Ömrüm boyunca edebi anlatım tarzlarına ve herkesin birbirine; ” Doğru olan budur, aşk böyle bir şeydir.” demesine ya da ” Allah öyle her yerde ağza alınmaz…” falan gibi bilmiş fikirlerine fena halde sinir oldum. İnsanlara yakın dursam da kolay kolay inanmam. Her şeye hastalıklı olmamak kaydıyla şüpheyle bakmayı alışkanlık haline getirmişimdir. Şimdi, ben bunları neden yazıyorum?
Şöyle ki; yaşadığım bir hikayeyi anlatmaya başladığımda, insanların anlayışla karşılarmış gibi durup da, akıllarının o kontrol edilemez kısmından; ” Bu, kesin kafayı sıyırmış.” diyip, ardından; ” Yalnız Reyhan’cım, hani dikkatli ol, nemelazım…” gibi kuşkucu ifadeler kullanmaları beni hiç ırgalamıyor. Çünkü, sonuçta bir yaşanmışlık var ve o deneyimlenen, anında ve daha sonrasında beni etkiliyor. Hem de çok.
Kuşkusuz manevi bir yanımız var ya da genellemeyeyim, benim var. Şu an içinde yaşadığımız meteryal dünyada belki de yavaş yavaş kanıtlanmaya başlamış bir görülemeyen, dokunulamayan, koklanamayan, yalnızca hissedilen bir şeyler. Bunlar yazıya döküldüğünde bence tam anlamıyla da ifade edilemiyorlar.
İşte bu yüzden Halise Baydar’ın ile sergisini anlatmaya başlamadan önce sizlerden kafanızdaki tüm kuşkularınızı ve yargılarınızı kaldırmanızı istiyorum. İlk önce, kendi durumumu ve James Redfield’in kainata soru sorduğunuzda o sorunun yanıtı muhakkak verilir demesini yüzde yüz destekleyen olayla başlayalım.
2001 Mayıs ayında prematüre ikizlerimi dünyaya getirdim. Öyle klasik bir anne değildim, hemen saçımı süpürge yapma moduna giremedim. Yani, bebeğini kollarına alan ağlak kadını oynayamadım. Hala da ilk bebeğini doğuran kadının kendi acınası durumuna mı, yoksa bebeğinin güzelliğine mi ağladığını sorgularım. (Bu belki başka bir yazı konusu olabilir, şimdilik geçelim.) Böylece, ellerimize dahi alamadığımız, sakat veya beyin özürlü olmasından delicesine korktuğumuz iki kız bebek dünyaya getirmiştim. Birisi 1150 gr. Natalie İlayda, diğeri 850 gr. Chloe Lara. Onlar bize muhtaç, son derecede korunmasız iki varlıktı. Mücadelemizi sonuna kadar verdik ve Natalie İlayda Ağustos ayının 22’sinde aramızdan ayrıldı. Şu an, bizimle hayatı paylaşmayı seçmiş olan kızımız ise dört yaşında ve esas hayat savaşını kaybedecek olan gözüyle bakılan da oydu.
Yıllar boyunca ölüme, ölümden sonra hayata inanmış ve ailesinde de bunun bir çok şeklini deneyimlemiş bir insan olarak ben, kızımın bizleri terk etmesini ne kadar da anlayışla karşılamaya çalışsam, O’nun varlığını zaman zaman hep aramızda hissettim. Öyle filmlere konu olacak olaylar şeklinde değil. Yalnızca bir his. Zaman zaman O’nunla içimden konuştum, yanıt aldığımdan da değil, öylesine… Bunu, eminim herkes yapar fakat benim için farklı olan bir tek şey vardı o da kainattan ya da Allah diyin, Tanrı, evren v.s…karşılaşmak, bir şekilde bağlantıya geçmek, sebebi neydi? Ben O’nu tekrar dünyaya gelmesi için davet edecektim. O, çok daha sağlıklı bir bedene doğacaktı. Hep bunları düşünüyordum.
