Şu Dünya’da insanın başına olmadık işler, akla hayale sığmayacak şeyler geliyor. Uğraşıp, didinip, büyük çabalarla sahip olduklarımız, beklenmedik, tedbirsiz yakalandığımız olaylarla elimizden gidebiliyor ve çeşitli şekillerde zarar görebiliyoruz. Yaşadığımız somut hayatımızın ötesinde, inansak da inanmasak da soyut olan değerlerle beraber, iç içeyiz.
Tarih boyunca gözümüzle göremediğimiz ama hep var olduğunu bildiğimiz bu soyut olaylara çeşitli isimler taktık, binlerce yıldır da etkilerinden kurtulamadık. Nazar, sihir, büyü, uğur, uğursuzluk, huzur, huzursuzluk, başarı, başarısızlık gibi…
Soyut sıkıntılarını aşmak içinse hep arayış içerisinde oldu; çözümü de hep maddede aradı insanoğlu. At nalı, sarımsak, çalı dikeni, nazar boncuğu, muskalar, Cevşen’ül Kebir, tavşan ayağı, Okunmuş pirinç…
Şimdi de son moda doğal taşlar. Tek olarak (sadece taş), çeşitli takılarla beraber, yüzük, kolye, bileklik, muska aklınıza ne şekilde gelirse…
Şifa vereni mi istersiniz, evdeki kuşu cik cik öttüreni, uğursuzluğu defedeni, nazara karşı geleni, bereket vereni, melanete kalkan olanı, imtihanda başarı getireni, cinsel gücü arttıranı, ağrıları gidereni, şans getirip milyoner edeni, huzur sağlayanı, kötü enerjiyi uzaklaştırıp olumlu hava sunanı mı? Yüzlercesi…
İki, üç yüzyıl önce “simya” diye bir bilim dalı vardı. Bakırı altına çevirmeye çalışan, aslında manadan çok madde peşinde koşan, hayalperest bilim adamları; var olduğuna inandıkları bir “felsefe taşını” arar dururlardı( Bu konuda en yetkin kaynak bkz. Harry Potter-Felsefe Taşı/ J.K.Rowling). Hiç biri de bulamadı tabii… Zamanla aramaktan bıkan, açlıktan nefesi kokan, harcadıklarından baba servetini tüketmiş “hayırsız evlat” bilim adamları tarafından“simya” ilmi terk edildi…
Dünya üzerinde bütün pazarlama taktiklerini, hilelilerini ve türlü dalaverelerini tüketen, meşhur mor ineklerini de Milka’ya kaptıran girişimci güruh son çare olarak ortaya attığı RETRO(geriye dönüş) kavramı sayesinde eskiyi parlatıp bit pazarlarına nur yağdırmayı keşfetti. Eski külleri eşeledikçe insanlığa kakalayacak (yani profesyonel tabirle SUNULACAK)yeni(!) yeni(!) ürünler arz etti.
Hiç bir olaydan ders almayan atalarımızın yediği kazıkları çarçabuk unutan bizler tekerrür eden tarihin çarkları arasında, yüzyıllar sonra yine “aynı” muhabbetlere gark olduk. Şimdilerde Dünya coğrafyaları, eski dilde yedi düvel, Ferrari’sini satan bilgelerle, şifrelerle haşır neşir olan gurularla, ademoğlunun her türlü manevi hissiyatını gıdıklayan taş uzmanları ile kendilerini o büyüye kaptıran “modern simyacılarla” ; bu tarafta da ellerini hızlı hızlı ovuşturan, kazandıkları servetleri bilumum maddi hazlar peşinde tüketen “girişimci asil ruhlarla” doldu…
Bu konuda amma için yanmış arkadaş demeyin. Her arzın bir talebi olur biliyorum. Ekonomideki temel gerçeklerden biridir. Ama bize arz edilene yani sunulana bakın. Özellik bakımından evrende eşi olmayan faydalara sahip, boyut olarak minnacık taşlar…
Üstelik öyle böyle değil; bizim yaratılmış en akıllı varlık olmamıza karşın, altından kalkamadığımız açmazları çözümleyen, ikilemlerimizi bitiren, sorunlarımızı ortadan kaldıran, korkularımızı güvene çeviren, bizi başarılı, uysal, uğurlu, şanslı kılan, şifaya kavuşturan, yatakta da boğaya çeviren mucizevî kütleler. Acaba biraz fazla ve ağır bir sorumluluk yüklemiyor muyuz onlara? “Beklentileri büyük olanların hayal kırıklıkları da büyük olur.” demişler. Benim tuttuğum, sevdiğim bir sözdür. Hatta bu söze bir örnek de verebilirim:
Bir aralar, bizimkiler de fena halde takmışlardı bu “taş” işlerine. Aslında aç kalmış ruhları doyacak malzeme arıyordu. Egolarının bir şekilde tatmine, korkularının ise bastırılmaya ihtiyacı vardı. Tüm bunları sağlayacak olan, sonsuz, inanıp güvendikleri; küçücük, renkli bir taş parçaları idi.
