Ama bunlar sadece genç erkeklerdi ve hiç bilemeyeceğim

İnsan savaşta nasıl bilgelik görebilir?*

Sonunda Barış Kültürü projemizin ilk önemli aktivitesi gerçekleşecekti. Heyecenalıydım doğrusu. Barış, öyle herkesin kapaktan haber yapacağı bir şey değildi. Maalesef. Öyle ya, gazeteleri açıp baktığında veya herhangi televizyon kanalının düğmesine bastığında insan, ilk gördüğü şey birbirini kesen ve doğrayanlar, farklı skandallar, gırtlağa kadar şiddet ve vahşetti. Dünya böyleydi, sadece Türkiye değil.

Bir tutam askerin savaşa ilerlemesini seyrettim

Zorla dayandım onların gidişini görmeye
Kırsal alanlar arasından geçiyorum,

Gözlerimde yaşlar,

Sınıra geliyoruz

Yalanlarımla hazırım…**

Bu görüntüleri hiç sahsen yaşamadım, sadece uzaktan seyrettim: Afganistan’dan yasaklanan resimleri, Irak’tan, barış nidaları arasında gerçekleştirilen, kıyımları, Afrika’nın farklı bölgelerinde süregelenleri, özellikle Ortadoğu’daki intihar saldırılarını, çok uzaklara gitmeden Türkiye’nin Güneydoğusunu…

Ama barış istemek için bunları şahsen yaşamam gerekmiyordu. Bir oğlum vardı, anneydim. Oğluma barış dolu bir dünya bırakmak istiyordum. Kendim içinde bencilce isteklerim vardı elbette: Etrafımda mutlu ve paylaşımcı, entelektüel, kibar ve saygı değer insanlar görmek istiyordum; kendine ve etrafındaki herşeye saygı duyan insanlar.

Yolda yürürken, saçma bir kurşunun bana veya sevdiğim birine geleceği korkusundan veya ehliyeti olmayan bir gencin ya da sarhoş bir adamın arabası altında kalır mıyım duygusundan uzak yaşamak istiyordum.

Birileri sadece bir başkasına derdini ifade edemediği için, bıçakla saldırdığında, yol üstünde olmak istemiyordum.

Bir araba herhangi ışıkta saniyenin onda biri fazladan bekledi diye arkadaki şoförün küfürüne veya hırsını alamadığı durumlarda bagajından kaptığı sopasıyla önünde bekleyen diğer sürücüyü dövdüğüne tanık olmak istemiyordum.

Çocuğuna eziyet eden anne ve babaları, sevdiği ondan ayrıldı diye gurur denilen abukluğun arkasına sığınarak sevdiğini katledenleri, tecavüze uğrayıp mağdur olduğu halde töre cinayetine kurban edilenleri ve tüm bu cinayetleri işledikten sonra elini kolunu sallayarak ortalıkta gezinenleri görmek istemiyordum.

İşte Barış Kültürü Projesi, bu anlamda hayatımın projesiydi. Tıpkı Çocuk Tutukevinde başladığımız proje gibi… “Günahkarı sev,” diyordu St. Augustine, “günahı sevme.”

Şiddet toplumu olduğumuz için etrafımdakileri suçlamıyordum, eğer suçlanacak birileri vardıysa, o da toplumun tamamıydı. Yani buna ben de dahildim. Barış Projesini başlatana dek.

Toplumda barış için çalışmayan herkes, o toplumdaki savaş ve şiddete ortaktı. Bu iki kere ikinin dört ettiği kadar aşikardı.

21 Eylül 2006’da Barış Kültürü Etkinliklerinin ilki olan Uluslar arası Barış Günü etkinlikleri için yola çıktığımda, Ataköy’den Bakırköy’e giden yol üzerinde kocaman bir yazı gördüm. Rahmetli Atatürk’ün, kimbilir hangi amaçla ifade ettiği, ancak kanımca bölgenin stratejik önemini vurgulamak için 1933’de söylediğibir cümleyi büyücek puntolarla afişlemişlerdi. Genel olarak cümle Musul ve civarını yeniden Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına katmaktan bahsediyordu.

