gelir. Bunun üzerine aile, çocuğu beşiğe koyup, bir dağa çıkarırlar ve keçi gelip, çocuğu emzirir, bu durum çocuk büyüyene kadar sürer ve sonra keçi kaybolur. Dağın da adı Beşikdağı kalır, eteğinde kurulan ilçe de Beşikdüzü ( Trabzon) diye anılır.”

Gökçeköy ve Durak Köyü’ndeki elik keçi söylencelerinde Beşik yer adlarının geçmesi, her iki söylencenin anlatıldığı sülaleler veya köylerin Beşikli Oymağı’ndan olduğunu gösterir. Beşikli oymağı kendi doğuşları ile ilgili olarak bu tür bir söylence yaratmışlar.

Beşikli oymağının söylencesinde bir elik keçisi ve kuş var, Vusunlar da( Usunlar) da bir kurt ve kuzgun kuşu var. Bu da Vusunlar ile Beşikli Oymağı arasında bir bağ olduğunu düşündürüyor.

Öte yandan Oğuz Kağan Söylencesi’nde Oğuz Kağan’ın askerlerinden/ komutanlarından biri savaşta ölünce, o sırada gebe olan dul eşi bir ağacın kovuğunda doğurur, bunu haber alan Oğuz Han, çocuğu evlat edinir ve Kıpçak adını verir. Bu söylence Kıpçak Türklerinin türeyişi ile ilgilidir.

Elik Keçi Söylencesi’nde hem Vusun hem Kıpçak çizgileri yer almakta.

Anlaşılan bozkırlarda yüzlerce yıl at koşturup, sonrasında Karadeniz’in yeşilliğinde yayla yaşamına başlayınca bozkırın kurdunun yerini ormanların yaban keçisi almış olmalı. Diğer olasılık ise elik keçisinin de Orta Asya’ndan bir ongun(totem) olarak getirilmiş olduğudur:

“…Dağ keçisi, geyik ve maral gibi hayvanlar, bir zamanlar yüksek yaylalarda Sayan-Altay boyları arasında oldukça yaygın totemlerdi…” (10)

Sıgun Geyik: R. Arat da, Kutadgu Bilig’in 111. beytindeki sıgun’a “dağ keçisi” demiştir. G. Clauson ise sıgun kelimesini “maral geyiği” olarak tercüme etmiş ve Arapçasını el-ayyil olarak göstermiş. Araştırmamızın neticesinde, Türk metinlerinde sıgun’a verilen önem sonucunda, sıgun’un asıl hükümdar ongunu olduğu kanaatine varacağımızı şimdiden belirtelim. Yine de Türk metinlerinde genel anlamda kullanılan sıgun geyik tabirini tercih edeceğiz. Böylece geyik ve dağ keçisi cinslerini bir arada anmak istemekteyiz.”

“Dağ tekesi ve geyik motifleri, milattan önceki binyılda, Avrasya’da yaşayan bütün göçebe boyların başlıca ongunlarındandı.” “…sıgun geyik cinsi, Türklerde ölümsüzlüğün simgesiydi.” (11)

11-) DİŞİ KURT, TÜRKLER VE ETRÜSKLER

“…Bir efsaneye göre Roma kenti MÖ 753’te Romus ve Romulus tarafından kurulmuştur. Bu efsaneye göre Romulus Roma’nın kurucusu, Romus ise onun ikiz kardeşidir.

Eski İtalyan kentlerinden Alba Longa’nın Numitor adında bir kralı vardır. Numitor’un tahtına göz diken kardeşi Amulius onu devirir ve tahtını güvenceye almak için, Numitor’un kızı Rhea Silvia’ya hiç evlenmeyeceğine ilişkin yemin ettirir. Evlenirse, doğacak çocukları tahta sahip çıkacağından korkmaktadır. Oysa savaş tanrısı Mars, Rhea’ya aşık olur. Rhea’nın Mars’tan ikiz oğulları dünyaya gelir.

Rhea’nın oğullarının büyüyüp kendisini tahtından edecekleri kaygısıyla, Amulius bebekleri bir sandığın içinde Tiber Irmağı’na attırır. Taşan ırmağın suları alçalınca ikizlerin içinde bulunduğu sandık kıyıya vurur. Onları bulan dişi kurt, sütüyle besleyerek büyütür. Kurt gibi, Mars’ın kutsal saydığı hayvanlardan olan ağaçkakan da çocuklara yiyecek taşır.

