İnsan, yuvaya dönmek ister.
Her anlamda, her bağlamda, insanın nihai amacının, daima özünde yuvaya dönmek olduğunu düşünüyorum.
Doğarız, büyürüz, evden ayrılırız. En nihayetinde evlenme yani “yuva kurma” itkimizde, başlangıca tekrar dönüş arzusu vardır.
Düzenli bir iş isteğinde, rutine bir meyil vardır.
Ev satın almak talebinde, sabit dört duvara özlem vardır.
Rutin, sabit dört duvar, sıcacık bir yuva, bunların hepsi insanda ilk olarak ana rahminde anlam bulmuş kavramlardır. İnsanın bilinç hafızasına ilk kayıtlı cennet, rahimdir.
Rahimde bebeğe zarar yoktur; anne açlıktan ölse bile, çocuk bir süre daha annenin bedenini sömürerek yaşamaya devam edebilir. Anne üşüse bile, çocuğun bulunduğu ortam hep 37.5 derecedir.
Çocuğun nefes alma, çiğneme, sindirme gibi eylemleri dahi yapmasına gerek yoktur, çocuk yalnızca, öylece vardır. Kordon gerekli oksijen ve gıdayı sağlar.
Oysa doğum sonrası bebeğin karşılaştığı dünya, bildiği dünyadan oldukça farklıdır. Burada her şey için mücadele etmek gerekmektedir. Çocuk ilk kez açlıkla tanışır, sindirmeye çalışırken bağırsaklarında duyumsadığı acıyla, soğuk ve sıcakla. Bu dünyada bebeğin, kendini sürekli konumlandırması, dengeyi korumak için sürekli gayret sarf etmesi gerekmektedir ki, bu durum yaş aldıkça da devam edecektir.
Dolayısıyla insanın, en temelde huzur derken kastettiği her şey, hayatında huzur olması için ihtiyaç duyduğunu düşündüğü iş, ev, eş, hepsi o ilk cennetin bir nebze tınısını taşıması sebebiyle insanı cezbeder. Doğru eşi bularak bir yuva kurmak demek, ilişkiler ve yuva açısından rutin tesis etmek demektir. Sürprizlerle karşılaşmamak demektir. Hayatın bir alanında daha mücadeleden azad olmak demektir. Düzenli ve kalıcı iş bulmak demek, yeterli ve sürekli sosyal çevreyi tesis etmek, hepsi bu amaca hizmet ederler. Rutin tesis edildikçe, belirsizlik ve bundan kaçınmak için ortaya konacak ekstra mücadele yükünden kurtulunur ve böylece yetişkin insan, yine bebekliğinde olduğu gibi tıkır tıkır işleyen bir sisteme sahip olacağını umar.
Ancak zaman olur, işler istediğimiz gibi yürümez. Verdiğimiz mücadeleye rağmen, istediğimiz rutini ve güven alanını tesis edemeyebiliriz. Tesis ettiğimiz halde çeşitli sebepler sonucu o rutin elimizden alınabilir. Ya da mücadele ederken bizi bu işten hepten soğutacak acı dolu, yıpratıcı olaylar yaşayabilir, darbeler alabiliriz.
Böyle zamanlarda, ana rahmini hayatta tesis etme mücadelesini bir kenara bırakır, daha kolay bir yolu tercih ederiz farkına varmadan: zihnimizde yaratırız o rahmi. İlişkiler konusunda mücadele etmeyi bırakmışsak, kendimizi insanlardan soyutlar, işimize veririz. Kariyer alanında mücadele etmekten yorulmuşsak eve kapanır, kariyere dair her şeyi dışarıda bırakırız.
Çünkü o iç mekan güvenlidir; ve biraz, güvenli ve sessiz bir yerde dinlenmeye ihtiyacımız vardır. Zaman geçer. Zihnimizin içinde yarattığımız rahimin penceresinden dışarıya bakacak kadar gücü içimizde bulduğumuz anlar gelir ve biz gördüklerimiz karşısında şok oluruz! Hiçbir şey bıraktığımız yerde değildir!
