Yıllardır kendime yazmam gerektiğini söyler dururum. Aslında hep de yazdım, sanırım 11 yaşımdan beri. Ben günlük tutan yeni yetmelerdendim, sevgili günlük bugün… diye başlayan cümleler kurardım, şaka yapmıyorum. Şimdi büyümüş bir kadın olarak o bildik klişeyle başlayan cümleler kurmasam da, içim darlandığında veya içim içime sığmadığında, kafam karıştığında veya kristal gibi berrak olduğunda hemen defterimi kalemimi alıp yazarım, geldiği gibi, aktığı gibi.. Yıllardır kendime yapmam gerektiğini söylediğim şey, aslında zaten yaptığım şeyin, yazma halinin ortaya çıkardıklarını başkalarıyla da paylaşmaya başlamak.
70’lerde kağıda kaleme doğmuş bir çocukluk halinin naifliğinden, 2000’lerin sosyal medyasının yazdıklarınınızı anında bir sürü insanla paylaşmanıza ve onların da başkalarıyla paylaşmasına olanak sağlayan bu hız çılgınlığına teslim oluyor ve an itibariyle okuduğunuz yazıyı yazıyorum. Yazmalıyım dedim çünkü öyle çok şey oldu ki hayatımda.. taşlar defalarca kez yerlerinden oynamakla kalmayıp yıkıldılar, yeniden yapıldılar, sonra yine yıkıldılar. Murathan Mungan’ın harika dizeleri, yazarak içini dökenlere ne çok şey anlatır: “yaz geçer, yine gelir.. iyi gelir sözcükler” Hayatımın taşlarının nasıl yerinden oynadığını anlatmaya niyetliyim siz okurlara, sözcükler iyi gelir, iyi gelir belki diyerek…
Bu yazının başlığında hayatımı ve beni derinden değiştiren iki şey de var: Yoga ve Kaybetmek.. Yoga, kayıplarımdan çok önce girdi hayatıma ve beni ‘kaybetmeye’ hazırladı, bunu şimdi görebiliyorum. Sevdiğim, canımın parçası insanlar aniden ölüverdiler, bu dünyadaki hikayelerini tamamlayıverdiler. Son 5 yılda sırasıyla 23’ündeki erkek kardeşimi, anneannemi, 1 yıl önce babamı ve 1 hafta önce de dayımı kaybettim. Ve doğal olarak, yoganın aslında bizi ölmeye ve yeniden doğmaya, olana yapışmadan kalbimizi ve zihnimizi akışa açabilmeye dair olağanüstü öğretisi hikayemdeki bu acayip kırılmaya cuk diye oturuyordu. Yoga bırakmaktı, herşeyin her an değişebilirliğinin, evrenin özünü bu değişim halinin oluşturduğunun beden, nefes, zihin üçlüsüyle tecrübe edilişiydi. İlk ölüm haberini aldığımda bunu kavramaya başladım, sonraki ölümlerle beraber bu kavrayış zihnimden kalbime, yüzüme, gülüşüme, hocalığıma ve yaşama bakış açıma sinmeye başladı.
