Binlerce yıldır tüm insanlığın hemen hemen her gün bir şekilde yediği yumurta son yıllarda tıpçılar tarafından zararlı ilan edilmişti. Aniden bir araştırmayla yararlı olduğu keşfedildi. Bilimsel Tavukçuluk Derneği’nin düzenlediği “Bilinen Yumurtanın Bilinmeyen Yönleri” sempozyumu, hekimlerin yıllarca zararlı dedikleri yumurtanın aslında sağlığa faydalı olduğunun tespitiyle sonuçlandı geçen günlerde. Sempozyuma katılan bir profesör hekim “Yıllarca yemeyin dedik, neden şimdi yiyin diyoruz? Çünkü son yapılan araştırmalara göre yumurta insanlarda kan kolesterol seviyesinde önemli bir artışa yol açmıyor” diyerek yumurtacılar lobisinin de gayretleriyle yumurtaya itibarını iade etti ve yıllarca yumurta yedirmediği hastalardan özür diledi. Derken bunun hemen ardından, yıllardır antioksidanların yaşlanmayı geciktirici etkilerinden bahseden bilim adamları bu kez “Antioksidanların gençliği koruduğuna dair bir bulguya rastlamadık” deyiverdiler. Elimizde narlar, üzüm çekirdekleri, brokoliler kalakaldık… Ancak bilim dünyasında ortaya çıkan hatalar her zaman bu denli basit ve saf değil. Hatta, hatayla açıklanamayacak sahtekârlıklar ve suiistimaller bazen en gelişmiş laboratuarlara, araştırma merkezlerine kadar girebiliyor. Kimi bilim adamları insani zafiyetlerin tutsağı olabiliyor. Bilim, araştırma ve teknoloji alanında hilekârlıklar, sıkça karşılaştığımız “copy-paste” tezler, “haddini fazlasıyla aşan” intihallerle sınırlı değil. Az da olsa ortaya çıkarılabilenler, işin sadece bağış karşılığında şampuanların faydalarını onaylayan üniversite raporları ya da ulusal bir komedi unsuruna dönüşen “Büyük buluş: Erke Dönergeci” kadar “masumane” kalmadığını da gözler önüne seriyor. İşte bilim dünyasının kandırıkçılarından bir demet…

Büyükler de veri çarpıtır

Biraz sarsıcı olacak ama ilk örneğimiz, meşhur astronom Johannes Kepler… Aslında doğru olan tezini desteklemek için hesaplarında tahrifat yapmıştı. Sonuç itibarıyla o zamana kadar gezegenlerin dairesel yörüngelerde seyrettiği görüşünü değiştirdiği, bu konuda haklı çıktığı için, eliptik yörüngeler tezini doğrulamak amacıyla hesaplarında tahrifat yapmasına rağmen, bu başarı onu sahtekâr olarak anılmaktan kurtardı. Şimdi sıkı durun; fiziğin babalarından olan Newton’ın da evrensel çekim teorisi lehine ses hızına kendince bir değer verdiği biliniyor. Ancak Newton, zamanında başkalarının çalışmalarını çalmak ve kendi çalışması olarak sunmak gibi ithamlara hatta davalara konu olmuş bir dâhi. Robert Hooke tarafından kendi çalışmalarını çalmakla hatta sahtekârlıkla suçlanmış. Ancak nüfuzu ve şöhreti kolayca aklanmasını sağlamış. Ünlü kimyacı John Dalton da deneylerinde hile yaptığı daha sonraları ortaya çıkarılanlardan. Ancak bu hileler, başarılarının gölgesinde kalmış. Çalışmalarıyla genetik bilimine yol açan Mendel’in de deneylerinin sonuçlarını tezlerini desteklemek üzere değiştirdiği çok sonraları ortaya çıkmış. Ama o da başarıları tahrifatlarını gölgelemeyi başaranlardan.