Daha sonra ikizleri bulan kralın çobanı Faustulus onları karısına götürür. Çobanla karısı Romus ve Romulus adlarını verdikleri çocukları öz çocuklarıymış gibi büyütürler…” (12)

Burada önce Etrüsk Söylencesi’ndeki kurt söylencesi ile sepet söylencesini ayırmak gerekiyor: Hz. Musa, Hititlerin Neşa Kraliçesi ve Sargon Kralı’nın söylencelerinde geçen “ sepetle nehre bırakılan çocuklar” motifi bu söylencede de gözükmekte. Öyleyse bu söylenceye bir de “ sepet, nehir ve çoban” motifleri olmadan bakalım:

“ Devrik kralın kızı, Savaş Tanrısı Mars’tan gebe kalır, düşmandan ( devrik kralın kardeşi) kaçırılır ve dişi kurt ve ağaçkakan tarafından beslenir.”

Savaş Tanrısı Mars’tan gebe kalmasını iki türlü yorumlayabiliriz: birincisi yerel başka bir simgenin dişi kurt söylencesine katılması, ikincisi ise Savaş Tanrısı Mars ile simgelenen bir olayın olması yani savaşta kocasını kaybetmesi nedeni ile çocuklarının babasız kalması…

Şimdi söylencedeki “ sepet ile nehre bırakılan çocuk” motifini ayırdığımızda söylence bizim açımızdan daha açık bir hale geldi.

“ dişi kurt ve kuş(ağaçkakan-kuzgun)” simgeleri ile Vusun Söylencesi’ne

“ dişi hayvan ( kurt/keçi) – kuş ( büyük kuş- ağaçkakan) simgeleri ile Elik Keçi Söylencesi’ne

“ dişi kurt ve ikizler ( Romus-Romulus)/ üçüzler ( Cerit, Karacakurt, Boynuinceli) ile Beğdilli Söylencesi’ne benziyor.

Etrüsklerde türeyiş söylencesi sadece “ devrik kral Numinator’un soyu” ile ilgili iken Gök-Türkler de ise katledilen Gök-Türklerin atalarının soyundan gelen Açinalar ile ilgilidir. Her iki söylencede de Dişi Kurt soyun devamını sağlamaktadır.

Hatırlarsanız Beğdilli Söylencesi’nde öldürülen Beğdilli Bey’in dul eşi de üçüz doğurduğunda dağda bir kurt besliyordu. Etrüsklerde de ise Savaş Tanrısı Mars’tan gebe kalan devrik kralın kızı Rhea ikiz doğuruyor ve sandıkla nehre bırakıldıktan sonra kıyıya vurdukları yerde bir dişi kurtça emziriliyordu.

Etrüskler ile Türkler’in aynı dişi- kurt simgesini türeyiş söylencelerinde benzer biçimde kullandığı konusunda şüphe yok, sadece Etrüskler bulunduğu coğrafyadaki diğer simgeleri de kullanarak, kendilerine göre farklı unsurlar da içeren türeyiş söylencelerini oluşturmuşlar.

Buna göre Etrüskler ile Türkler arasında bir bağ olması gerekiyor çünkü Etrüskler de tıpkı Türkler gibi bir ailenin veya halkın türeyişi ile ilgili bir söylencede “ dişi kurt” kullanmaktadırlar.

12-) SONUÇ VE MANKURT SÖYLENCESİ

Ergene-kon Söylencesi, Cengiz Han’ın etkisi ile Moğol kültürüne uyarlanmış Gök-Türk Türeyiş Söylencesi’nin yeni ve değişik bir anlatımıdır. Söylencedeki “ Kurt ve Demircilik” simgeleri Türklerin tarihine uygundur.

Ezoterik açıdan ise Demirciler kutsal sayılır ve uygarlık kurucular olarak anılır. Gök-Türk Söylencesi’nde, Ergene-kon anlatımındakinin aksine bir kişi değil tüm topluluk demirci idi.

Söylencedeki Demir Dağ ise tabi ki simgeseldi; demirci olan bir halkın birlik beraberlik içinde tüm zorlukları yenmesi anlatılıyordu.