Bir de bu ölümlerin hemen öncesinde bir ayrılık var, ondan bahsetmezsem yarım kalır bu yazı. 14 yıl süren bir ilişkinin, sanırım 1 yıl süren sancılı, ağlamalı, gidişli gelişli ayrılık süreci. Hani genç bir adamla genç bir kadın karşılaşırlar, deli gibi severler birbirlerini. Beraber büyürler, düşerler, kalkarlar, dansederler, kaybolurlar ve kendilerini bulurlar ya… Yıllar geçer aradan ve bir gün aşk’ın büyüsünün, o evrensel uçarı tutkalın yapıştırma özelliğini kaybettiğini görürler ve çok zor olsa da helalleşip kendi yollarına giderler ya, işte öyle birşeydi bizimkisi. Büyüdük ve ayrıldık, özetle. ”Ayrılık küçük ölümdür” diye duymuştum bir zamanlar, ne de güzel anlatmış, sadece üç kelimeyle demiştim.. İşte ben tam bu küçük ölümün yarattığı sarsıntı ve değişimle ilgileniyor, herşeyi biriyle yaşayıp paylaşmaktan kendimle kalmanın enteresan labirentlerinde yolumu bulmaya uğraşıyorken ”büyük ölüm” çıka geldi, hem de 23 yaşındaki canım kardeşimdi ölüm haberinin öznesi. O’nun bu dünyadaki hikayesinin kısalığı ve naifliği, elimde büyümüş olması falan hepsi fena koydu. Sanırım ilk aylar bunun gerçek olup olmadığıyla ilgili gidişli gelişli bir aklın ve duyguların baş döndürücü sallanmalarıyla doluydu, ilk 1 yıl mütemadiyen her yerde -metroda, yolda, yoga dersi verirken, birşey izlerken, birşey dinlerken, yemek yaparken- ağladım. Bu kadar ağlanabileceğini düşünmezdim, sanki tanrılar ben gözyaşlarımı akıttıkça yenileri için cömertçe tuzlu sularını boca ediyorlardı içime. Ölüm geride dipsiz bir kuyu bırakıyordu, içine her an düşüverecekmişim gibi hissettiren..
Kardeşim ölene kadar, ölüm benim için sabahlara kadar üzerine düşünüp konuşabileceğim, hakkında dallanıp budaklanan tartışmalar yapabileceğim, hayal gücümü sınırlarına kadar zorlayan şahane bir konuydu ve her zaman başka insanların başına gelirdi. Ölüm bir kitaptı, romandı, iyi bir filmdi, David Bowie’nin Space Oddysey güzellemesiydi, sararan yapraklardı, kabuk değiştiren yeryüzüydü belki. Tanıdığım biri bir sevdiğini kaybetse arayıp başın sağolsun, nur içinde uyusun deme cesaretini gösteremeyenlerdendim. Ben kaçıyordum ölüm’den işte, tüm ölümlüler gibi. 19’umdayken çocukluk arkadaşım kanserden anasını kaybetmişti de birşey yapamamış, yanında olamamış ve bu yüzden de fena vicdan yapmıştım, hiç unutmam. Ben kaçarken meğer gittikçe aramızdaki mesafeyi azaltmakta, kardeşime dokunmak üzere devasa kanatlarını açmaktaymış o gizemli melek… Nerden bilirdim?
Yoga, yaşama dair hiçbir rengi, hali, duyguyu dışarda bırakmayan, aksine bir yap-boz’u tamamlarcasına tüm parçaları bir araya getiren, gücünü bütünleyiciliğinden alan kadim bir öğreti. Ölüm, bu bir araya gelen parçalar arasında en esaslı, en gizemli, kavrayışımızın en ötesinde olanı. Bizler ölümü düşünmeyecek şekilde yetiştirildik. Siz bakmayın arabesk olduğumuza, acı çekmenin kültürümüzle ziyadesiyle özdeşleşmiş olduğuna.. Bizim acımız daha çok kurban rolünü oynamaya kör bir şekilde razı oluşumuzdan:” ah ulen dünya ne adaletsiz bi yer, bu da mı başıma gelecekti! ben bunları hakedecek naaptım yarabbi!” bu cümleleri kurmayan yoktur herhalde içimizde. Bütün bu kötü şeyler -birini kaybetmek, hastalık, ayrılık, şiddet görmek, istismara uğramak, parasız, evsiz, yersiz, yurtsuz kalmak, terkedilmek, aldatılmak- ne diye olmuştur ki şimdi durup dururken, biz ne yapmışızdır da bizi bulmuştur bu uğursuzluk! Ah çünkü hayatın bir araba olduğunu düşünürüz, direksiyonda biz varızdır. Sağa kırarsam sağa gider, sola kırarsam sola, durmak istersem dururum.. Buna inandırıldık, daha çok küçükken. Yaşamı ve ona dair herşeyi kontrol edebildiğimize inanma kibri, mutsuzluğumuzun en derin köklerini oluşturdu. Bir ifrit gibi içimizi kemiren bu inanç bizi hat safhada dirençli tipler haline getirdi, enerjimizi an’ı olduğu gibi yaşayıp tecrübe etmek yerine, ona direnmeye, karşı koymaya ve isyan etmeye harcadık. Kardeşimi kaybetme hissiyle kala kalınca, yaşama olan direncim ve onu kontrol edebileceğime dair kök salmış inancım canımı fena halde sıkacak denli açığa çıktı! O’nu kaybetmiş olmanın derin hüznü ve şok hissiyle, beklenmedik bu olaya olan kızgınlığım birbirine karışıyor, gözyaşı ve öfkeden müteşekkil iç dünyam ordan oraya savruluyordu.