Ancak tüm bilim hilecileri bu saydığımız isimler kadar prestijli olmuyor. André Vayson de Pradenne’in “Prehistorik Arkeolojinin Sahtekârlıkları” isimli kitabında sıraladığı arkeoloji tarihine geçmiş pek çok sahtecilik örneğiyle de sınırlı değil bilimsel aldatmacalar. Bilim dünyasında günümüzde de şarlatanlar çıkabiliyor. Hileli laboratuvar fareleriyle deney yapan bir Amerikalı immünolog, fosillere makyaj yaparak bilime katkıda bulunan (!) Japon bir paleontolog, deneylerini kaçakçılığa alet edebilen Alman bir fizikçi ya da klonlama alanındaki sahte süper deneyleriyle ülkesinde milli kahramana dönüşebilen Koreli bir biyolog olarak karşımıza çıkabiliyor bu sahtekârlar.

Bilimsel çalışmalardaki sahtecilikler çalışmalara süpervizörlük eden uzmanların dikkatine ve insafına kalıyor. Oysa özellikle tıp, farmakoloji ve biyoloji gibi alanların hassasiyeti ele alındığında konu kamusal bir anlam kazanabiliyor.

Biyologların “şüpheli” metotları

Bilimsel (!) hilecilik tabu olmasına karşın meşhur bilimsel dergi Nature tarafından 2005’te yapılan bir soruşturmanın sonuçları sansasyon yaratmış ve bu tabunun artık sorgulanması gerektiğini gözler önüne sermişti. Amerika’dauzmanlar tarafından 3 bin biyoloğu kapsayan soruşturma araştırmacıların üçte birinin “şüpheli” metotlara başvurduğunu göstermişti. Aynı soruşturma araştırmacıların yüzde 15’inin finans kaynaklarının baskısıyla ana proje ile metodolojiyi değiştirdiklerini ve araştırma sonuçlarıyla oynamayı kabul ettiklerini ortaya çıkarmıştı. Geçen Haziran ayında yine ABD’de yapılan biomedikal araştırmalarla ilgili bir başka soruşturma ise tespit edilebilen hileli araştırmaların yüzde 37’sinin ilgililere rapor edilmediğini göstermişti. Bu soruşturmaların sonuçları neticede tespit edilebilenlerin buzdağının sadece görünen kısmı olduğu sonucunda birleşiyordu. Bu araştırmalarda, bilimsel hilelerin genel olarak üç şekilde ortaya çıktığı görüldü: Araştırmacıların verileri kendilerinin ayarlaması, verilerin tahrifi ve aşırma.

Bilimsel sahtekârlıklar öncelikle deneysel bilimler alanında görülüyor. Çok farklı yerlerde, farklı konularda küçük ekipler halinde sayısız çalışmanın yapıldığı biyoloji bu konuda önde gelen alanlardan. Farmakoloji, antropoloji ve tıp, aldatmalara açık alanlar olarak görülüyor. Mantık ve matematik üzerine kurulu fizik genelde doğası gereği hilelere kapalı görünse de tam olarak bundan muaf kalamadığını gösteren örnekler yok değil. Bell laboratuvarlarında yaşanan genç fizikçi Jan Henrik Schön vakası bunun en son ve en bariz örneklerinden. Yine, varlığı ispatlanamamış bir elementi (element 118) bulduğunu iddia ederek Lawrence Berkeley National Laboratory gibi bir kurumu bile ürettiği sahte verilerle kandırmayı başaran nükleer fizikçi Ninov vakası da kayda değer olanlardan.