Türklerin “ kurdunun” ezoterik bir simge olup, olmadığı konusunu ise diğer kaynakları da inceledikten sonra bir başka yazıda incelemeyi tasarlıyorum…

Öte yandan yazıyı yazarken internette onlarca yazı okudum; “Ergene-kon adı ile bilinen Gök-Türk Söylencesi’nin Moğolların olduğunu, Türklükle alakası olmadığını, Kurt simgesinin Türklerle ilgisi olmadığı, Etrüskler ile Türkler arasında bağ kurmanın saçma olduğunu” iddia eden onlarca garip yazı. Sanki Türk tarihi karşılarına bir insan olarak çıkmışta linç etmeye çalışıyorlar…

Onları yani kendi tarihlerini küçümseyenleri ise Türk Söylenceleri “Man-kurt” olarak tanımlar. Yakınlarda kaybettiğimiz ünlü Türk yazar Cengiz Aytmatov, “ Gün olur asre bedel” adlı yapıtında Mankurt SöyleNcesi’ne yer vermiş ve bu söylence Türkiye’de de duyulmuştu. Bilmeyen varsa Man-kurt Söylencesi’ni, yazar Arslan Bulut’un bir makalesindeki özet yazıyla anlatarak yazımızı sonlandıralım:

Çok eski dönemlerde Kırgızların ve diğer Türk boylarının komşusu olan Juan Juanlar tutsak aldıkları savaş esirlerinin saçlarını usturayla kazıdıktan sonra kafalarına yaş deve derisinden bir başlık geçirip çöle salarlar. Çöl sıcağında geçen süre içinde kuruyan deve derisi tutsağın kafasını mengene misali sıkar.

Korkunç acılar verir. Saçlar kuruyan deve derisinden başlığın etkisiyle kafatasına doğru gelişir. Tutsakların bir çoğu korkunç acılara ve kızgın çöle dayanamaz, ölürler.

 Yaşayanlar ise bilinçlerini kaybederler. Hafızaları sıfırlanır silinir. Geçmişlerini, ailesini, obasını ulusal köklerini unutur, benliklerini kaybederler. Bu, kafası boş, bedenleri sağlam tutsaklar efendilerine köle itaatiyle bağlanırlar. En ağır işlerde çalıştırılırlar. Deve çobanı olurlar. Onlar artık birer Mankurt olmuştur.


Kırgızlar arasında bir ermiş olarak kabul edilen Nayman Ana, eski çağlarda oğlu tutsak düşen, Mankurtlaşan bir kadındır. Nayman Ana, uzun bir arayıştan sonra tutsak oğlunun izini bulur. Çölde ona geçmişini hatırlatmaya çalışır. Ana sıcaklığını kullanarak kendine gelmesi için çabalar. Ne yapsa boşunadır. Çünkü Mankurtluğun dönüşü mümkün değildir. Mankurt oğlu sonunda anasını oklar, öldürür.

Nayman Ana’nın defnedildiği yer tüm Kırgızlarca kutsal bir ziyaret yeri olarak kabul edilir. Efsanesi de kuşaktan kuşağa günümüze ulaşır.”

 (Dikkat ettiyseniz Gök-Türk Söylencesi’nde olduğu gibi Mankurt Söylencesinde de Ju-janlar (Cücenler var. )

 EKLER:

 1-) GÖK-TÜRK SÖYLENCESİ -1-

Kuzey- Wei ( 386- 534), Batı Wei ( 535-556) ve Kuzey Çov döneminde ( 556-581) T’küe’ler. (13)

Bir diğer efsaneye göre T’u-küe’lerin ataları, Hiung-nu’ların kuzeyinde bulunan So Devleti’nden ( 20) gelmektedir. Kabilenin şefi, on yedi erkek kardeşi olan (21) A-pang-pu’ydu; bir dişi kurt tarafından dünyaya gelen erkek kardeşlerden birinin adı ıçi-ni-şi-tu’dur. Kardeşlerin hepsi, A-pang-pu ile erkek kardeşleri, uzuvları eksik dünyaya gelmişlerdi, bu yüzden sonunda devletleri ( başkaları tarafından ) saldırıya uğrayarak yıkıldı, yok edildi. Fakat bir peri, ıçi-ni-şi-tu’ya dokunarak, onu öyle bir yetenekle donattı ki, yağmurlar yağdırabiliyor, rüzgarlar estirebiliyordu. İki kadınla evlendi.