Kan beynime sıçramıştı.

Atatürk’ün ders alınacak onca davranışı, onun dinlenmesi gereken ve günümüzde hala geçerli olan oncastratejik öngörüsü varken, tam da Lübnan’a asker gönderme sürecinde, birileri Atatürk’ün işte o cümlesini savaşı teşvik için, kullanıvermişti.

Ama bunlar sadece genç erkeklerdi ve hiç bilemeyeceğim

İnsan savaşta nasıl bilgelik görebilir?*

Oysa biz Atatürk’ün, “Yurtta barış, dünyada barış” sözünü projemize baş tacı yapmıştık.

“Barış için doğduk,” diyordu Seneca, “barış ile değil”. Önce barışı içinde deneyimlemeliydi insan. Kendi kendi ile barış içinde olmalıydı. Ama bu zordu; Nietsche’nin dediği, ve benim sıklıkla kullandığım cümlesindeki gibi, insanın kendini yakıp kül edip, yeniden yaratmasından geçiyordu içsel barışın yolu. Uzun inceydi insan olmanın yolu Aşık Veysel’in dizelerindeki gibi: Yorucuydu, zahmetliydi. Ama başkalarının kötü olması daha kolaydı; başkaları kötüyken bizler iyi olabilirdik. Kışkırtmak da çok kolaydı; birilerine hain ve diğeri deyip birkaç kişiyi de etrafınıza toplasaydınız, istediğiniz kişiyi linç ettirebilirdiniz. Şiddet ve savaş insan ruhumuzun ilkel, hayvansı ve içgüdüsel olan yanıydı. O sebeple ortaya çıkması an meselesiydi.

Oysa barış, tıpkı sevgi gibi, savaş ve nefretten önce var olmuştu.

Barış zor olandı, aşk gibi, derin ve koşulsuz inanç gerekiyordu. Barışı oluşturmak ve yaşamak için her şeyden önce verici olmak gerekiyordu. İnsanın saygıyı, dinlemeyi ve müzakere etmeyi, kabulü, paylaşmayi, insan olmayı öğrenmesi gerekiyordu. Sözün özü, insanların tıpkı Mevlana’nı dizelerindeki gibi davranmayı öğrenmesi gerekiyordu:

“Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol,
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Kolay mı geliyordu bunları yapmak? Zor mu? Hiç denedik mi? Herhangi birimiz…

Benzer zamanlarda ama farklı çoğrafya, kültür ve dinde yaşamış bir başka düşünür, Francesco di Assisi’nin dizeleri de Mevlana’nınkileri aratmayacak güzellikteydi barışı tariflemede.

“Nefretin olduğu yere, sevgi dikeyim,

Düzensizliğin olduğu yere, uyum,

Yaralanmanın olduğu yere, özür,

Hatanın olduğu yere, gerçek,

Şüphenin olduğu yere, inanç,

Hayal kırıklığının olduğu yere, umut,

Karanlığın olduğu yere, ışık,

Mutsuzluğun olduğu yere, neşe.”

M.Ö 800’de Hesiod, barışın insanların kendi vatandaşları ve yabancılara aynı adaleti gösterdiği ve gerçekten adil olandan ayrılmadığı dönemde yaşanabileceğini ifade etmiş ve bu döneme de Altın Çağ adını vermişti.

Bilmem öyle bir çağ yaşadık mı? Yoksa ben mi iyi bir tarih öğrencisi değilim? Daha da acısı, M.Ö. 800’den günümüze, hala Altın Çağ’a gelemedik mi?

Heyhat! Aynı Hesiod, “sadece iyi ve kötü olanı düşün, şiddeti asla düşünme,” diye öğüt veriyordu.

Biz hala şiddeti körüklüyoruz, öyle mi?

Ve Budha’nın, kendisine gelen savaşmakta olan iki krala şu soruları sorduğu anlatılıyordu:

– Söyleyin krallar, toprak kendi başına değerli mi?