Gerçeği ortaya çıkarmak için yapılan “hile”

Ancak iyi niyetle yapılan hileler de var. Fizikçi Alan Sokal’ın 1996 yılında bilim dünyasına ders verir mahiyetteki hilesi bu örneklerden biri. Kulaklara hoş gelen bilimsel bir jargon kullanarak ilk bakışta çok ciddi intibaı uyandıran bilimsel bir makale hazırlar Sokal. Başlık şöyledir. “Sınırları aşmak: Kuantum çekiminin dönüştürücü hermenotik yorumuna doğru”. Gerçekte, bu gösterişli isim de dahil olmak üzere tüm içerik saçmalıklar ve yanlışlıklara doludur. Alan Sokal’ın tamamen uydurma ve anlamsız böyle bir “çalışma” hazırlamasının amacı sahtekârlık değil; bilimsel dergisi editörlerinin ideolojik önyargılarını, saplantı ve sığlıklarını ortaya çıkarmaktır. Nitekim, Duke Üniversitesi’nin Social Text dergisiyle beraber, Science Wars adlı dergi de Sokal’ın gerçekte baştan aşağı saçma olan makalesini yayınlamakta sakınca görmezler. Sokal, aynı gün bir gazeteye ilan vererek söz konusu çalışmasının aslında hileli olduğunu açıklamayı da ihmal etmez. Onun bu kurnazca hilesi, beraberinde birçok akademik tartışmayı da getirir; Sokal iddiasını kanıtlamıştır.

Ortaya koydukları sayısız paradigma ve geniş perspektifle mantıki sağlaması pozitif bilimler kadar kolay yapılamayan sosyal bilimler ise aldatıcılığa daha açık olsalar da, bunun net olarak ispatı kolay değil. Bu alanlarda herhangi bir sahtecilik rahatlıkla paradigma farklılığıyla izah edilebiliyor.

Kendi gömdüklerini keşfeden (!) arkeolog

Japonya’da amatör bir arkeolog olan Shinichi Fujimura en büyük uzmanların bile başarısız olduğu kazılarda “sihirli elleriyle” sansasyonel başarılara imza atarak dikkatleri çekti. Mucizevi şekilde bulduğu arkeolojik parçalarla Japon bilim dünyasında belli bir şöhrete ulaşan Fujimura, Tohoku Paleolitik Enstitüsü’nün başına gelmeyi de başardı. 1990’lı yıllardaki çalışmaları ve bulgularıyla Japonya’da ilk insan izleri konusunda önemli gelişmelere imza atmıştı. Fujimura’nın bulgularıyla 600 bin yıl öncesinde yaşamış toplulukların izlerine ulaşıldığı düşünüldü. Ancak sansasyonel keşifleri Japon arkeologların kafasını bir hayli karıştırdı. Fujimura’nin foyası ancak 2000 yılında onu gizlice filme alan gazeteciler tarafından ortaya çıkarıldı. Fujimura, önceden yontularak hazırlanmış taşları gizlice gömerken filme alındığını farkına varmadı. Beş gün sonra ise gömdüğü taşları çıkararak yeni bir keşif olarak ilan etti. Ancak bu onun son oyunu oldu. Şüpheci gazetecilerin suçüstü baskını arkeologun hilesini ortaya çıkarırken kariyerini de sona erdirdi. Hakkında açılan soruşturma daha önce yaptığı 168 kazının da aynı sahtekârlığa sahne olduğunu ortaya çıkarırken Japon paleolitik dönemiyle ilgili tüm son bulgular da çöpe gitti tabii.

Biyolog William Summerlin ve boyalı fareleri

1974’te New York Sloan Kettering Enstitüsü’nde bir immünolog olan William Summerlin, yeni bir organ nakli tekniği iddiasıyla ortaya çıktı. Tavşanlara insan korneası, beyaz fareye ise siyah fare derisi nakledebiliyordu. Geliştirdiği teknikle, türler arası nakillerde görülen organizmanın yabancı dokuyu reddetmesinin önüne geçmeyi başarmıştı. Summerlin’in devrim niteliğindeki çalışmaları dünyanın en ciddi bilim dergilerinde yayımlandı. Ancak bu inanılmaz başarıdan şüphelenen meslektaşları deneylerinde kullandığı fareleri incelemeye aldılar ve nakledilen derinin renginin alkollü pamukla silinince değiştiğini fark ettiler. Summerlin’in son derece basit ve ucuz bir hileye başvurduğu ortaya çıktı: Mürekkep kullanmıştı! Tavşana naklettiği insan korneası da hileliydi tabii. Summerlin itirafa mecbur kaldı: Çalışmalarından sonuç alınması için kendisine uygulanan aşırı baskılar ve üstlerinin gözüne girme kaygısıyla bu yola başvurmuştu.