Rivayete göre kadınlardan biri yaz tanrısının diğeri ise kış tanrısının kızıydı. İçlerinden biri dört oğlan çocuk dünyaya getirdi. Oğlanlardan biri beyaz bir kuğuya dönüştü. Diğeri A-fu (22) ile Kien (23) Nehri arasında kalan topraklarda bir devlet kurdu. Devlete K’i-ku (24) denildi. Üçüncü oğlu Ç’u-çe(25) nehri kıyısında hüküm sürmekteydi, dördüncüsüyse Tsiensse-ç’u-çe-şi Dağı’nın( 26) yamacında yaşıyordu. Bu oğlan dört çocuktan en büyüğüydü. Bu dağın tepesinde A-pang-pu Kabilesi’nin başka kolları da yaşıyordu.

Oralarda hava çok soğuk olduğundan, oğlanların en büyüğü, kabile insanlarının ısınmaları ve hayatta kalmaları için ateş yakıyordu. Böylece hayatta kalmayı başardılar ve en büyük oğlanı reis tayin ederek, O’na T’u-küe adını verdiler.

No-tu-lu Şad’ın (29) on karısı vardı, oğulları annelerinin soyadını almışlardı. A-şi-na, gayrimeşru ilişki kurduğu metresinden olma oğluydu. No-tu-lu’nun ölümünden sonra anneler, oğullarından birini onun yerine seçeceklerdi. Kadınlar karar vermek üzere bir ağacın altında toplandılar, aralarındaki anlaşmaya göre,ağaçta, kim en yükseğe sıçrayabilirse, o erkek çocuk, kabilesinin reisi olacaktı. A-şi’na’nın oğlu gerçi içlerinde en küçüğüydü ama en yükseğe o sıçradı. Böylece diğer çocuklar onu reis ilan ettiler. Oğlan kendisine A-hien Şad adını verdi…”

Kaynak: Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri –( Sayfa 14-16)- Liu Mau Tsai Selenge Yay. – İst-2006

2-) GÖK-TÜRK SÖYLENCESİ -2-

 SUİ DÖNEMİNDE ( 581-617) T’U-KUE’LER –

Sui-Şu’daki (84, 1a-6b) Kuzey ( ya da Doğu) T’u-küe’ler ( Türkler218) hakkındaki rapor.

T’u-küe’lerin ataları P’ing-Lianglarla ( 219) karışan Hu Barbarlardı.(220) Soy isimleri A-şi-na idi. Geç Wei döneminin ( Kuzey Wei) İmp. Tai-wu-ti, T’u-küe’leri yok edince ( 439)(222) A-şi-nalar 500 aileyle birlikte Ju-ju’lara kaçıp, sığındılar. Kuşaklar boyu Kin-şan ( Altay) dağlarının eteklerinde yaşayarak demircilikle uğraştılar. Kin-şan ( Altay) dağı miğfere benziyordu; bölgede yaşayanlar bir miğfere T’u-küe adını verince, kendilerine bu adı verdiler.

Bir diğer rivayete göre, bu insanların ataları Batı Denizi’nin üst bölgesine hükmediyorlardı. Sonra bir komşu ülke onları yok etti. Kadın, erkek yaşlı genç kimsenin gözünün yaşına bakılmaksızın hepsi öldürüldü, geriye sadece bir çocuk kaldı, onu öldürmeye yürekleri el vermedi. Ama yine de çocuğun kolları ile bacaklarını keserek, onu kocaman bir bataklığın içine attılar. Bataklıkta dişi bir kurt yaşıyordu, ona her gün et getirmeye başladı. Çocuk bu etleri yiyerek, hayatta kalmayı başardı. Sonra dişi kurtla ilişkiye girip, onu hamile bıraktı. Bunun üzerine komşu devletin reisi bir elçi gönderip, çocuğu öldürmek istedi. Dişi kurt çocuğun yanında olduğu için, elçi kurdu da öldürmeyi denedi. Ama birden sanki dişi kurdun içine bir ruh girmişti ve kurt, kendisini Batı Denizi’nin doğusunda buldu. Orada Kao-ç’ang’ın ( Turfan) , kuzey batısındaki bir dağda mola verdi. Dağın eteklerinde bir mağara vardı. Dişi kurt mağaraya girince karşısına bir vadi çıktı, 200 li’yi aşan bir alanı kaplayan vadi çimle örtülüydü. Dişi kurt daha sonra burada on oğlan çocuk dünyaya getirdi. İçlerinin birinin soy ismi A-şi-na idi. Aralarında en akıllısı da oydu, bu yüzden onların reisi oldu. Soylarını unutmak istemediklerini göstermek amacıyla da, çadırın önüne üzerinde kurt kafası bulunan bir bayrak astı.