İnsanların yapılarına, karakter özelliklerine göre taş çeşitleri vardı. Taş ve sahibi olan insan uyumlu olmak zorunda idi. Ne yapıp ne edip, aradılar buldular kendi “felsefe taşlarını” ve satın alıp üzerlerinde heyecanla, mutlulukla taşımaya başladılar. İlk bir, iki gün her şey yolunda gidiyordu. Hayatın daha evvel göremedikleri bütün tatlı, pozitif yönlerini fark eder olmuş, bu durum insani işliklerine hatta hitap şekillerine bile yansımıştı. Güneş farklı parlıyor, kuşlar bir başka ötüyor, çiçekler daha bir coşkun açıyorlardı. Tamam, mesela hal olmuş pozitif, aydınlık bir insan oluvermişlerdi artık.
Gülümsedim ilk duyduğumda anlattıklarına. Zaten bana da çekine çekine söylemişlerdi. Alay edeceğimi zannediyorlardı. Hatta psikolojik olarak bir fayda sağlayacağını düşünüp olumlu yaklaştım onlara. Fakat o taşları takmaya başladıkları hafta başlarına öyle olaylar geldi ki. Ben bile yerlerde “ taş yok mu ha, taş” diye aranır oldum. Kapkaça mı maruz kalmadılar, köpek mi saldırmadı, evde su borusu mu patlamadı, yazın ortasında buzdolabının motoru mu gümlemedi? Pişmiş tavuğun başına ne geldiyse fazlası oldu…
Haliyle bana telefon açıp sordular “ ne oluyor, neden böyle oluyor” diye. Peşinden hemen sıralıyorlardı: “ Taşa saygı gösterilmeliydi. Yıkanırken çıkarılmamalı ama def-i hacet ederken mutlaka kutusuna konmalıydı. Arada bir özel bir temizleme bezi ile dingin ruh ışığında, pozitif nazarla, sevgiyle parlatılmalıydı (Parlattıkları kendi ruhları mıydı yoksa taşları mı o da ayrı bir mesele). Acaba bir saygısızlık mı yapmışlardı taşa? Taş hassastı, hissederdi. Ritüellerden birini eksik/yanlış mı uygulamışlardı? Taşı silerken kalplerinden bir başkası için kötü duygular mı geçmişti? Falan filan…
“Meraklanmayın” dedim onları rahatlatmak için: “ Taktığınız taşlar uğurlu(!) gelmiştir. Hayatınızı tamamen iki küçük taşa teslim edince bir anda bu kadar ağır sorumluluğu kaldıramadılar, acemiliklerine denk geldi. Üzülmeyin, taşlar alışınca daha rahat edersiniz”…
İnanın bana, o mucizevî(!) kütlelerin bir pazarlama oyunu olduğunu, takı olarak kadına çok yakıştığını v.b gibi detayları anlatıp, onları ikna edene kadar haftalarca uğraştım.
Sonra ne mi oldu? Taşlar şimdi iki tahta kutunun içinde ayrı yerlerde, ayrı köşelerde saklanıyorlar(demek ki tam ikna edememişim, muhtemelen halen bir beklentileri var ya da gelecekte olacak). Bu olaydan kimler mi kazançlı çıktı? Kadıköy’ e, Ortaköy’e, Bakırköy’e, Beşiktaş’a gidip bakın, tezgahlarının başında toz alırlarken göreceksiniz…