Kore’nin sahte insan kloncusu

Son yılların en çarpıcı bilimsel sahtekârlığı Güney Kore’de yaşandı. Koreli Dr. Hwang Woo-Suk 2005 yılının en popüler bilim adamıydı. Seul Üniversitesi’nde biyolog olan Woo-Suk kopyalama yoluyla insan kök hücresi elde ettiğini ilan ederek kısa sürede efsaneye dönüştü. Bu keşfiyle tıpta devrim olacak, hasta organların yerine yenileri üretilebilecekti. Açıklamalarına göre o ve ekibi deriden alınan hücrelerle 11 insan embriyosu kopyalamışlar ve embriyoner kök hücre elde ederek pek çok hastalığın tedavisi için önemli bir yol açmışlardı. Bu muazzam başarısı onu Kore’de bir milli kahraman haline getirdi. Ancak biyoloğun mumu yatsıya kadar yandı ve çalışmalarında bir dizi etik skandala imza attığı gibi deney sonuçlarında da tahrifat yaptığı ortaya çıktı. Woo-Suk, kendi ekibindeki uzmanlardan zorla ovül (yumurtacık) almaktan, geliştirildiği söylenen 11 kök hücre zinciriyleilgili sonuçlarda kasıtlı tahrifat yapmak, bu sayede topladığı bağışları zimmetine geçirmek, rüşvet vermek gibi pek çok suçtan oluşan bir soruşturmaya uğradı. Milli kahraman haline gelen biyoloğun ortaya çıkan skandalları son yılların en büyük bilimsel sahtekârlıklarındandı ve Güney Kore’nin utancına dönüşecekti.

Fizikçi René Blondlot’nun hayali ışınları

20. yüzyılın başı ışınların keşfine sahne oldu. 1895’te Alman Wilhelm Röntgen X ışınlarını, ertesi yıl Fransız Becquerel radyoaktiviteyi keşfetti. Fransız Bilimler Akademisi üyesi fizikçi René Blondlot da bunların gerisinde kalmak istemiyordu. 1903’te yeni buluşunu ilan etti: N ışınları. N ışınları alüminyum veya kâğıt gibi yüzeyleri rahatlıkla geçmekte ancak ince bir su zarı tarafından durdurulmaktaydı. Buluş üzerine Fransız bilim adamları N ışınlarından ilhamla sayısız makale yayımladılar. Blondlot, bu konu üzerine en az 10 makale daha yayımladı… Blondlot’nun deneylerini başkaları da tekrarladılar ancak aynı sonuçları elde edemediler.Amerikalı fizikçi Robert Wood, konuyu Blondlot’nun laboratuvarında araştırdı. Wood aletleri deney sonucunu etkileyecek şekilde değiştirdiği halde Blondlot ve ekibinin sonuçları değişmemekteydi. Yani aslında N ışını diye bir şey yoktu, olan bir illüzyondan ibaretti. Blondlot ve ekibi kendilerine güven ve hırsın kurbanı olmuştu.

Sonuçları kendine göre ayarlayan fizikçi Schön

Jan Henrik Schön meşhur Bell laboratuarlarında bir fizikçiydi. 1998-2001 yılları arasında saygın bilimsel dergilerde yayımladığı bazı yeni materyallerin elektrik özellikleri konusunda beş makale ile geleceğin yıldızları arasında gösterilmeye başlamıştı. Neredeyse haftada bir çalışma yayımlayan Schön, üretkenliğiyle dikkat çekiyordu. Ancak transistörler üzerine bir makalesinde kullandığı bir matematik eğrinin daha önce yayımlanmış olduğu fark edilince çalışmaları incelemeye alındı. Ardı çorap söküğü gibi geldi. 2002 yılında tamamlanan soruşturma acı gerçeği ortaya çıkardı: Schön’ün 24 makalesinden 16’sı hileli, 6’sı ise şüpheliydi. Schön’ün istenen sonuçlara kolayca ulaşabilmek içinsistematik olarak deneylerinin sonuçlarını tahrif ettiği çıktı ortaya.