A-hien-Şe ( Şad) adında bir adam kabilesini mağaradan dışarıya çıkardı. ( Adamları) kuşaktan kuşağa Ju-Ju’lara tımarları olarak hizmet ettiler. Ta-ye-hu ( Büyük Yabgu) döneminde kabileleri giderek daha da güçlendi. Kuzey Wei’lerin sonlarına doğru devleti İ-li Kağan ( = T’u-men) yönetti, askerleri ile T’ie-le’ye saldırarak, onları büyük yenilgiye uğrattı. 50 binin üzerinde aileyi de tebaasına aldı. Sonra da Ju-Ju’ların hükümdarına bir evlilik teklifinde bulundu, ama hükümdar buna müthiş etkilenerek, ona hakaret etmesi için bir elçisini görevlendirdi. İ-i Kağan elçiyi öldürdü ve adamlarının başıina geçip, Ju-ju’lara saldırarak, onları mahvetti. Ölümünden sonra yerine küçük kardeşi İ-li Kağan (223) geçti. O da Ju-ju’ları yenilgiye uğrattı. Sonra da hastalanıp, öldü. Ölmeden önce yerini oğlu Şe-t’u’ya devredeceği yerde, onun küçük erkek kardeşi Ssekin’i (224) varisi tayin etmişti. Ssekin, Mı-kan ( Mu-han) Kağan (225) ünvanı taşıyordu. Cesur ve çok akıllıydı. Sonunda Ju-ju’lara saldırarak, onları yok etti. Batıda İ-ta’ları ( Heptalitler) dağıtarak, Doğu’da K’i-tan’laı topraklarından sürdü. Kuzeydeki bütün barbarlar onun tebaası oldular. Çin’e karşı savaş açtı. Daha sonra da Batı Wei’lerin ordusu ile Doğu Wei’lere saldırdı(226) ve T’ai-yüan’a kadar dayandı

Kaynak: Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri – ( Sayfa 61-63)– Liu Mau Tsai Selenge Yay. – İst-2006

3-) ERGENEKON SÖYLENCESİ – ÖZET:

“Moğollara İlhan hakan olmuştu. Tatarların hanı da Sevinç Han idi. Moğollardan çok dayak yiyen Sevinç Han, Kırgız hanın ve başkalarını kandırıp hep birden Moğollara saldırdılar. Moğollar mağlûp oldular. İlhan’ın Kıyan adı ile bir oğlu ile yeğeni Nüküz kurtulup kaçtılar ve Ergenekon adlı bir vadiye gelip yerleştiler. Burası çok güzel ve bereketli yerdi. Bu iki adamdan birçok nesil türedi. Tam dörtyüz yıl bunlar Ergenekon’da kaldılar. Nihayet buraya sığamayacaklarını anlayıp buradan çıkmaya karar verdiler. Fakat yol bulamıyorlardı. Nihayet bir demirci “Burada demirden bir dağ var. Onu eritelim” dedi. Hemen dağın geniş bir yerine kat kat odun bir kat kömür koydular. Yetmiş deriden körük yapıp yetmiş yerden körüklediler. Yüklü deve çıkacak bir yol açıldı. Çıktılar ve Tatarlardan intikam aldılar. Bu sırada hanları Börte Çine (yani Boz Kurt) idi.”

 4-) MEŞHED YAZMASI’NDA TÜRK SÖYLENCESİ

Prof.Dr.Ahmet Bican Ercilasun, 19-11-2008

 “…İki gün önce postadan küçük bir paket aldım. Paket İran’daki bir dostumdan gelmişti. Türkolog bir meslektaşımdan.Paketten kısa bir mektup ve el yazması bir esere ait bazı fotokopiler çıktı. Dostum, fotokopilerin Meşhed’de, özel bir kütüphanede bulunan bir yazmadan çekildiğini yazıyordu. Yazmanın ilk ve son sayfası ile aradan çekilmiş 15 sayfasını incelemeye başladım. Arap harfli eser Doğu Türkçesiyle yazılmıştı ve muhtemelen 13. yüzyıl sonlarına aitti.