Yani kişi, gündelik hayatın güncelliğini ve hızını ıskalamaya başlamıştır. Bu ıskalama ve saniyeler geçtikçe daha da ıskalayacak olma endişesi, kişinin gerekli güncellemeden kaçınmasını doğurur. Böylece kişi, saatlerin durduğu, havanın olmadığı bir ruh halinde takılır kalır.
Kişi boşluktadır. Ancak çıkması gerekmektedir. Tekrar iş bulması gerekmektedir mesela. Ya da yeterli süre geçtikten sonra tekrar birileriyle birlikte olmaya özlem duyar, ama bir türlü tekrar adapte olamamaktadır.
Diğer insanlar bu duruma bir anlam veremezler. Gayet güzel kadın ve adamlar, kafası zehir gibi ve çalışkan insanlar ya partnersiz ya da işsiz kalmaktadır. Sanki dünyada onlar görünmez olmuşlardır.
Kişi bunu bilir, hisseder. Ama etrafına bir türlü bu durumu anlatamaz. İlginç bir soyut fanus içinde olmak deneyimi gibidir bu durum. İnsanlar sürekli bu kişilerin bir hata ettiğini düşünürler, bir açık veriyor olmalıdırlar aksi takdirde hayata karışamamalarının başka bir izahı yok gibidir!
Oysa vardır.
Bu insanlar boşluktadırlar.
Yani uzaydadırlar.
Görünürde insanlarla birlikte ya da işinde gücünde, ama içsel olarak ayakları yere basmamakta, uzayda süzülmektedir kişi. Sanki bir yolu yürümüyor, kendine ait bir hikâyeyi adım adım yazmıyordur da, o hikâyenin yaşanacağı alanı zihinsel olarak terk etmiş, yoldan çıkmış gibidir. Dönmek için çeşitli sebeplerle itki duysa da, bir türlü zihinsel eylemlerini kontrol edememekte, yani uzayda, dünyadaki gibi ayakları yere basıp bir yere yürüyememekte, dünyaya doğru hareket edememektedir.
Şimdi, bildiğiniz gibi, eğer bir şekilde uzaya çıkmışsanız, oradan dünyaya geri dönüşün tek yolu, bu iş için yapılmış kapsüllerdir. Çıplak halde, veya başka bir araçla atmosferi geçemez, hatta atmosfere varamazsınız. Ayrıca ne kadar süredir uzayda olduğunuz da fark etmez, ister beş dakika ister beş yıl, her halükarda atmosferden geçiş zorlu olacaktır.
Aynı uzayda süzülen bir astronot gibi, hayattayken boşlukta kaldığımızda dönüşün araçla dahi sert olacağını biliriz. Ve bu aracı bulmak ve bu sert yolculuğu göze almak için bir sebebe.
Yani dönüş için iki şeye ihtiyaç vardır: araç ve motivasyon.
Araç, bir şekilde bulunabilir. Tekrar bir işe tutunmak, belki denk gelirse bu süreçte yardımcı olacak bir partnere/arkadaşa rastlamak, bir depresyonu sanatlar eserleriyle veya romanlarla dolu verimli bir sürece çevirmek gibi gibi.
Ancak motivasyon kısmı zordur. Ve motivasyon kısmı gerçekleşmeden, yeterli donanıma sahip araç olsa dahi yolculuk gerçekleşmez.
Çok iyi bir yazar olabilirsiniz. Ancak araftayken yazmaya yönelik motivasyon oluşmazsa yazma eylemi başlamayacaktır ya da umulan sonucu vermeyecektir.