Bir evrim sahtekârlığı: Piltdown Adamı

Piltdown Adamı sahtekârlığı tüm bilim tarihinin bir numaralı skandalı sayıldığı gibi sonuçları itibarıyla da en fazla zarara sebep olanı kabul edilir. Amatör İngiliz paleontolog Charles Dawson’un 1912’ye kadar Londra yakınlarında Piltdown isimli bir kasaba civarında toprak altından çıkardığı kemikler insanın atasını ortaya çıkaracak ve evrim teorisini de neredeyse ispatlayacaktır. Dawson’un büyük buluşu bir çene kemiği ile kafatasından oluşmaktaydı, çene kemiği maymununkiyle özdeş olmasına rağmen kafatası ve dişler tam bir insan özelliğindeydi. Bu kafatası British Museum tarafından insanın 500 bin yıl önce yaşamış atası olarak sunuldu. Piltdown Adamı’nın foyası hemen çıkmadı. 1953’e kadar 40 yıl boyunca sayısız makale ve teze konu oldu, yüzlerce akademisyen üzerinde uzun çalışmalara girişti. 1953’te yeni tekniklerle yapılan incelemeler bu efsanenin sonu oldu. Piltdown Adamı gerçekte birkaç yüzyıllık maymun ve insan kemiklerinin birleşiminden oluşturulmuştu. 1953’e kadar bilimde devrim yaratan buluş kendisiyle beraber sayısız çalışmayı da bir anda çöplüğe gönderenbir sahtekârlıktan ibaretti. Kemiklerin Dawson tarafından kimyasal yolla eskitildiği de ortaya çıkacaktı.

Cardiff Devi

1869’da New York Cardiff şehrinde kuyu kazısı yapan işçilerin bulduğu ilk bakışta taşlaşmış insan bedenini andıran bir heykel kısa sürede meşhur oldu Üzerine bir tente yapılarak ziyarete açıldı ve ziyaretçi akınına uğradı.Gösteriler düzenleyen P. T. Barnum tarafından kiralanmak istendi. Barnum geri çevrilince devin bir kopyasını yaptı. Bu kopya aslından daha meşhur hale gelince bir de davaya konu oldu. Uzun çekişmelere konu olan dava 1970’de sonuçlandığında kopya gibi orijinal devin de aslında sahte olduğu anlaşıldı. İşin aslının George Hull isimli bir ateistin Mr. Turk isimli dindar bir şahısla alay etmek için yaptığı bir şaka olduğu ortaya çıktı. Bir zamanlar dünyada devlerin yaşadığına inanan Turk’e şaka yapmak için yapılmış bir heykelden ibaretti Cardiff devi. Bu heykeli yaptıran Hull, kuzeninin bahçesine gömmüş ve bir süre sonra da çıkarttırarak kuzeniyle beraber arkeolojik bir keşif olduğu şayiasını yaymıştı. Gerçek ortaya çıkana kadar dindarlar tarafındanincildeki hikayenin kanıtı olarak da sunuldu.

