Bildiğiniz gibi çakralar, vücudumuzdaki enerji merkezleridir. Esasında çok daha fazla çakra bulunmasına rağmen, yedi temel çakra, psikolojik ve fiziksel sağlığımız üzerinde bilhassa etkendir.
Bu çakraların işleyişinde oluşacak bir anomali, yani gereğinden hızlı veya yavaş hareket, o çakranın yönettiği fiziki ve psikolojik alanlarda soruna yol açabileceği gibi, diğer çakraların işleyişini de aksatabilir.
Tek tek, yedi çakranın işlevinden ve olası bilindik çözüm yollarından bahsetmeyeceğim, onlardan internette bolca bulabilirsiniz.
Bu yazıda sizlere, düşüncelerin çakra üzerindeki etkilerinden bahsedeceğim.
Çakra sistemi, birbiri ile bağlı gölcüklerden oluşan bir akarsuya benzetilir. Çünkü enerjiyi en iyi tanımlayacak madde gerçekten de sudur. Su toprağa göre akıcı, devinimle uyumlu, ancak hava kadar kolay da engellerden kaçamayan, mesela çamurlaşabilen, aynı zamanda ateş kadar da yeri geldiğinde yok edici olmayan bir elementtir. Aynı içimizdeki enerji gibi. Enerjimiz, çeşitli engellerle karşılaşmadığında akar, o engellere hava kadar kayıtsız değilse de, topraktan daha kolay yolunu bulur ve tamamen bizleri yakıcı, yok edici yoğunluğa da gelmez.
Peki su elementiyle özdeşleştirilen yaşam enerjimizin, sağlıklı akması için yapılması gereken nedir?
İşte burada egomuzla olan münasebetimiz devreye girer. Eğer egomuz, şekillenebilir ve esneyebilir bir yapıdaysa, enerjinin uygun hızı kesilmeyecek, böylece debisiyle olası engelleri de itip, yoluna devam edebilecektir. Ancak sert, esnemez, beton/metal yapıda bir egomuz varsa, o zaman enerji debisini kaybedecek ve her engelle birlikte daha da zayıflayacaktır.
Öte yandan kıvamsız bir egomuz varsa, bu sefer enerji, tek bir hatta akmak yerine, başka başka alanlara doğru kayacak, debisi gereğinden fazla artacak ve tabiri caizse yıkıp geçecektir.
Bu kadar metafor yeter, şimdi açıklayalım.
İnsan değişebilir ve şekillenebilir bir canlıdır ve kabul etse de etmese de, karakterinin ana hatları hariç, o hatları kullanım ve aktarım biçimleri ömrü boyunca değişir. Ama eğer bilinçli olarak bunu kabul etmiyor ve kendimizi tanımlarken kullandığımız kalıplara yapışıp kalıyorsak, onları bırakmak bize ölüm gibi, benliğimizin yıkılması olarak geliyorsa, işte o zaman beton egodan söz edebiliriz.
Bu düşüncelere örnek verirsek, “ben asla şunu yapamam”, “ben asla şöyle davranmam”, “ben iyi bir insanım ve hep öyle olacağım”, “ben kötü bir insanım benden adam olmaz”, “benim matematiğim sıfır, hep öyleydi”, “hayatımda hiç hasta olmadım”, “ben hastalıktan hiç kurtulamam”, “benim bel fıtığım var”, vs vs. Sanırım genel tablo anlaşıldı: kendimizi tanımlarken kullandığımız kalıplara ne kadar değişmez gerçeklermiş gibi yapışırsak, o kadar egomuzu değişime direnir ve enerjiyi düşürecek kadar betonlaştırırız. Peki bunu neden yaparız? Çünkü bir fayda görüyor veya gördüğümüzü sanıyoruzdur. Hiç hastalanmadığımız için insanlar bizi güçlü sanıyor, takdir ediyordur; çok hasta olduğumuz için insanlar bize sorumluluk vermiyor, işimize geliyordur; matematik yapamayarak mühendis olma derdinden kurtulmuşuzdur; kötü olduğumuzu düşünerek insan ilişkilerindeki sorumluluklardan kaçabilmişizdir; iyi olduğumuzu beyan ederek bizi seven insanlardan oluşan bir sosyal çevre koruması yaratmışızdır, ve bu böyle gider. Kendimizi tanımlarken ortaya attığımız etiketlerin gitmesi sonucu, illaki bir şeyler kaybederiz ama kazanırız da. Kaybetmeyi göze alamadığımız zaman, o şey üstümüze yapışır. Her bir yapışan etiket ise, egoyu yavaş yavaş kanalları kapalı bir metal tank haline getirir, böylece enerji akışı zayıflar.
Öte yandan kıvamsız bir egoya sahip olmak da, enerjinin aşırı veya dağınık akmasına sebep olur. Bunun sebebi ise prensip ve değer sistemine içsel olarak sahip olmamaktır. Kendi insanlığımızı ve varlığımızı korumak adına, hepimiz bir takım sınırlar belirleriz ve bu sınırları belirlemenin en sağlıklı yolu, karakterimizle uyumlu değer ve prensiplere sahip olmaktır. Kendimize karşı utanç veya suçluluk duymayacağımız, iç huzuru bize getirecek bu sistem sayesinde, insan sağlıklı sınırlarını bulur ve muhafaza yoluna gider. Bu sistem olmadığında veya zayıf olduğunda ise, sınırımızı kaybederiz. O zaman, bir anda iyi ile kötü arasında geniş bir skalada salınmaya başlarız ve hayatta illa ki bir aşılmaz duvara da toslarız. İşte bu da aşırı ve dağınık enerjinin çakraların işleyişinde sekte uğratmaya sebep olur.
Bu işin dengesi nedir?
İnsani, varlığımızı muhafaza edecek ve kimseye/ hiçbir şeye de zarar vermeyecek, doğal varlık sınırımızı çizmek, ancak bu sınır içerisinde kalan her şeyin de değişebileceğini olgunlukla kabul etmek. İnsani sınırlarım gereği, iyi bir insan olmayı, kendime prensip edinebilirim. Denge çizgim budur. Eğer kendimi asla kötülük etmeyeceğim algısına kaptırırsam, zaman zaman içimden kötülük hissi yükseldiğinde – ki insanız, yükselir- onu bastırmak için betonlaşırım, o zaman enerji hattım tıkanır. Eğer iyilik kavramını, temel prensipler olmadan, işime geldiği gibi, çıkarlarım doğrultusunda sürekli evirir çevirirsem ve ben de onunla birlikte şekilden şekile girersem, bu sefer de yaşam hızım kontrolümün üstünde artar, gider bir duvara toslarım.
Kötü de olabilirim. Zaman zaman canım çok yanabilir ve kötü olmayı da arzulayabilirim. Bu eğilimi durdurabilmemin yolu ilk önce olduğunu, olabileceğini kabul etmemden geçer. Bununla birlikte, prensiplerim ve değerlerim gereği öyle olmak istemiyorsam, kendime sınırı da çekerim. Kötü olmamı mazur gösterecek, içsel ve dışsal bahanelere önem vermem. Canım acımış da olsa, kötü olmama sınırımı ihlal etmem. O zaman hızımı korumuş olurum.
Sonuçta çakra sistemim, olumlu olumsuz kazanç veya kayıplara, takıntılı fikir veya intikamlara takılmadan, Mevlana’nın da dediği gibi akar:
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.”
Böylece, duracağım yerde dururum, akacağım yerde akarım, bulanmam ve de donmam.