Sonra zaman geçtikçe, günler, haftalar ve aylar, sonra yıllar birbiri ardına sıralandıkça içimde varlığından habersiz olduğum bir yan, bir ışık, bir kuvvet keşfetmeye başladım. Yoga matımla olan randevumu hiç aksatmadım, sessizce oturup meditasyonda kalamasam da her zaman, yaptığım herhangi birşeyi yaparken sadece ona odaklanmak gibi basit ve sade bir teknik uyguluyordum. Zira kardeşimin ölümü, kendi ölümümle olan kaçınılmaz randevumu -kim bilir nerde, ne zaman, ne şekilde?- hatırlatmıştı bana. Yaşam, kabullenmekte çok zorlansak da bu son randevuya bizi hazırlayan zengin ve engin bir tecrübeydi. An’ın sonsuzluğunu ve eşsizliğini yaşayabilmenin tek yolu zihnin hapishanesinden çıkıp ”ruhun karanlık gecesini” yaşama, en derin korkularımızla karşılaşabilme hevesinde yatıyordu. Elimde bir tek şimdiyi hakkını vererek yaşama şansı vardı ve şimdi, kendisinden başka bir şey hayal edildiğinde hayalperestin ellerinin arasından kayıp gitmek gibi tipik bir özelliğe sahipti.
Bu sarsıcı tecrübenin, öğretinin kalbine açılan bir kapı olduğunu sezmeye başlamıştım. Hocalığım daha gerçekti artık, ”yoga dinlemektir, bildik, olanı değiştirme çabamızı terketmeye gönüllü olmaktır” dediğimde, neden bahsettiğimi zihnin ötesinde bir yerden biliyordum. “yoga, şeylerin her an hal ve biçim değiştirdiği, yaşamın ve ölümün yapışık ikizler denli birlikte var olduğu bu gizemli dünyaya dalarken ihtiyacımız olan berraklığı ve anlayışı verir bize” dediğimde söylediklerimden kendi kendime heyecanlanıyordum ve bu sahici hissin karşı tarafa geçmemesi imkansızdı. İşte ben tam böyle bir yerlerdeyken, büyürken bana çok emek veren, melek gibi anneannem öldü..84 yaşındaydı tontonum, uzun bir ömür sürmüştü, kabullenmesi daha kolay bir gidişti. Yine de ölümün kaçınılmazlığının üstüme çullanışı altında nefessiz kalıyordum, ruhumda saf melankoliden oluşan bir delik vardı da sanki, tam oradan enerji kaçırıyordum.