“Devr-i daim” makinası

Bilim tarihinin en büyük efsanelerinden biri de bir dönemler pek çok kişinin icat ettiği iddiasıyla ortaya çıktığı devr-i daim makinasıydı. Verilen ilk hareketle enerji sarfetmeden sürekli çalışan bir mekanizmaydı bu. Ancak denemelerin hepsi hüsranla sonuçlandı. Bunlardan en şöhretlisi Charles Redheffer isimli Amerikalının sözde makinasıydı. 1812’de böyle bir devr-i daim makinasıyla ortaya çıkan Redheffer oldukça ilgi çekti. İnsanların şüphelerini uyandırsa da makinayı insanlara parayla göstererek para kazanmayı başardı. Görünüşte kendi kendine sürekli çalışan bu alet dışarıdan hiçbir güç almıyordu. Makinayı kontrol etmek için bir komisyon kuruldu. Ancak sonuç çıkmadı. Redheffer’in hilesini makina mühendisi Robert Fulton düşürecekti. Redheffer’e iyi bir para teklif edip bahse giren Fulton makineyı yakından kontrol edince bir terslik olduğunu anladı. Makinanın bitişiğindeki duvarı kontrol eden Fulton duvardan bazı tahtaları oynatınca makinaya doğru giden gizli bir kordon buldu. İyice araştırılınca duvarın arka tarafında bir adamın çevirdiği bir el manivelasıyla sözde makineyi çevirdiği ortaya çıktı. Buna şahit olan izleyiciler kızgınlıkla makineyi tahrip ederlerken Redheffer çareyi sıvışmakta bulacaktı.

Asparagas “taş devri kabilesi”

Filipinli bir hükümet üyesi Manuel Elizalde’nin 1971 yılında Filipinler’de bir adada keşfettiği taş devrini yaşayan kabilebüyük heyecan yarattı. Bu ilkel gurup ilkel bir dil konuşmakta, taş aletler kullanmakta, taş devri kuramına uygun özellikler göstermekteydi. Keşif tüm dünyada büyük yankılar ve tartışmalar uyandırdı. Antropologlar kabileyi yakından incelemek istedikleri zaman dönemin başkanı Marcos’un engellemeleriyle karşılaştılar. Marcos’un görevinden azledildiği 1986 yılında tecrit edilmiş bu kabileyi ilk olarak incelemek üzere giden gazetecileri bir sürpriz bekliyordu. Taş devrini yaşadığı iddia edilen kabile evlerde yaşamakta, herkes gibi alışveriş yapmakta, normal kıyafetler giyip yerel bir lehçe ile konuşmaktaydı. Sonuçta gerçeği itiraf ettiler: Manuel Elizalde politik gücünü kullanarak kabile halkını rol yapmaya zorlamış ve bir süre mağaralarda tutarak, taş devri şartlarında görüntülerini aldıktan sonra bölgeyi yabancı araştırmacılardan tecrit etmişti. Elizalde bununla da kalmamış, taş devri kabilesine yardım için kurduğu vakıf vasıtasıyla toplanan milyonlarca doları da alarak 1983’de ülkeyi terk etmişti. Hadise sadece bilim sahtekarlığı olarak kalmadı, diktatörlüklerin insanlara nasıl saçmalıklar yaptırabileceğinin de uç örneklerindenbiri olarsak tarihe geçti.

Ay’da uyduruk hayat!

Bu hadise günümüz gazetelerinin her sene yayınladıkları “Mars’ta hayat izi” asparagasları kadar basit ve safça değildi. 1835 yılında New York Sun dergisi İngiliz Astronomu Sir John Herschel’in inanılmaz keşifleriyle ilgili makaleler yayınlamaya başladı. Yazı dizisine göre Herschel astronomide çığır açmış, yaptığı çok gelişmiş optik teleskopla diğer galaksilerde yeni gezegenler kesfetmiş, astro-matematiğin tüm problemlerini çözmüştü. Ama en büyük bomba, Herschel’in ayda akıllı varlıkları keşfettiği haberiydi. Makalelere göre Herschel’in ay yüzeyindeki keşifleri arasındaormanlar, denizler hatta piramitler de bulunmaktaydı. Ancak her şey asparagastan ibaretti ve zavallı Herschell dergide kendisine atfedilen bu inanılmaz buluşlardan haberdar bile değildi.