İlk sayfada kitabın adı vardı: Kitâbü’l-Etrâk. Türklerin Kitabı. Arapça ismin altına daha küçük harflerle Türkçesi de yazılmıştı: Türk Bitigi. Eserin yazarı belli değildi. Kitabı kopyalayan müstensihin adı da yoktu.

Sayfaları okumaya başlayınca eserin yeni bir Ergenekon Destanı olduğunu anladım. Bildiğimiz destandan biraz farklı, yeni bir varyant. En önemli yanı ise kahramanların adlarının da verilmiş olması.

Çok heyecanlandım ve 15 sayfayı yutar gibi okudum. Bir özet vererek heyecanımı sizlerle de paylaşmak istiyorum.

‘…Türk ordası bozkıra yayılmış; on bin çadır bir orman gibi bozkırı kaplamıştı. Tanın atmasına çok az bir zaman kalmıştı. Birden atlar kişnemeye başlamış, yiğitler yerlerinden fırlamıştı. Ne olduğunu anlayamadan kendilerini düşman atlarının ayakları altında buldular. Akşama dek süren çetin bir vuruşma oldu. Göz üstünde kaş, omuz üstünde baş kalmadı. Türk ordası kılıçtan geçirildi. Kan su gibi aktı, cesetler dağ gibi yığıldı. Düşman komutanı zafer sarhoşluğuyla bütün çadırların yağmalanmasını emretti. Ayın on dördü savaş meydanını aydınlatırken düşman atlıları ufukta kaybolmak üzere idiler.

Karşı tepelerden gök yeleli bir kurt savaş meydanına baktı. Cesetler arasından küçük bir baş kımıldamıştı. Küçük bir çocuğun başı. Kurt koştu; sağlam dişleriyle çocuğu omzundan yakaladı ve bir mağaranın içine doğru sürükledi. Otlakları yemyeşil parlayan, suları çağıl çağıl çağlayan bir ovaya geldiler. Kurt çocuğa baktı ve onu besledi. Sonra bir gün, yemyeşil gözleri olan küçük bir kızla, oğlanın yanına geldi.

Kızla oğlan büyüdüler, evlendiler. Çocukları, çocuklarının çocukları oldu. Çoğaldılar; obalara, oymaklara bölündüler. En büyük iki oymağın başında Uygur Han ile Tolun Han vardı. Onlardan sonra Küçük Han geliyordu. Togu Beğ ile Salçık Beğ hanların danışmanı idi. Büyük obalardan birine Kerinç Beğ, birine Tekin Beğ başçılık ediyordu. Güreşte ve atıcılıkta erleri geride bırakan Erdener Katun da büyük bir obanın başında idi. Günlerden bir gün bu ova bize dar dediler; dağları delip çıktılar. Atalarından dinledikleri düşmanın ülkesine doğru at sürdüler. Geniş bir ovada çadırlarını kurup oturdular.

Burası avı bol, verimli bir otlaktı. Av avladılar; toprağı ekip biçtiler. Günler, aylar, yıllar böyle geçti. Sonra bir gün aralarından birini, Yener Onbaşı’yı düşman ülkesine gönderdiler. Yener Onbaşı haber alıp geldi. Düşman ülkesinin tahtında Tay-bıng Dou oturuyordu. Denilenlere göre karısı İ-ming’in sözünden çıkmıyordu. Ülkede sözü geçenlerden biri de yarganlık orununda oturan Zeng-ziao Sao-sı idi. Tek gözü kara bir bantla bağlanmış olan Yargan Sao-sı, ülkesindeki çaşıtları birer birer buluyor; hepsini zindana attırıyordu. Zeng-ziao Sao-sı, çaşıtları yoluyla ovada yurt tutan Türkleri de öğrenmişti. İmparator Tay-bıng Dou’nun katına çıkıp ellerini bağladı. Türk başbuğlarını yakalamak için ruhsat istedi. Dediğine göre Uygur, Tolun ve Küçük hanlar çaşıt gönderip ülkelerini karıştırıyordu. Daha da ileri gidip ülkenin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlar; halkın zihnini bulandırıyorlardı.