– Hayır, Budha, değil.

– Su kendi başına değerli mi?

Hayır, Budha değil.

Herhangibirinizin kanı değerli mi?

Herşeyin üstünde, Budha.

Ey Krallar, kendi içinde hiç değeri olmayan bir şey için değer biçemediğiniz kanınızı döküyorsunuz öyle mi?

21 Eylül 2006…

Barış Kültürü Projemizin ilk etkinliğine doğru giderken, tam da Atatürk’ün savaşı teşvik edercesine kullanılmış cümlesini okuduğumda, binbir düşünce arasında gidip geliverdim.

Projemizi destekleyen pek çok ünlü vardı: Anjelika Akbar, Fazıl Say, Burak Uçkun, Hasan Çeliktaş, Cüneyt Ülsever, Orient Expressions, Ataol Behramoğlu, İdris Akyüz…

Karmakarışık duygularla etkinliklerimizin başlayışını izledim. Konuşmalar yapıldı, sohbetler oldu. Projemizin açılışında dini liderlerimizde vardı; her biri musevilik, hristiyanlık ve müsmümanlığın barış dolu mesajlarını iletti. Barış adına bir dakika saygı duruşunda bulunduk, barış adına mum yaktık. Barış için bestelenmiş “hate or love” isimli şarkımızı tanıttık…

Toplumda barış için çalışmayan herkes, o toplumdaki savaş ve şiddete ortaktı…

Çok sevdiğimAvusturya’lı dostum Wolf, bir sohbetimizde “duygular virüse benzer; bir kez başladı mı, sevgi veya nefret, bir canlıdan diğerine ve daima spiral gibi büyüyerek devam eder,” demişti.

Aesop, M.Ö 600’de, çatışmanın ve savaşın hiç kimseye fayda getirmediğini şu hikaye ile ifade etmişti:

“Bir köylü tarlasına girip tavuklarını yiyen tilkiyi acıyla öldürmek ister. Kuyruğuna bez bağlar ve bezin üzerine yağ döktükten sonra onu ateşe verir. Can acısıyla sağa sola koşuşturan tilki, köylünün tüm mısır tarlasını ateşe verir. Tilki ölür ama köylü de herşeyini kaybeder.”

“Toplumda barış için çalışmayan herkes, o toplumdaki savaş ve şiddete ortaktı,” derken belki de Aesop’u tekrar ediyordum.

Ben, barış için çalışırken, kendi payıma düşeni yapmanın rahatlığını da yaşıyordum. Çocuklarıma karşı yüzüm ak gezinebilirdim. Eli Wiesel 1986 yılında Nobel ödülü alırken:

“Bazen kendimizi adalet karşısında güçsüz hissedebiliriz, ama protesto etmekten hiçbir zaman vaz geçmemeliyiz. Hiçbirimiz tek başımıza savaşı durduramayız, ama onu durdurmaya çalışmak görevimizdir. Savaş, galibiyet getirmez, savaş kurbanlara sebep olur. Savaş, insalık dışı yapar, yok eder ve ona taraf olanları küçük düşürür,” diyordu.

Bizler, Barış Kültürü Projemiz için, sevgili Atamız’ın “Yurtta barış, dünyada barış!” sözünü tercih etmiştik, bir başkası Musul’u geri almayla ilgili savaş nidaları atıyordu.

Ama bunlar sadece genç erkeklerdi ve hiç bilemeyeceğim

İnsan savaşta nasıl bilgelik görebilir?*

Bütün olumsuzluklara rağmen, aklımda hep aynı cümle vardı:

“Oysa barış, tıpkı sevgi gibi, savaş ve nefretten önce var olmuştu.”

* Chris de Burgh, Borderline
Barış Şarkısı (Hate or Love) Linkleri:

http://www.youtube.com/watch?v=2P8hV99cw40

http://www.youtube.com/watch?v=gFuHHMOdb_w

Deniz Kite