Bir öğrenci ve bir hoca olarak yoga yoluna bağlılığım yine bana destek oluyordu “zor”dan geçerken. İçsel papağanımın mantrası ”her an her şey olabilir”di. Büyüyordum, pişiyordum her gün biraz daha. Yoga sayesinde varlığımın iyice kırılganlaşan köşelerine dokunma cesareti gösterebiliyordum. İşte böyle akarken hayat, canım babam ölüverdi yaklaşık 1 yıl önce. Kardeşimin gidişini her aile bireyi kendi dünyasından tecrübe etmişti haliyle. Babacığım çok kahırlandı 4 yıl boyunca, derin bir depresyona girdi.. Yemelerden içmelerden kesildi, gülmeyi, hareket etmeyi ve en nihayetinde yaşamayı çok gördü kendine. O’nun yavaş yavaş ölüşünü gördüm ve hiçbir şey yapamadım bunun için. Ölümünden birkaç ay önce rüyamda öldüğünü gördüm ve hüngür şakır ağlayarak uyandım. Hissetmiştim gideceğini ve çok çok korkuyordum bunun olmasından. Bir gün de O’nun haberi geldi, yine apar topar İzmir.. Zaman durmuştu bir süreliğine, günlük yaşamın ruhumu oyalayan küçük oyuncakları rafa kaldırılmıştı. Cenaze namazı, tabuta sarılışım, mezarlıkta üzerine toprak atışım, cenaze evinde gelenlere çay, kahve, kuru pasta, pide, ayran ikram edişim… tüm sahneler zihnimin içinde ilk yaşandıkları andaki kadar canlılar.
İnsanın varoluşunun sebeplerinden birini yitirmesi bambaşka bir boşluk demekmiş, bunu an be an iliklerime kadar yaşıyordum. Ha bir de insanın bir başkasına yardım edebilmesi -o istemediği sürece- mümkün değilmiş, o kişi babası bile olsa. Babişkomun gidişiyle beraber, hayata dair güvenlik hissim hepten yerle bir olmuştu. Allahım niye şimdi, niye ben, niye bu şekilde isyanları içimden dışıma taşıyordu. Sırasıyla evladını, anasını ve kocasını toprağa vermiş olan canım annemin acısını paylaşmak ve sevgi ve şevkatle O’nun yanında olmak tüm bu olanların içinde çok önemli, çok zor, esaslı bir parçaydı benim için. Annem yapayalnızlık hisleriyle başa çıkmaya çalışırken, fena halde yaralanmış ruhumla yanında olmaya, onu sarmalamaya çabalıyordum. Annem bana tutunmaya çalışırken ben kendimi dibe doğru batan, su alan bir gemi gibi hissediyordum. Ne yapacağım ben, şimdi nasıl yaşayacağım, nasıl tekrar güvenebileceğim bu hayata derken, yoga matımla düzenli randevum yardımıma yetişiyordu yine…” Acı çek, acı çek güzel ruh.. Akıt gözyaşlarını, bırak yıkılsın zihninin kurduğu yapmacık güven hissi..” diyordum kendime. Yoga asanalar arasında dansetmek, donmuş gibi hisseden ruhuma ve bedenime çok iyi geliyor, nefesim yeniden alan açıyordu içimde. Kaybetme tecrübesine kaçmadan kendimi açabildikçe, hayat içimde yeniden akmaya başlıyordu. Ölüm bilinci ve kaybetmenin kabullenilişi, acı çeken yerlerimi nasırlaştırmadan acı çekmeye izin vermek, babamla anılarımı zihnimde ve kalbimde hatırlamalarım, kırılganlığımı daha da arttırıyor; öte yandan kardeşimin ölümüyle keşfetmeye başladığım o bilinmeyen yanım daha da güçleniyordu. Kırılgan olmaya izin veren bir insan hakikate dokunabiliyormuş ve hakikat onu arama cesareti gösterenlere asla kaybedemeyecekleri bir ışık veriyormuş. Babama veda ediyordum, O’nun mücadelelerle geçen hayatının herşeyiyle tam ve bütün olduğunu biliyordum. Bütün hayatlar tam ve bütündü, sadece ölüm geldiğinde gitmek zorundaydık. Ölümle olan randevu ertelenemez ve değiştirilemezdi.