Ülkede yolsuzluğun alıp yürüdüğü; imparator ve yoldaşlarının halkı soyup soğana çevirdiği dedikodularını yayıyorlardı. İmparator Tay-bıng Dou, karısı İ-ming’e danıştıktan sonra buyruk verdi: İstediğini yapabilirsin Yargan Sao-sı, sonuna dek arkandayım; en büyük destekçin ve sözcün benim.
Zeng-ziao Sao-sı büyük bir orduyla Türklerin üzerine yürüdü. Tek gözünde yine kara bir bant vardı. İki ordu karşı karşıya geldi. Sağ koldan ileri atılanlar Togu Beğ ile Kerinç Beğ’in birlikleri idi. Erdener Katun soldan ileri atılmıştı. Yanı başında Yener Onbaşı vardı. Tekin Beğ cepheden saldırmıştı. Sağdan, soldan ve cepheden anî bir saldırıştı bu. Sao-sı’nın beklemediği bir saldırış. Tepeden savaşı yönetmekte olan hanları oklamaları için adamlarına emir verdi. Oklardan biri Uygur Han’a değmiş, onu yaralamıştı. Savaş kızışmış; meydan toz dumana bürünmüştü.
Yazmanın burasında yarım sayfalık bir boşluk var. Boşluktan sonraki şu cümlelerle destan sona eriyor. Salçık Beğ ani bir kılıç darbesiyle Sao-sı’nın başını gövdesinden ayırdı. Düşman yüz geri edip kaçtı. Hanlar tutun diye buyurdular. Türkler düşman ülkesine girdiklerinde halkı da ayaklanmış gördüler. Saraya geldiklerinde ise İmparator Tay-bıng Dou ve karısı İ-ming’i bulamadılar…”

Kaynak: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/a_haberdetay.php?hityaz=6028

 5-) Beğdilli Boyu’nun Kurt Söylencesi

CERİTLER OYMAĞININ TARİHİ -1

Araştırmacı Yazar : Baki Yaşar Altınok

“…Bazı Türkmen beylerini yanına çe­ken Yusuf Paşa, Beydilileri önüne kata­rak mal, yiyecek ve davarlarıyla birlik­te tekrar Rakka’ya sürgün eyledi. Halk bu konuda şöyle bir destan anlatır.

Türkmen beyleri kılıçtan geçirilmiştir. Bu sırada kocası öldürülen Beydili aşiret reisinin hanımı üçüz oğlan do­ğurmuştur.

 Çocukların öldürüleceğinden endişe duyan kadın, sürgüne git­meden önce çocukları dağdaki bir ma­ğaraya götürür bırakır. Bir kaç yıl sonra Beydili aşireti sürgünden eski yurtlarına döner.

 Kadın, hizmetçisi kadınla birlik­te çocukları bıraktığı mağaraya gider, gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamaz. Üç oğlu da ellerinin baş parmağını emerek sıhhatli bir şekilde yaşamaktadır. Çocukların kimler tarafından korunup beslendiğini öğrenmek isteyen kadın, bir kenara gizlenir bekle­meye başlar.

Gun batarken bir kurt ağ­zında yiyecekle gelir ve çocukları bes­ler. Üç oğlunu alıp çadırına dönen ana, karayağız kıllı oğluna Kurd Karaca, İn­ce uzun sırım gibi oğluna Cerid, kafası iri boynu ince oğluna da Boynuince di­ye isim verir. Daha sonra Türkmen oba­ları içinde bu üç kardeşin obaları, ‘Boy­nuinceli’, Karacakurd’ ve ‘Cerid’ olarak anılır. Konumuz olan Ceritler’in soyu­nun bu koldan geldiği söylenir….”


Kaynak:

a-)http://www.karacaahmetsultan.org.tr/Content.ASPX/4/15192/ceritler-oyma%C4%9F%C4%B1n%C4%B1n-tarihi–1

b-) http://www.karincalikoyu40.com/kuspinari/id1.htm

6-) ELİK KEÇİSİ SÖYLENCESİ

ORTA VE DOĞU KARADENİZ BÖLGESİ’NDE BAYRAKTAR, SANCAKTAR VE ALEMDAR AİLELERİ

Necati DEMİR*

“…Yaylacılığın canlı olduğu yıllarda, Gökçeköylüler yaylaya göçmüştür. Bir aile köydeki işlerini toparlayamadığı ve hazırlıklarını tamamlayamadığı için birkaç gün gecikmişlerdir. Toparlandıklarında hemen alelacele yola çıkarlar. Ailenin, biri bir haftalık olmak üzere, dokuz oğlu vardır.

… Fakat hem yük hem de bir haftalık bebeği taşıdığı için anne daha çok yorulmuştur. Artık gidecek gücü kalmamı<

Derya Koca