İlk gittiğim ki öyle bir organizasyona katılmak eşim geçlere kadar çalıştığı ve kızımı da bırakacak kimse olmadığı için neredeyse imkansızdı, doğumumla ilgili kitabımla ilgilenen birisi bana parapisikoloji derneğinden bahsetti. Aklım hep orada kaldı, sosyal hayat yoktu ki, ona da zaman olmayacaktı ve nitekim de olmadı ta ki Halise Baydar’la tanışana kadar…
Lara bir ay önce ateşlendi. O gün akşama doğruya kadar çalışacağım için kızımı eşime emanet ederek işe gittim. Geldiğimde ateşi düşmemişti ve hep beraber doktora gittik. Dönüşte, yaşadığımız mekan olan Tarabya dürümcülerinin olduğu yerde yemeğe karar verdik. Ufaklığın ateşi ilaçla düşmüş, bizim keyfimiz hastalığın biraz boğaz şişliğinden ibaret olduğunu bildiğimizden dolayı gayet yerinde. Lara, babasının kucağında yemeğini yiyor, hafif yorgunluğu var. Benim arkamda da minik tabureler ve oturmuş iki kişi. Kadınlardan birini çapraz arkamdan görebiliyorum. Sürekli kızımla ilgileniyor ve O’ndan çok etkilenmiş görünüyor. Birbirimize gülümsüyoruz ama Türk olmadığını düşünüyorum. Muhtemelen turist. Parayı vermek için kalktığımda arkamda kalan diğer kadın bana doğru ilerliyor. O anda, O’nu bir operacı olabilir diye fark ediyorum. Gülümsüyor ve kırık bir Türkçeyle; ” Kızınız okumayı sever mi?” diyor. Eşim, kızım hala kucağında bize bakıyor. ” Sever tabi, bir sürü kitapları var…. Ama neden böyle bir soru sordunuz?” ” Şimdi kızınızı bir kadın olarak gördüm, yazıyor, çiziyor, düzeltiyor, hep kitapların arasında.” diyor. Ben, eşimi yolluyorum ve heyecanıma engel olamayarak; ” Afedersiniz, sizi yormak istemem ama geçmişini mi geleceğini mi gördünüz?” diyorum. ” Geçmişini… Ben Halise Baydar.” Kısaca bana kendini tanıtıyor. Aile sergisi diye bir şey yapıyormuş. Burada bana bir örnek veriyor; ” Mesela siz öfkeli bir insansınız ve bu öfkeniz size nesiller önce büyük büyük annenizden miras kalmış olabilir, bunu kendiniz ne kadar telkinde bulunursanız bulunun çözemezsiniz. Bu tür kilitlenmiş enerjiler bazen bir sergide çözülebilir, siz de yıllardır uzaktan kumandalı gibi yaşamaktan kurtululabilirsiniz. Bu terapi yöntemini anlatmak zor. Aile sergisinde, grupdaki insanlardan temsilen, sizin ailenizdeki bireyleri seçiyorsunuz ve onlar da orada, aynı seçtiğiniz kişiler gibi davranıyorlar. Davetlim olarak gelebilirsiniz.” diyor. Tamam ben öfkeliyim de, aklıma bir anda kızım geliyor. Anlatıyorum kısaca. Halise Baydar bir saniyelik duraklıyor ve; ” O tekrar gelecek…, erkek olarak…”diyor ve ben de film kopuyor.
İşte, yanıt geldi! Üstelik, bu insan derKi’nin ilk sayısına röportaj vermiş bir kadın! Tesadüfün böylesi mi olur? Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir, öyle değil mi? Farkında olana… Evren yanıtını yollar, alana, değerlendirebilene… Aksi taktirde, geldiği gibi akar gider. Benim zamanım olmadığı için ayağıma kadar geldi. Kendi müjdesini vermek uğruna böyle bir karşılaşma düzenlendi! Diyorum ya, bu sizlerde çok şüphe uyandırıcı ve hafiften çatlağımsı bir izlenim yaratabilir ama ne yazık ki hissedilenler kağıda dökülünce böyle bir hal alıyorlar. Yetersiz…
Halise, tüm Haziran ayı boyunca, eşimin evde olduğu bir zamanı yakalayabilmek adına, aile sergisi için yeterli insanı toplamaya çalıştı ve bunu tüm içtenliğiyle yaptı. En sonunda geçtiğimiz hafta sonu periyodik olarak pazar günleri kendi yerinde yaptığı ki, O’da Tarabya’da oturuyor (tesadüfen!) aile sergisine katıldım.
Ne mi hissettim? İlk an yine o kuşku… Toplam on iki kişiyle başlayan bir gruptuk. Tavanı ahşaptan yapılmış bir çatı katı. Zevkle hazırlanmış çaylıklar, yerlerde puflar… Birbirini tanımayan, belki aralarda birkaç yakın arkadaş veya abla kardeş. Herkes belli bir köşeye çekilmiş, hafifçe sohbet edenler var. Fakat ne tuhaf değil mi? Oraya gelen her bir insan resim resim hafızama kazınmış halde. İlk an değil elbet. Zaman geçip de birbirimizin en özeline ortak olduğumuzda. Beraber ağlayıp, duygulandığımızda, her ortaya gelen ailede kendi ailemizin bir parçasını bulduğumuzda, dolayısıyla kendimize de şifa aldığımızda. En azından ben öyle düşündüm ve Halise Baydar’da aynı açıklamayı yaptı. Yani, sizin illa ki orada aile sergisi açtırtmanıza gerek yok, bir şekilde olayın içine girmek ve başka birinin ablası ya da abisi rolüne girmek rahatlamanıza yardım ediyor.