Babamdan sonra tam bir kabuk değiştirme sürecine girdim, daha hafif, daha tatlı, daha sevgi dolu bir esinti içimde dolanıyordu. Bir kızın ilk aşkı babasıdır, ilk aşkıma elveda diyebilmek “aşk”ın altına yazdığım sözcükleri kökten değiştiriyor, erkeklerle ilişkilerimdeki tekrarlarım günyüzüne çıkıyordu. Ben ne anlıyordum sevmekten, değer vermekten, paylaşmaktan? Babamla ilişkimi inceledikçe, erkeklerle kurduğum ilişkilerin kodları aydınlandıyor, 40’ıma yaklaşmış bir kadın olarak kadınlığımın karanlık köşeleri kendini gösterdikçe keyifleniyordum. Daha önceden böylesini tecrübe etmediğim bir kendimle rahatlama hissi varlığıma yayılıyordu. Daha önceden sanki lafta kalan ve ancak şimdi gerçekleşen bir kendimi sevme halinin tadını çıkarıyordum.
Artık epeyce hafif ve akışkan hissetmeye başladığım bir dönemin sonunda, geçen hafta Salı sabahı kahvaltı ederken annem aradı gözyaşlarıyla, dayım ölmüştü! İlk an kendimden ziyade annemin durumuna üzüldüm ve şok yaşadım: şimdi bir de abisini kaybetmişti… Allahım şimdi sırası mıydı, ne kadar da iyiydim, herşey ne kadar da yolundaydı oysa ki.. Öğleye kadar öfke ve gözyaşlarının taarruzu altında cenaze için 3 günlük İzmir ziyaretimi planlamakla geçti. Özel öğrencilerine mesaj at, ders verdiğin yerlerle iletişime geç, senin yerine ders verecek birilerini bul, haftasonu yapacağın workshop’u takip et, uçak biletini al, herşey şaka gibiydi… Takılmış plak gibi “daha babamın üstünden tam 1 yıl geçmeden şimdi de dayım, olamaz!” diyordum ve kendimi ölümün meydan okuyuşu karşısında çaresiz hissediyordum.
Ertesi gün İzmir’e gittim, uçuş bulamadığımdan akşam 8 sularında varmıştım ve haliyle cenaze ve mezarlık seremonilerini kaçırmıştım. İyi de olmuştu, muhtemelen fazla gelecekti bana bu gözyaşı dolu tecrübe, acımı ve yasımı iyice tetikleyecekti. Cenaze evinde uzun yıllardır görmediğim akrabaları, tanıdıkları bir arada görmek zamanın çarkının ne kadar hızlı döndüğü gerçeğiyle yüzleştirdi beni. Hepimiz yaşlanıyorduk, hepimiz ölümle olan kaçınılmaz randevumuza her geçen gün biraz daha yaklaşıyorduk. Belki 10 yıl sonra ilk kez, dedemle anneannemin evinde 2 gece yatıya kaldım. İkinci gece, hayatın dayımın ölümü vasıtasıyla bana neyi göstermek istediğini anlayıvermiştim. Karşımda, bir önceki gün oğlunu toprağa vermiş olan 90 yaşındaki dedem daha önceden hiç bilmediğim ayrıntılarla bezediği yaşam öyküsünü anlatıyordu bana. Özellikle ergenlik ve ilk gençlik dönemimde dedemin otoriter ve despot hallerinden çok çekmiş, hatta zaman zaman ondan nefret etmiş biri olarak O anlattıkça kalbimden O’nun kalbine şevkat akıyordu. Anlattığı ayrıntılar, neden öyle katı ve amansız olduğu gerçeğini açığa çıkarıyordu.
Tüm gece anlattı, hiç sıkılmadan, pür dikkat dinledim. Dedeme olan kızgınlığım erimeye başladı adeta, O’nun başka türlü olamayacağını anlıyordum. Bir önceki gün dayımın ölüm haberini ilk aldığımda hissettiğim kızgınlık ve şok, yerini “herşey tam olması gerektiği gibi, hepimiz tam olmamız gerektiği gibiyiz” cümlesinin yatıştırıcılığına bırakıyordu. Ertesi gün annemle dedemi birbirlerine emanet ederek, kalbim sevgi dolu bir şekilde İstanbul’a doğru yola koyuldum. Hayatın eli tam kalbimin arkasından beni destekliyordu, hayata olan güvenim tazeleniyordu..