Bu motivasyonun oluşması epey vakit alır. Çünkü önünde çok önemli bir engel vardır. Uzay boşluğunda süzülürken, insanı en yaralayan şey, dünyada onu bekleyenin olmadığı düşüncesidir. Kimse kurtarma çalışması başlatmamaktadır veya belki de bize “mutlaka dönmeliyim çünkü ….. nın bana ihtiyacı var” cümlesini kurduracak bir kişi yoktur. İşte biz, burada, uzayda süzülürken perişan bir halde, aşağıda hayat kaldığı yerden devam etmektedir. Herkes kendi işine bakmaktadır. Yalnızlık bir yana bu kopukluk hissi oldukça yaralayıcıdır.
Oysa aslında gerçek şudur ki, kimse kişinin arafta olduğunu farkında değildir. Onlara göre kişi, zaten yanı başlarındadır.
Peki ya kimse fark etmezse ne olur? Kimse adımızı seslenmezse? O motivasyon hiç oluşmaz mı?
Kişi bu karamsar ve yaralayıcı hislerle, bir gün bir kurtarma kapsülünün gelip onu almasını bekler. Bazen gelen olur.
Bazen olmaz.
İşte orada, insan kendi içindeki önemli bir gücü farkına varır: iç içe iki varlık olduğu gerçeğini.
Kimse istemese bile, kimse farkında olmasa bile, insan kendisi hayatta kalmaya odaklı, buna kurgulu bir varlıktır. Hiç kimse istemese de o, kendisi yaşamayı, tekrar dünyaya dönmeyi deli gibi arzulayacaktır. Ve bu arzuyu bitirecek tek şey ölümdür.
Ölmediysek, ki ben bu yazıyı yazmışken siz okuduğunuza göre ölmemişiz, biz burada olmak için daima bir gayret sarf ediyor olacağız, her zaman farkına varmasak da.
Bazen tekrar hayata dönmek için çok çabalayacağız, ama araçlar çalışmayacak. O kursa yazılacak, o işe başvuracak, arkadaşın davet ettiği o organizasyona gideceğiz, ama bizi hayata döndürecek şeyler orada olmayacak. Bazen birileri bizi bir yerlere davet edecek, “şunu yapsan kesin olur” diyecek, ama biz kalkacak ve deneyecek dermanı bulamayacağız. Hikâyemiz bir türlü kaldığı yerden devam edemeyecek.
Ancak hayatta olduğumuz sürece, bir an gelecek bu ikisi birbirini bulacak – hem de en alakasız ve elimizde hiçbir şey yok gibi geldiği bir vakitte- ve biz atmosferin dehşet yıkıcılığını ve aşındırıcılığını göze alarak, bulduğumuz kapsülle tekrar dünyaya döneceğiz.
Ve döndüğümüzde şükredeceğiz. Sırf tekrar toprağa dokunabildiğimiz için.
Orada bizi birileri beklemiyorken bile, bu salt, kendi başımıza edineceğimiz tekrar toprağa basma duygusu, başarmış olmanın hazzı, içimize çektiğimiz oksijenle karışık dünya kokuları bizi mest edecek.
Sandra Bullock ve George Clooney’in başrollerini oynadığı Gravity filmini bir de bu alt metinle izleyn derim. Dünyada hiçbir bağı olmayan bir kadın, tüm zorluklara rağmen, onu oraya çeken hiçbir şey yokken, hayatta kalma güdüsüyle nasıl da çeşitli badireler atlattıktan sonra toprağa basıyor.
Filmden bir alıntı ile bitirmek istiyorum:
George Clooney bir anlığına pes eden Sandra Bullock’a şöyle diyor:
“Dönmek mi istersin, burada kalmak mı? Anlıyorum, burası çok hoş. Tüm sistemleri kapatabilir, ışıkları söndürebilir, gözlerini kapatıp herkesi aklından çıkarabilirsin. Burada zarar verebilecek kimse yok. Güvenli. Yani devam etmenin anlamı ne? Yaşamanın anlamı ne? Çocuğun öldü. Bundan zor bir şey yoktur. Yine de şu anda ne yaptığın önemli. Dönmeye karar verirsen, devam etmelisin. Yaslan, yolculuğun tadını çıkar. Yere sağlam basıp, hayatını yaşamaya başlamalısın.”