Bir evrim hilesi daha

Avusturyalı bilim adamı Paul Kammerer evrim teorisinin Darwin’den önceki fikir babası Lamarck’ın “canlı organizmaların yeni özellikler kazanabileceği ve bunu soyaçekimle sonraki kuşaklara aktarabileceği” görüşünü ispatlamak istedi. Gerçi evrim teorisi bunlardan önce 8. ve 9. yüzyıllarda yaşamış Nazzam ve Cahız isimli Müslüman bilim adamlarına aitti ve bunların teorileri bir yaratıcının varlığıyla beraber evrimi de öngörüyordu. 1903-1919 arasında Kammerer bu yolda uzun yıllar boyunca ebe kurbağası denilen bir cinsüzerinde deneyler yaptı.1919 yılında yayınladığı ve kara kurbağaların erkeklerinin suda eşleşme sırasında eşine tutunmasını kolaylaştıran siğil benzeri çıkıntıların çıktığını ilan etti. Üstelik bu kurbağaların aynı özelliğiyavrularında da aktardığını iddia etti. Gerçek birkaç sene sonra 1926’da iki bilim adamının araştırmasıyla ortaya çıktı: Kammerer’in sonradan ortaya çıktığını iddia ettiği hava yastığı denen uzantılar deri altına enjekte edilen mürekkep sayesinde oluşan kabartılardan ibaretti. Nature dergisinde ilan edilen bu sonuçla çok büyük bir sahtekarlık ithamına maruz kalan Kammerer çareyi intiharda buldu.

Maksat fonlardan yararlanmak

Küresel ısınma problemiyle popülerleşen iklimbilimi de son yıllarda karşılıklı hile suçlamalarının havada uçuştuğu alanlardan biri oldu. Son bin yıllık hava sıcaklığının son 10 yıllık dönemlerde hızla yükselişe geçtiğini gösteren “hokey sopası” eğrisi ile büyük tartışmalar yaratan ve eğri çizelgesi ABD Kongresi tarafından 2006’daincelemeye alınan iklimbilimci Michael Mann, ulaştığı sonuçlarla neredeyse küresel bir muhalefetle karşılaştı. Bulgularına şiddetle itiraz edenler, endüstri devleri adına bilimsel bulguları çarpıtmakla suçlandılar. Bunlardan biri de küresel ısınmanın insan etkisinden değil de güneş ışınlarındaki dalgalanmalardan kaynaklandığını ileri süren Paris’teki “Institut de Physique de Globe” yöneticisi Vincent Courtillot oldu. Fransız bilim adamı pek çok iklimbilimcinin verileri çarpıtma ithamıyla ciddi bir polemiğin ortasında buldu kendini.

Bilimsel sahtekârlıkları ortaya çıkarmak sabır ve uzmanlık gerektiriyor. Geçen yıl Purdue Üniversitesi’nden Rusi Taleyarkhan isimli bir fizikçi ancak 2,5 yıl süren bir soruşturmanın sonunda suçlu bulundu. Taleyarkhan’ın nükleer füzyonla ilgili yeni bir enerji kaynağı potansiyeli öngören çalışmasının ABD Savunma Bakanlığı fonlarından daha fazla istifade edebilmek için suiistimal edildiği, araştırma sonuçlarının geçerliliğinin bir türlü sağlanamamasıyla ortaya çıktı.

Yazımızı sonlandırırken, bütün bu örneklere bakıp da güven kaybetmenin, korkuya kapılmanın yanlış olacağını belirtmeden geçmeyelim. Çünkü gerçeği ararken sahteciliğe başvuran bilim adamlarının sayısı –en azından açığa çıkanlar- o kadar fazla değil. Ama “bilimsel fonlardan daha çok yararlanabilmek” ya da “isim yapabilmek” gibi bilim adamlarını da kötü yola düşürebilecek tehlikeler her zaman mevcut tabii. Şimdilik ortada sadece ismi bulunan “Erke dönergeci”mizin ise bilimin hangi sayfasına yazılacağı merak konusu.

Birol Biçer