Bu beklenmedik gelişmenin aylar öncesinden programlanmış bir tatil planım vardı, mükemmel zamanlama! Geçtiğimiz Pazartesi Gökova-Akyaka’da yer alan Ataköy’e geldim. Buraya ikinci gelişim ve hayranlığım kat kat arttı bu kez. Bu ıssız ve tatlı yer tüm iyileştiriciliğiyle sardı beni. Her gün nefes çalışmaları, açık havada ormanda yürüyüşler, yoga, meditasyon, içten sohbetler, akşamları şömine başında mırıl mırıl olmalar.. Hayatıma yeni giren neşeli enstrüman ukuleleyle, ilk şarkım olan Stand by Me’yi çalma çabalarım, boyalarım, kitaplarım ve İstanbul’daki hayhuyla bölünmeyen sanki sonsuz bir zaman algısı. Beni geçen hafta yeni bir ölüm haberiyle sallayan hayat, şimdi bana şahane bir hediye veriyor.. Doğa, içinde her an doğumun ve ölümün dansettiği, o eşsiz tadıyla kaplıyor ruhumu. Hangi köşeye baksam, bir ağaca, bir kuşa, bir buluta, sessizliğe ve kendiliğindenliğe yaşamı ve ölümü hep bir arada görüyorum. Ölümün varlığı ve bilinmezliği yaşamı çok daha anlamlı, derin ve kışkırtıcı bir tecrübeye dönüştürüyor. Ölüm olmadan hayat olmuyor, ruhun büyümek, olgunlaşmak ve bırakmak için ölümle yüzleşmeye ihtiyacı var…
Yoga derslerinin sonunda neden Savasana (corpse pose-ceset pozu) diye bir bölüm olduğunu anlamak zor değil. Bir yoga dersi ilk nefesle başlıyor tıpkı hayat gibi, uygulayıcıyı binbir nefesle binbir halden geçirip birbirinden farklı beden-his halini tecrübe etmesini, hoşuna giden ve gitmeyen, kolay ve zor bulduğu yerden yol almasını sağlıyor tıpkı hayatın değişken akışı gibi. Ve en sonunda, yere uzanıp hareketsiz ve çabasız bir biçimde Savasanaya bırakıyoruz kendimizi: ölmeden ölmek gibi kımıltısız, tüm o akış boyunca olanların duygusunu -başarı ve başarısızlık hisleri, her tür karşıt duygular- bir gün hakikaten geri döneceğimiz -gömülmek- toprak ananın yüreğine doğru akıtıyoruz. Her yoga dersi aslında metaforik olarak bir doğum-ölüm-yeniden doğum deneyimi demek. Böyle ele alınca yoga öğretisi ölüm gerçeğiyle yüzleşebilmemiz için bizlere klavuzluk ediyor.
Ve ölüm fısıldıyor kulağımıza, yaptığımız her bir edimin yılmaz şahidi: eğer benden korkarsan bu yaşamaktan korkmanla aynı şey! Sen yaşamana bak güzel çocuk, şimdi ölüverecekmiş gibi! Ve sevgili okur belki bu yazı, sen de benim gibi birini kaybettiysen veya korkuyorsan bir gün benim de başıma gelir mi diye, sana bir nefes olur, ferahlık ve ışık olur…
Kusura bakmayın, ya da bakın, bu yazının okuyan hiç kimseye iyi gelmeyeceğini düşünüyorum. Evet sahiplenmek yerine sahip çıkmak, evet her şeyin geçiciliğini fark edip tutunmadan akışta olmak… Hepsine evet ama anafikri ” bakın ben yoga yaptım ve neleri neleri kaybettim, ne kadar da mutluyum” olan bir yazıyla karşılaşmamış olmayı tercih ederdim. Yine de karşılaştıysam bu benim içimin dönüştürmem gereken parçalarıyla ilgili belli ki. Keşke bazı insanlar fikirlerini sadece kendilerine saklasa.