Grup terapilerine yakınlığım Amerikan filmlerini seyretmekle orantılı. Orada el ele tutuşup da ağlaşan ya da bağrışan insanları görmek bana hep dramatik gelirdi. Gerçek değil bilhassa, komikti. Hatta, o insanlar hafiften sıyırmışlardı. Eminim, o gün hepimizi dışardan biri dürbünle falan izliyor olsaydı aynı benim daha önce yaptığım bu yorumları yapardı.
Peki, benim gördüklerim? İlk seçilişim başka birisi tarafından en büyük abla rolüneydi. Babaya duyulan öfke bana mı aitti yoksa o kadına mı? Büyük abla, babasıyla olan görüşmesinde O’nun önünde eğilmeyi reddetti. Ben mi reddettim O’mu? Sonra ablanın öfkesi geldi ve abla öfkesiyle tanıştı. Çok daha iyi oldu, anneyi sevmeye ve sempati hissetmeye başladı. Anne rolüne giren kadın ise ağlıyordu, sürekli ağlamaya devam etti. Her aile sergisinin sonunda her insan birbirine teşekkür edip, annesiyle babasının kendine hayat verdiğini kabul etti. Ailelerimiz bizler için değiştirelemeyecek, atılıp, satılamayacak yegane varlıklar. Onları olduğu gibi kabul edebilmek, insan olduklarını ve hatalarının varlığını bilmek… İşte benim gördüklerimin en önemli yanı buydu. Onları o şekilde de sevebilmek. Karşılıksız sevgi verebilmek.
Halise, aralarda bizimle sohbet etti. Herkes birbiriyle konuştu ve kaynaştı. O, bir terapist ama aynı zamanda inanılmaz bir insan. Hayatındaki tüm olumsuzlukları olumluya dönüştürmüş bir kadın. Çok kuvvetli bir görüntü yaratıyor, insanın O’nun yanına sığınası, kucağına yatası geliyor.
Bütün bunlar uzaktan edebi söylemler, yani karşılıksız sevgi verebilmek falan. Fakat, böyle bir oluşumun içine girdiğinizde aynı insanı farklı rollerde seyrediyor, on dakika önce sinirlerine hakim olamayan birinin, on dakika sonra hüngür hüngür ağladığını görüyorsunuz.
Oynadığım diğer rolde asker bir adamın (ki O’da bir başka kadın tarafından oynandı) karısını deneyimledim ve hala o kadının, oğlu için hissettiği acıyı hatırlıyorum. Kocamın tarafına değil oğlumun tarafına döndüm. Kocam tarafından bastırılıp, unufak edildiğimi hissettim. O, kesinlikle ben değildim. Çok üzgündüm, yorgun ve sıkıntılı. Hafifçe kalbime ağrı girdi. Oğlumu oynayan kişi ise zar zor soluk alıp, kalbini tutmaya başladı. Sonradan kalp yetmezliği sorunu olduğu anlaşıldı.
Gözler… Bakışların değiştiğini gördüm. Bu kesinlikle korku filmlerindekini çağrıştıran tarz bir değişim değil. Aynı insanın nasıl da farklı bakabildiğini deneyimledim ve bu benim için kusursuzdu çünkü oradaki her insan akıl almaz bir şekilde rol yapıyordu. Tamamı ile doğaçlama. Mesela, gayet iyi eğitimli bir adam Almanya’ya kaçan kocayı oynadığında yemin ediyorum eliyle poposunu kaşıdı ve durmadan herkesle alay etti. Bu adamın o adamla ilgili yalnızca karısını bırakıp, Almanya’ya gitmesi dışında hiçbir bilgi de yoktu. Hatta, adam ikinci bir tane daha kadın var dedi ve öyle de olduğu ortaya çıktı.
Benim aile sergime gelince… O’nu yüreğimde taşımak istiyorum. Gerçekten… Ben, alabileceğim en güzel yanıtları aldım. Kızımla tekrar buluştum. Kendimi seyrettim ve ailem için kendimce dersler çıkarttım. Aile sergisine katılan tüm insanlar hala aklımda ve kalbimdeler. Onlar birer birer giderken yine sanki ailemden birilerini bulmuşum da tekrar kaybediyormuşum gibi hissettim.
Hala, aklımın bir köşesi ” Yok canıııımmm” dese de onu susturabilecek kadar şey deneyimledim. Kızımın söylediği bir şey hala aklımda; ” Kim bilir? Belki başka bir zaman, başka bir yerde tekrar buluşuruz…”